21 Eylül 2024

,

Sol Fransa’da Müslümanları Nasıl Yüzüstü Bıraktı?


Bir Ürkeklik ve Vazgeçiş Hikâyesi

Charlie Hebdo’ya ve Paris’teki Yahudi süpermarketine yönelik saldırıların ardından, Almanya, Belçika ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinde teröristler için insan avı başlatıldı. Arama çalışmaları, bilhassa Belçika’da yoğunlaştı. Yetkililer, ülkede yeni terörist saldırılar düzenlemesi muhtemel, uykuda olan mücahid hücreleri olduğunu söylüyorlar.

Burada daha çok Avrupa’dan çıkıp Kaide ve IŞİD’den eğitim aldığı, eylem için Avrupa’ya döndüğü varsayılan kişilere odaklanılıyor. Burada kimse, bu insanları üreten genel zemini izaha yanaşmıyor.

Bu türden şiddet eylemlerine yönelen kişilerin ideolojik düzeyde yetiştiği zemin, esasen Avrupa’da göçmenlere yönelik muamele. Irk, etnisite ve din temelli ayrımcılık genç göçmenleri radikal hareketlere yönlendiriyor. Bu gençler, işsizliğin, kötü eğitim koşullarının, geri kalmış mahallelerin, saygı görmezliğin, sık sık hapse atılmalarının çaresini bu yönelimde buluyorlar. İşin tuhafı şu ki bu saldırılar sonrasında gene gidip bu göçmen topluluklarına saldırılacak, gene onlar ezilecek, bu da sorunu daha da derinleştirecek.

Teröristlerin ülke dışında eğitim gördüğü gerçeğine bu kadar fazla vurgu yapmak yerine Avrupa devletleri, ülke içerisinde göçmen karşıtı hareketlerin önünü alacak, solu sadece geleneksel işçi sınıfını değil göçmenleri de örgütlemeye teşvik edecek adımlar atabilirler.

Ateşi Körüklemek

Korkunun halk içinde dolaşması, devlet yetkililerini belirli konularda motive etmesi, hiç de şaşırtıcı bir gelişme değil.

Her şeyden önce batı medyası, Kaide ve IŞİD bünyesinde Yemen, Irak ve Suriye’de askeri eğitim aldıktan sonra terör estirmek üzere Avrupa’ya dönen, buradaki ülkelerde yetişmiş binlerce mücahid olduğu izlenimini yaratmak için elinden geleni yaptı. Sansasyonel haber konusunda kimsenin eline su dökemediği bir yayın kuruluşu olarak CNN, tüm dünyada kendisini izleyen kitleyi Fransa, Almanya, Belçika ve Hollanda’da 120 ilâ 180 civarında insandan oluşan yirmi kadar uyuyan hücre olduğu konusunda uyardı. Bu hikâyeye göre, Avrupa’daki güvenlik kurumları bu kişileri takip etmekten aciz.

İstisnai bir döneme girdiğimiz konusunda genel bir izlenim yaratmak adına önemli medya kuruluşları, ABD’li senatör John McCain, Interpol başkanı Jürgen Stock ve eski CIA başkanı Leon Panetta gibi isimleri ekranlara çıkarttılar.

McCain, “Batı’nın yüzleştiği tehdit o kadar büyük ki Amerika’nın Irak ve Suriye’de IŞİD’le mücadele etmek için sahaya inmesiyle birlikte Batı’da daha büyük bir terörizm dalgasına tanık olunacak” dedi. Interpol başkanı Stock, “bu teröristler size vurmadan onları vurun” deme gereği duydu. Panetta ise terörist saldırıların ABD ve Avrupa’daki güvenlik güçlerinin gözetleme faaliyetlerini ve eylemlerini koordineli kılmalarını gerektirecek ölçüde tehlikeli bir aşamaya geçtiğini söylüyordu. Panetta, ayrıca IŞİD ve Kaide’nin sadece Avrupa’da değil, ABD’de de şiddet eylemleri gerçekleştirmenin eşiğinde olduğu uyarısında bulundu.

Gerçek Tehdit

Bu uykudaki hücreler, ne kadar gerçek ne kadar hayal, kimse bilmiyor. Gerçek tehdit aranıyorsa, Avrupa’daki göçmen topluluklarına yönelik yaklaşımın ve muamelenin, Panetta’nın ifadesini ödünç alırsak, yeni ve daha tehlikeli bir aşamaya geçmiş olması üzerinde durulmalı.

Paris’teki olaylara verdiği tepkide Batı Avrupa hükümetleri, göçmenlerin ve Müslümanların içerilmesini ve asimile edilmesini istediler. Alman şansölyesi Angela Merkel’in Müslümanlarla dayanışma yürüyüşü öncesi yaptığı açıklamada da dile getirdiği biçimiyle, kendisi “tüm Almanların şansölyesiydi.” O, neticede “geçmişine veya kökenine bakmaksızın, bu ülkede sürekli yaşayan herkesi kucaklıyordu.” Alman cumhurbaşkanı Joachim Gauck da söz konusu yürüyüşte benzer bir ifade kullandı: “Hepimiz Almanya’yız.”

Fakat tüm bu kucaklayıcı ifadelere rağmen kıta genelinde göçmenler, Macar başbakanı Orban’ın önerdiği, Beyaz Avrupalıların giderek daha fazla destek verdiği çözüm önerisinin uygulanmasından korkuyorlar. Orban, lafını esirgemeden, şunları söylüyor:

“Ekonomik göç meselesine bir faydası olan bir şeymiş gibi yaklaşamayız, zira bu göç, Avrupalılar için daha fazla belâ ve tehditten başka bir anlama sahip değil. Bu sebeple, göç durdurulmak zorunda. Macaristan’ın konuyla ilgili duruşu bu şekilde.”

İşin tuhafı, Orban bu cümleleri 11 Ocak’ta Paris’te düzenlenen, herkesin “Hepimiz Charlie’yiz” diye bağırdığı, binlerce Müslüman göçmenin de katıldığı “Birlik Yürüyüşü”nde dile getirdi.

Bu göçmen karşıtı dinamik kıta genelinde güçlü. Fakat Fransa’nın göçle mücadelenin merkezi hâline geldiğini söylemek gerek. 4 milyondan fazla Müslüman göçmenin yaşadığı ülke, kıtanın en büyük Müslüman nüfusuna ev sahipliği yapıyor. Göçmen karşıtlığının sesi hâline gelmiş olan Marine Le Pen, New York Times’da çıkan yazısında, sadece göçün sınırlandırılması çağrısında bulunmuyor, ayrıca mücahidlerden Fransız vatandaşlığının alınmasını istiyor. Bu önerinin sınırı belirsiz. Önerinin, bir süre sonra aktif mücahidlerin de ötesine uzanacak uygulamalara kapı aralayacağı açık. Öte yandan, Le Pen ve partisi bu süreçte güçleniyor. Mayıs 2014’te yapılan Avrupa Parlamentosu seçiminde 4,1 milyon kişiden aldığı destekle oy oranını yüzde 26’ya çıkarttı. Başbakan Manuel Valls, bu gelişmeyi “şok edici bir deprem” olarak tarif etti. Le Pen, süreçte nüfuzunu koruyacakmış gibi görünüyor. Anketler, 2017’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde başa güreşeceğini söylüyor.

Kaçırılmış Fırsatlar

Charlie Hebdo saldırılarına yol açan zemin uzun zamandır oluşuyordu zaten. Mesele, daha önce ele alınmış olsaydı bu kadar hasarla yüzleşilmezdi.

On yıl önce Fransa şehirlerinin yoksul varoşlarında büyük bir ayaklanmaya tanık olundu. 2005’teki isyan süreci 20 gün sürdü. 9.000 araç ateşe verildi, 80 okul ve birçok iş yeri tahrip edildi. Bu isyan sayesinde dünya ve Fransa, varoşlarda yaşayan göçmenlerin sefaletiyle ve o varoşlardaki gençlerin öfkesiyle tanıştı.

Independent gazetesinden Mary Dejevsky’nin de dediği gibi bu isyanlar, “ülkenin köyle kent arasına sıkıştığını, yüksek çirkin duvarlarla çevrelendiğini, içi çürümüş kulelerle korunduğunu, Fransa’nın bu süreçte başarısız olduğunu gözler önüne serdi.”

Charlie Hebdo’ya saldıran eylemciler, Şerif Kuaşi ile Said Kuaşi, tam da bu varoşlarda doğdular, büyüdüler, çalıştılar.

Her şey çok daha farklı olabilirdi. İsyanlar, geçmişte başka Fransızlara sunulan fırsatlardan mahrum kalan, ama bir yandan da Fransız görülen toplulukların gerçek manada entegre edilmesi için bir tür fırsat olarak görülebilirdi. Buna karşın, bu göçmenlerin asimilasyon sürecini hızlandırıp yaşam koşullarını iyileştirecek hiçbir somut adım atılmadı.

Bu reformların yapılamamasının nedeni, çelişkili bir tespit olacak ama, tam da Fransız Devrimi’nden miras kalan ideolojiydi. Bir Fransız göç uzmanının ifadesiyle, “entegrasyon meselesine yönelik benimsenen ve herkesi eşit gören anlayış, sorunun önemli bir parçası aslında. Zira herkesin eşit olduğu fikri, kurgudan ibaret. Etnik azınlıklara ‘siz yoksunuz’dan gayrı bir şey söylenmiyor.”

Fransız resmi ideolojisi, toplumsal kesimlerin özgül yanlarını silme üzerine kurulu. Hükümet, istatistik çalışmalarında insanların din veya etnisiteye göre tasnif edilmesine bile izin vermiyor. Guy Arnold, Migration: Changing the World [“Göç Dünyayı Değiştiriyor”] isimli kitabında, bu ideolojik planda belirli gerçeklerin üzerini örten yaklaşımların, sonuçta Fransız hükümetlerinin tanımak bile istemediği, ülkenin başkentinin göbeğinde yetişmiş, eşit oldukları söylenen Fransız yurttaşlarında öfkeye sebebiyet verdiğini söylüyor.

Laiklik denilen ve Fransız Devrimi’nin miras bıraktığı diğer bir ilke üzerinden göçmenlere yönelik yaklaşım meselesi, daha da içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Kilise ve devletin ayrışması ilkesi Fransa’da her zaman katı bir biçimde uygulanmıştır. Fakat son yıllarda bu uygulama hoşgörüsüzlük boyutuna ulaşmış, Müslümanlarla hâkim toplum arasındaki ilişkileri tahrip etmiştir.

2004’te soldan ve sağdan destek gören ve laiklik fikrine vurgu yapan bir hareket, başörtüsünün okullarda yasaklanmasını öngören bir yasanın çıkartılmasını sağladı. Ardından, 2011 yılında gene farklı ideolojilerden destek gören başka bir yasa ile kamusal alanda yüzün kapatılması suç ilân edildi. Bu yasa ile birlikte ayrıca Müslüman kadınların geleneksel kıyafetleri anlamında peçe (nikap) ve çarşaf (burka) da yasaklandı.

Bazı isimler, asıl kusurun laiklik ideolojisinde olmadığını söylediler. Bu kişiler, meselenin kontrolden çıkmasına izin veren, sadece kendi çıkarını düşünen siyasetçileri ve doktriner ideologları suçladılar. Bu türden kamuoyuna mal olmuş isimler, Müslüman kadınların giydikleri böylesi kıyafetlere hoşgörü göstermediler, onları ABD ve İngiltere’de olduğu gibi çeşitliliğin bir parçası olarak görmediler.

Fransız Asimilasyon Modelinin Başarısızlığı

Reform eksikliğinin bir nedeni, kendini beğenmiş teknokratlar arasında hüküm süren şu kanaatti: “Fransız asimilasyon modeli” bütün olarak işliyor; 2005 ayaklanmaları ise yol üzerinde karşılarına çıkan basit bir engeldi.

Francois Dubet’ye göre, Fransız modelinde “göç süreci, üç aşamada ilerlemeli ve ‘mükemmel Fransız halkı’nın oluşumuna yol açmalı. İlkin zorla sömürünün ana niteliğini teşkil ettiği, göçmenler için tahsis edilmiş belirli faaliyetlerin ekonomiye entegre edilmesi gerekli. İkinci aşama, sendikalar ve politik partiler aracılığıyla gerçekleşecek politik katılım ile ilgili. Üçüncü aşama ise ulusal Fransız varlığına kültürel manada asimile edilme ve onun içinde erime aşaması. Bu aşamada özgün varlığa ait kültür, zaman içerisinde özel alanda tek başına muhafaza ediliyor.”

Teknokratların anlamadığı ise şu: doksanlarla birlikte bu modelin yaşamasını sağlayan mekanizma paramparça oldu. Neoliberal politikaların baskın olduğu kapitalist ekonomik sistem, ilk kuşak göçmenler nezdinde işçi sınıfıyla bütünleşme aracı olarak iş gören yarı vasıflı ve vasıfsız işler üretebilme becerisini yitirdi. Varoşlarda gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde kırka ulaştı ki bu oran, ulusal ortalamanın iki katıydı. Düzenli iş imkânlarının bulunmadığı koşullarda genç göçmenler sendikalara, politik partilere ve kültür kurumlarına dâhil olma imkânı sunan zeminden mahrum kaldılar.

Eşitsizliğe ideolojik manada kör bakmanın getirdiği engelle Müslümanların giyinmesi meselesi politik açıdan yanlış ele alındı, bu aşamada teknokratlar, neoliberalizmin “göçmen sorunu” ile başa çıkmak için devletin baskıcı tedbirleri giderek daha fazla kullanmasıyla, entegrasyona uzanan ekonomik merdivenin ayaklarını kestiğini fark edemedi. Bu teknokratlar, varoşlara daha fazla polis takviyesi yaptılar, genç erkekleri kontrol edilmesi, hatta gerekirse sınır dışı edilmesi zorunlu unsurlar olarak gördüler.

2007’de Nicolas Sarkozy cumhurbaşkanı olunca sınır dışı etme, göçmenlerle ilgili olarak en fazla tercih edilen yöntem hâline geldi. Tam yetkiyle donattığı içişleri bakanı, 2011 yılında 32.912 kişiyi sınır dışı etti ki bu rakam, önceki yılda ulaşılan rakamın yüzde 17 fazlasıydı. Bakan Claude Gueant, göçmen ve İslam karşıtı retoriğe başvuran bir isim olarak, Müslüman göçmenleri sürekli suç ve uyuşturucuyla ilişkilendiriyor, Müslümanların sokakta namaz kılması konusunda “Artık Fransızlar kendilerini evdeymiş gibi hissedemiyorlar” diyordu.

2012 cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça Müslüman ve göçmen karşıtlığı Sarkozy’nin başvurduğu bir araç hâline geldi, sağcı Marine Le Pen’in yükselişini durdurmaya dönük bu hamle başarısız oldu ve sonuçta seçimi Francois Hollande kazandı.

Peki Bu Arada Sol Neredeydi?

Sol, göçmen politikasının nihai manada biçimlendirilmesi sürecinde eksik olan güçtü.

Bunun kısmî nedeni, solun kendi kendisini marjinalleştirmiş olmasıydı. Sosyalistler, büyük ölçüde teknokratların asimilasyon modeline meyletmişlerdi, Fransız Komünist Partisi ise göçmenlere düşmanlık ile rahatsız edici bir kabul arasında salınıp duruyordu. Kapitalizmin yeni bir marjinalleştirilmiş işçiler katmanı yarattığını anlayamayan komünistler, aslolarak kendi geleneksel endüstriyel işçi sınıfı tabanını temsil etmek, onun için çalışmak ve bu sınıfı korumakla ilgili kararına sadık kaldı. Esasında komünist parti, ilk başta göçmenlere düşmanlıkla yaklaştı; parti liderliği, 1980’de göçü sınırlama lehinde oy kullandı, partinin hâkim olduğu yereldeki hükümetler, göçmenlerin barınma projelerine dâhil edilmesine karşı çıktılar. Bugün her ne kadar parti, belgesiz göçmenlerin belirli bir düzene kavuşturulması kararını desteklese de komünistler ve göçmen topluluğu birbirlerine şüpheyle yaklaşıyor.

Elbette bu, militan solun göçmenleri örgütlemek için hiçbir çaba harcamadığı anlamına gelmiyor. Küçük kimi Maoist gruplar, yetmişlerde ve seksenlerde göçmenlerin örgütlenmesi meselesine amatörce de olsa eğildiler. Ama Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist projenin çöküşüyle birlikte birçok ilerici eylemci, işçi sınıfının örgütsüz kesimleri içinde çalışma yürütmekten kaçındı ve bunları değişimin başarısız failleri olarak gördü.

Bu esnada diğer eski eylemciler sendika bürokratı oldular. Belirli sayıda militan, küreselleşme karşıtı harekete dayanan orta sınıf taban dâhilinde faaliyet yürütmeye başladı, bir kısmı da (kendisi göçmenleri sınıf bilinçli işçilerle birlikte örgütlemeye çalışan Marksist Leninist Fransız Komünist Birliği’nin kurucusu) ünlü Alain Badiou gibi, birer ilerici aydın olarak politikadan felsefe alanına geçti.

Son on yıl içerisinde bilhassa bir mesele, Müslüman göçmen toplumu ile sol arasındaki zaten incelmiş olan bağı iyiden iyiye koparttı. Tüm sektörler, ırkçılık ve İslamofobi aleyhine birleşebilecekken, başörtüsü ile ilgili hareketi zaafa uğratan tartışma, saflarda ciddi ayrışmalara yol açtı. Kimileri başörtüsünün kamusal alanda kullanılmasını laikliğin ihlali olarak görürken kimileri de kadınların örtünme hakkını savundu.

Sınıf politikası kemikleştikçe, etnik, kültürel, ulusal ve ırksal temalar da hem varoşların içerisinde hem dışında süren kamusal tartışmaya hâkim olmaya başladı. Varoşlardaki gençler için, solun yokluğu nedeniyle oluşan boşluk önemli sonuçlara yol açtı. Dubet’nin tespitiyle, “Halkın kolektif tepkisine destek olan solcu eylemciye ait geleneksel karakter, kirli olarak görülen bir toplumdan korunan toplumda, ‘gerçek dünya dışındaki bir şehirde haysiyetli ve ahlâklı bir hayat’ için alternatif bir yol içeren dinî bir sima ardında gözden kayboluyor”du.

Yürüdükleri yola dair değerlendirmeler okunduğunda, Şerif ve Said Kuaşi kardeşlerin başka koşullarda ilerici bir harekete devşirilebilme ihtimali bulunduğu görülecektir. Ama seküler soldan hiç kimse, onlardaki adaletsizlikle ilgili gelişen duygulara ve idealizme gerekli kılavuzluğu yapmadı ve var olan boşluğu başkaları doldurdu.

Şerif örneğinde bu kılavuzluğu yapan Ferid Benyettu oldu. Aslen Cezayirli dindar bir Müslüman olan bu kişi, hassas gençlerle tartışma grupları kuruyor ve yorulmak nedir bilmeksizin çalışmalar yürütüyor, onları cihada iştirak etme konusunda yüreklendiriyor ve bir soruşturma raporuna göre, Irak’ta Ebu Musab Zerkavi’ye bağlı Kaide şebekesine katılmak isteyen genç Fransız Müslümanlar için gerekli hattı oluşturuyordu.

Bundan sonrası, tıpkı anlattıkları gibi yaşandı ve tarih oldu.

Bu Nüfuz Kaçınılmaz mı?

Fransa ve daha geniş manada Avrupa’da gerçek tehdit, bin kadar uykuya yatmış ve toplumu mahvedecek mücahid hücresine dair fantezi değil. Gerçek tehdit, ulusal güvenlik devletleri eliyle göçmen topluluklarının ezilmesi. Bunlara bir de sağcı güçlerce seferber edilmiş geniş halk kesiminin önemli bir kısmından gelen destek eşlik ediyor.

Bu güçler, bugün kendi gerici projesini popülerleştirme konusunda giderek daha fazla tecrübe ediniyor. New York Times’da çıkan son makalesinde Marine Le Pen, liberal ikon Albert Camus’nün ismini hatırlatıyor ve cumhuriyetçi söyleme başvuruyor:

“Biz Fransızlar laikliğe, egemenliğimize, bağımsızlığımıza ve değerlerimize duygusal manada bağlıyızdır. Dünya, Fransa ne vakit saldırıya uğrasa, asıl saldırıya uğrayanın özgürlük olduğunu biliyor. […] Ülkemizin ismi, Fransa, hâlâ özgürlük kelimesi gibi çınlıyor.”

Kimi yorumcular, bu yeni tarzı “hâkim eğilim”e dâhil olmaya dönük bir hamle olarak yorumladılar. Ama bence hatalılar. Bu yaklaşım, seküler cumhuriyetçi söylem içerisinde maskelenmiş aşırıcı bir niyeti yansıtıyor. Le Pen, bugün Batı’ya güvenle hitap ediyor. Bu güven, onun iktidarın bekleme odasında oturduğunu düşünmesiyle ilgili.

Le Pen’in ve aynı şekilde diğer sağcı liderlerin elindeki nüfuz kaçınılmaz mı?

Fransa’da ve tüm Avrupa’da hâkim toplum ile göçmen topluluğu arasındaki ilişki, kayıp fırsatlar, ürkek teşebbüsler ve liderlik konusunda yapılan yanlışlardan oluşan bir hikâye. Bu ilişki aynı zamanda bir vazgeçiş hikâyesi. İlk dönem mazlum ve sömürülen toplulukların entegrasyonu ve koşullarının iyileştirilmesi konusunda merkezî bir aktör olarak önemli bir rol oynayan örgütlü sol, sahneyi terk etti ve sahayı ırkçı ve dindar köktencilere bıraktı.

Walden Bello
5 Şubat 2015
Kaynak

0 Yorum: