Eski
gazeteler, bir dönemin ruhunu kavramak, dolayısıyla karşılaştırmalı analizler
yapabilmek için en gerekli şeylerden biri. Sadece belli meselelerde kamuoyu
algısını tespit etmek için değil, devletlerin tutumundaki değişiklikler ve
benzerlikleri göstermek için de önemli bunlar.
Aşağıdaki
yazı, Sovyetler Birliği’nin resmi hükümet organı (“SSCB Halk Temsilcileri
Sovyeti Haberleri”) İzvestiya ile resmi parti organı (“SBKP Merkez
Komitesi Organı”) Pravda’da, başka bir deyişle, Sovyet yönetiminde 12
Eylül askeri faşist darbesinin nasıl yansıdığını, 12 Eylül’den 31 Aralık 1980’e
kadar Türkiye ile ilgili bütün haberlerini inceleyerek ele alıyor.
İzvestiya, darbe
haberini aynı gün akşam baskısında vermiş. Şöyle diyor:
“Ankara sabahı boş
caddelerle karşıladı. Tanklar ve zırhlı araçlar başkentin bütün anayollarını
kapatmış, hükümet binalarını bloke etmişti. Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece
Türk Silahlı Kuvvetleri ülkede iktidarı ellerine aldı. Askerler, genelkurmay
başkanı Kenan Evren’in başkanlığında Milli Güvenlik Konseyi kurdular. Anayasa
askıya alındı. Parlamento dağıtıldı. Demirel hükümeti devrildi. Bütün siyasi
partilerin, sendikaların ve sosyal örgütlerin faaliyeti de durduruldu. Ülkede
sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokaklarda askerler devriye
geziyor. Radyo halka sükuneti koruma çağrısı yapıyor. […]”
Pravda’nın 12
Eylül’le ilgili ilk yayını ise ertesi gün, Ankara muhabiri A. Filippov’un 12
Eylül’de geçtiği iki haber. Bu haberlerde darbeci Milli Güvenlik Konseyi’nin
açıklaması aktarılıyor; “ülkede durumun sakin olduğu ve herhangi bir şiddet
eylemi veya kurbanla ilgili haber ulaşmadığı” söyleniyor. Evren’in ilk radyo
konuşması da haberde geniş yer bulmuş:
“General Evren,
Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını koruyacağını, imzaladığı bütün uluslararası
anlaşmalara saygı göstereceğini ve bütün komşu ülkelerle eşitlik, karşılıklı
saygı ve içişlerine karışmama temelinde iyi ilişkileri devam ettireceğini
vurguladı.”
Aynı
gün İzvestiya, Evren’in ilk konuşmasını daha ayrıntılı vermiş:
“Evren’in dediğine göre,
dağıtılan parlamentonun üyeleri parlamento dokunulmazlığını kullanarak
kanunları ihlal edenler dışında mahkemeler tarafından kovuşturulmayacak.”
“Geçici
olarak ordunun korumasında” oldukları bildirilen dört siyasi partinin
liderlerinin “şartlar imkân verir vermez” serbest bırakılacağı da haberde
belirtiliyor.
Bu
ilk haberlerdeki “normalleşme” vurgusu, Pravda’nın 14 Eylül’deki
haberinin de vurgusu: gazete, “kısa bir süreliğine kesilen” demiryolu ve
karayolu ulaşımının yeniden sağlandığını, havaalanları ve limanların
açıldığını, yabancı ülke vatandaşlarının giriş çıkışına engellerin
kaldırıldığını yazıyor, keza: “Posta, telgraf, marketler, dükkânlar, pazarlar,
fırınlar ve apartman hizmetleri normal çalışıyor.” Pravda’nın yerel basından
aktardığına göre, Pazartesi günü de milli ve özel bankalarla devlet kuruluşları
yeniden çalışmaya başlayacakmış. Öte yandan: “İktidar için mücadele eden
partilerin liderleri… tecrit edildi. Resmî açıklamalara göre bunlar askerlerin
kontrolü altındaki güvenli yerlerde bulunuyor.” Gazete Evren’in açıklamasına
göre son iki yıldır “aşırılıkçılar” tarafından girişilen terör sonucu 5241
kişinin öldüğünü ve 14152 kişinin de yaralandığını eklemiş.
Pravda’nın
“ideolojik yol göstericiliği” altında İzvestiya da ertesi gün “Durum
normalleşiyor” başlığı atmış. Evren’in devlet başkanı yetkilerini üstlendiğini
yazmış; durum da öyle bir hızla normalleşiyormuş ki: “Ülkede sükûnet korunuyor,
sokağa çıkma yasağı süresi kısaltıldı.” İzvestiya, Demirel ve Ecevit’in
Gelibolu’da askeri yetkililerin gözetimi altında bulunduklarını, yabancı
ajansların haberlerine göre ise MHP genel başkanı Türkeş’in de tutuklandığını
belirtmiş.
İzvestiya, ertesi
gün şöyle yazıyor:
“Milli Güvenlik Konseyi
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ün ‘yurtta sulh cihanda
sulh’ ilkelerini takip etmekte kesin kararlı olduğunu açıkladı.”
Durum
normale dönerken: “Fiilen bütün kurum ve işletmeler faaliyetlerine yeniden
başladı”. Ancak haberin en dikkat çekici cümlesi şu: “MGK grevleri yasakladı ve
grevlerin sardığı özel işletmelerin sahiplerini de işçi ücretlerini yükseltmeye
mecbur kıldı.” Demek ki güvenliğin tesisi için (sahi, başka neden olabilir ki?)
grevler yasaklanmış ama ücret artışı metazori dayatılmış. Öyleyse Türkiye’de
emekçi kesimler için durumun fena olmadığı anlaşılıyor. En dikkat çekici ikinci
cümle: “Neofaşist ve sol aşırılıkçı örgütlerin elebaşı ve aktivistlerine
yönelik de tutuklamalar bildiriliyor.” Demek ki demokratik gelişmeden yana
olanlara dokunulmuyor; sadece faşistler ve “aşırı solcular” hedefte.
İzvestiya, Ankara
ve İstanbul da içlerinde 27 şehirde belediye başkanlarının yerini askerlerin
atadığı isimlerin aldığını da eklemiş.
Pravda ise aynı
gün askeri yönetimin çağrısıyla ülkedeki diplomatik temsilcilerin dışişleri
bakanlığına çağrılarak bilgilendirildiğini yazıyor. Pravda’nın Ankara
temsilcisi A. Filippov’un ulusal radyo ve televizyon yayınlarından aktardığına
göre “iş hayatı” normalleşmiş, özel ve devlet sektöründeki bütün işletmeler
faaliyetlerine tekrar başlamışlar. Darbecilerin patronlardan ücret artışı
istediği hatırlatmasını da yapmış Filippov, üstelik öyle böyle bir artış değil:
“Bir dizi tesiste ve
yönetim aygıtı alanındaki grevler kesildi. İşletmecilere ve kurum
yöneticilerine ülkedeki pahalılığın artışını dikkate alarak derhal grevcilerin
başlıca ekonomik taleplerini kabul etmeleri ve yüzde 70’e varan ücret artışları
yapmaları öneriliyor.”
Belirtmek
gerek; “grevlerin kesildiği” ifadesi yasaklandığı değil kendiliğinden
bitirildiği iması taşıyor. TİP genel başkanı Behice Boran’ın İstanbul’da ev
hapsinde tutulduğu özellikle vurgulanmış. Haberin en ilginç cümleleri şunlar:
“Son iki gündür askeri
yetkililer, çok sayıda aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçıyı gözaltına aldılar.
Tutuklananlar arasında bu yılın Temmuz ayında eski başbakan N. Erim’i öldüren
terörist grupları da var. Yetkililerin emriyle neofaşist Milliyetçi Hareket
Partisi’nin yayın organı Hergün kapatıldı. Yerel Aydınlıkçıların
gazetesi Aydınlık da yasaklandı.”
Pravda’nın
çaldığı tel, tıpkı İzvestiya gibi, “askeri yönetimin” (darbeciler
ifadesi özellikle geçmiyor) sola değil “aşırı sola” ve “neofaşistlere” karşı
olduğu.
Ankara
mahreçli haberlerde hayırhah tutumun örneklerine aşağıda da rastlayacağız.
Ancak Avrupa başkentleri mahreçli haberlerde başka ve nesnel bir eğilim var.
Örneğin Pravda’nın Bonn temsilcisi V. Mihaylov, 18 Eylül’de ABD
dışişleri bakan yardımcısı Warren Christopher’in Bonn’a planlanmamış bir
ziyarette bulunduğunu, görüşmelerde “Türkiye’deki olayların” da ele alındığını
bildiriyor. Mihaylov’a göre Türkiye’deki darbe, NATO üyeleri arasındaki eski
tartışmaları tekrar alevlendirmiş, “NATO’nun Türkiye’yi çok büyük ölçüde
militarize etmesi ve askeri köprübaşına dönüştürmesinin ülkeyi ekonomik
felakete sürüklemekte ve iç çelişkileri patlama noktasına kadar kızdırmakta olduğu”
endişeleri varmış. Dahası, “Washington’un Avrupalı müttefiklerinden bir kısmı
artık bu siyasetin devam etmesine karşı çıktılar.” Mihaylov, Belçika ve
Danimarka’nın Türkiye’de planlanmış NATO tatbikatının iptalini istediklerini,
ancak ABD ve Almanya’nın karşı çıktığını, bunun üzerine Belçika’nın tatbikata
katılmayacağını açıkladığını da bildiriyor.
Pravda’da 14
Ekim’de yayınlanan ve NATO liderlerinin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına
dönmesi çabalarına hız verdiğini vurgulayan Brüksel mahreçli haberi de bu
türden. Yunanistan, 1974’te Kıbrıs harekatının ardından NATO’nun “ataletini”
protesto için askeri kanattan ayrılmıştı. Gazete, ayrıca ABD’nin Avrupa’daki
kuvvetlerinin komutanı Rogers’in Türkiye’de Yunanistan meselesiyle ilgili
görüşmeler yaptığını da belirtiyor:
“Yerel gazetelerin
değerlendirmelerine bakıldığında Rogers […] son üç haftadır üç defa Ankara’ya
gitti ve ‘Yunanistan ve Türkiye’nin niyetleri hususunda tam bir iyimserlik
içinde’”.
Bu
Rogers, bilindiği gibi, Evren’in “yakın dostu” (öyle demişti faşist darbenin
lideri); Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi de bu “dostluğun”
eseri.
16
Ekim’de İzvestiya’da da Brüksel mahreçli bir haberde aynı nesnel ve
doğru tutum şu ifadeyle formüle edilmiş: “Türkiye’deki darbe, ABD’nin
desteğiyle, yerli gericilik tarafından gerçekleştirildi.” Bu, üç buçuk ay
boyunca darbenin gerçek niteliğiyle ilgili Pravda ve İzvestiya
sayfalarında yer alan tek doğru cümle.
Ama
Avrupa mahreçli yazılar, darbenin ABD destekli olduğunu açıkça ima ederken,
Ankara mahreçli haberler toz pembe bir tablo çiziyor.
Pravda, aynı
gün Evren’in basın toplantısının ayrıntılı bir haberini de vermiş.
Bu
toz pembe tablo, darbecileri neredeyse halkın dostu ilan eden eğilimi yıl
sonuna kadar görmeye devam ediyoruz.
Pravda’nın
Ankara muhabiri Filippov, 19 Eylül’de Evren ve Konsey üyelerinin TBMM’deki
yemin törenini haberleştirmiş. Ayrıca 18 Eylül’den itibaren Türk
vatandaşlarının yurtdışına çıkış yasağının tutuklu, gözaltında veya arananlar
dışında kaldırıldığını da yazıyor. Pravda, radyoya göre durumun sakin
olduğunu yazıyor; ancak şu da bildiriliyormuş:
“Ordu birlikleri ve
güvenlik kuvvetleri, kan dökülmesinden kaçınmak için gerekli tedbirleri alarak,
muhtelif aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçı grupları tecride devam ediyor.
Neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’ne ait bütün askeri-sportif kulüpler ve
kamplar kapatıldı ve yetkililer tarafından kontrol ediliyor. Bunların
yöneticileri ve aktivistleri gözlem altına alındı veya tutuklandı.”
Demek
ki askeri yönetim (darbeciler değil) kan dökmekten kaçınmak için her türlü
tedbiri alıyormuş; hedefleri de (Filippov’un daha önce bildirdiği gibi) sol
değil sadece “aşırı sol” ve neofaşistlermiş. Gazete, ayrıca Konsey’in Maliye
Bakanlığı’na az gelirli insanlardan ve küçük esnaftan vergi alınmamasını
sağlayacak bir kanun tasarısı üzerine çalışması talimatı verdiğini de
bildiriyor. Bakınız siz şu işe; bildiğiniz halkçı saymak gerek bu “askeri
yönetimi”.
Yalnız
(herhalde sosyalist olmadıklarından olacak) askeri yönetim, kimi onaylanmayacak
işler de yapıyor galiba. İzvestiya, 20 Eylül’de Türk-İş ile ilişkili 140
sendikal örgütlenme ile 470 başka sendikanın daha MGK rejimi tarafından
kapatıldığını ve bu sendikaların bankalardaki mali birikimlerinin de bloke
edildiğini, daha önce DİSK ile bağlı sendikaların faaliyetlerinin yasaklandığını
yazıyor.
İzvestiya, 22
Eylül’de Ulusu başkanlığında yeni hükümetin atandığını yorumsuz duyurmuş.
Pravda, 21
Eylül’de durumun normalleştiği haberleri serisine devam etmiş. Filippov imzalı
haberde genelkurmayın, NATO’nun batı Avrupa’da 22 Eylül’de başlayacak planlı
tatbikatı “Display Determination” manevralarına katılacağını açıkladığını
vurguluyor. Bu haberin en ilginç bölümü de şu:
“Türkiye’nin BM nezdinde
daimî temsilcisinin (bu sırada daimî temsilci Coşkun Kırca’ydı — bn.)
geçtiğimiz günlerde yaptığı ve Ankara’da belirtildiğine göre ülkenin yeni
yönetiminin tutumunu yansıtmayan açıklaması Türk basınının sert eleştirilerini
çekti. Cumhuriyet şöyle yazıyor: ‘Diplomatımızın, SSCB’nin Türkiye’nin
iç işlerine karışma tehdidi oluşturduğu ifadesi kesinlikle yersiz. Bu, ‘soğuk
savaşı’ hatırlatıyor, Sovyetler Birliği ile iyi komşuluk siyasetine (Milli
Güvenlik Konseyimiz de bu siyasetin devam edeceğini açıklıyor) zarar veriyor.’”
Türkiye’nin
resmi daimî temsilcisinin sözlerinin MGK’nın tutumuyla çeliştiği inancı ve bu
inancı MGK’nın hedefindeki Cumhuriyet’le teyit etme çabası tek kelimeyle
gülünç ama aynı ölçüde trajik.
Pravda, ertesi
gün yeni hükümetin kurulmakta olduğunu bildiriyor. MGK’nın diğer “normalleşme”
tedbirlerinden başka:
“Sıkıyönetim kanununda
siyasi renklerine bakılmaksızın terör örgütleriyle, keza kaçakçıların ve suç
unsurlarının faaliyetleriyle daha etkili bir mücadeleye imkân vereceği ifade
edilen değişiklikler kabul edildi.”
Eğer
Türkiye’de yaşamayıp Türkiye’yi Pravda’dan takip etmeye kalksak, “askeri
yönetimin” herkese eşit mesafede, tarafsız, hatta (patronlar üzerinde ücretlere
zam baskısı ve “aşırı solcular” ile faşistleri tasfiye etmeye, ama
sendikacıların serbest bırakılmasına bakılırsa sola zarar vermemeye yönelik
eylemlerinden ötürü) halkçı bile sayılabileceğine inanacağız. Ülkede durum
normal; asker ve polis, “yerleşim yerlerini muhtelif silahlı gruplardan
temizleme operasyonlarına devam ediyor”. Pravda, ayrıca Adana’da askeri
mahkemenin bir idam kararı verdiğini de belirtmiş. Kimin hakkında verilmiş,
neden verilmiş, bu ayrıntılarda yok, gereksiz görülmüş olmalı.
Pravda, 23
Eylül’de yeni hükümetin açıklandığını bildiriyor. Bu haberin eğlencesi ise
başka yerde: “Eski başbakan S. Demirel hükümeti tarafından IMF’nin baskısı
altında sosyalist devletlerle ticari-iktisadi temaslara getirilen bir dizi
sınırlama kaldırıldı.” Böylece “askeri yönetimin” hikmet ve faziletlerine bir
yenisi daha ekleniyor: IMF baskısına boyun eğmeyerek SSCB ile ticari ilişkileri
teşvik ediyormuş. Artık bundan iyisi Şam’da kayısı.
Filippov,
25 Eylül’de yeni hükümetin programıyla ilgili haberini geçmiş ve bu açıklamaya
göre, Türkiye’nin “yurtta sulh cihanda sulh” prensibine bağlı olacağını
vurgulamış. Bu, faşist darbede Kemalizm bulma yanılsamasının (veya arzusunun)
bir başka tezahürü; Pravda’nın daha sonraki haberlerinde de Türkiye’nin
NATO’ya bağlılığını korusa bile “askeri yönetim” altında siyasi tarafsızlığını
koruyacağı beklentisi anlaşılıyor. (Mesela 30 Eylül’de hükümet programı
meselesine geri dönmüş ve hükümet açıklamasından NATO ile ilişkileri
geliştirmeye devam etmekle birlikte bütün komşu ülkelerle dostça ilişkileri ve
sıkı işbirliğini geliştirmek arzusunda oldukları ifadelerini alıntılamış.)
Üstelik (Pravda resmî açıklamadan aktarıyor) “mali-iktisadi sıkıntıların
aşılması, siyasi durumun istikrarı ve terörizmle mücadele […] insan haklarına
saygı, kanunun üstünlüğü ve demokratik hürriyetlerin tedricen yeniden tesis
edilmesi temelinde” yapılacakmış.
Dahası,
dinin siyasete alet edilmesi de yasakmış. Pravda, ne dediyse tersi
oluyor, tüm nesnelliği yorumsuz veriyor; tek kelimeyle inanılmaz!
Pravda,
Türkiye’de yayınlanan gazetelere dayanarak, darbe yönetiminin “devlet
sektörünün ihtiyaçlarına yönelik tahsisatı artırmaya” kararlı olduğunu da
belirtmiş; bu sektördeki izinler geçici olarak kaldırılmış, izindekiler de geri
çağrılmış. Devlet sektöründe kimi kategorilerde ücret ve maaşların artışı ve
çalışma teşvikleri meselesi üzerinde çalışılıyormuş. Ne güzel!
İzvestiya ve Pravda,
29 Eylül’de SSCB Dışişleri Bakanı Andrey Gromıko ile darbecilerin dışişleri
bakanı İlter Türkmen arasında New York’ta yapılan görüşmeyi resmî açıklamadan
aktarmışlar:
“A. Gromıko Türkiye
dışişleri bakanı İ. Türkmen’i kabul etti. SSCB ve Türkiye arasındaki
ilişkilerle ilgili meseleler konusunda görüş alışverişi sırasında bakanlar bu
ilişkilerin istikrarlı muhtevasından memnuniyetlerini ifade ettiler ve her iki
tarafın da bunları siyasi, iktisadi, ticari ve diğer alanlarda iyi komşuluk
temelinde, eşit haklar ve karşılıklı yarar ilkelerine uygun olarak bundan sonra
da geliştirmek niyetinde olduğunu belirttiler. Kimi uluslararası problemler de
görüşüldü. A. Gromıko, bu bağlamda Orta ve Yakındoğu’daki durumda gerginliğin
tehlikeli niteliğine dikkat çekti. Görüşme dostça bir atmosferde gerçekleşti.”
Gromıko,
darbenin meşruiyetiyle ilgili en ufak bir yorumda bulunmamış!
İzvestiya, 1
Ekim’de Ulusu hükümetinin oybirliğiyle (aksi mümkünmüş gibi) onaylandığını
duyuruyor. 3 Ekim’de ise bir başka muhteşem haber daha var: “Türkiye Anayasa
Mahkemesi Amerikan havacılık şirketi Lockheed’in faaliyetleriyle ilgili
soruşturmaya yeniden başlama kararı aldı.” Darbeci generallerle Lockheed
arasında hiçbir zaman soruşturulmayan ve herkesin bildiği bir sır olarak kalan
akçeli işlerle ilgili daha sonraki bildiklerimiz, bu habere muhteşem niteliğini
kazandırıyor, ihtişamı, darbecilerin Lockheed gibi bir şirkete bile meydan
okuyor olabilme ihtimaliyle ilgili.
İzvestiya, 15
Ekim’de “çok sayıda teröristin tutuklandığını, çok miktarda silah, mühimmat,
patlayıcı madde ve kaçak mal ele geçtiğini” yazıyor.
Filippov,
aynı gün Pravda’da Demirel ve Ecevit’in serbest bırakıldıklarını
bildiriyor. Ancak Filippov’un yazdığı bütün haberlerde olduğu gibi bunda da
eğlenceli bir bölüm var:
“Askeri savcılık, delil
yetersizliğinden, DİSK de dâhil ilerici dernek ve sendikaların aktivistlerinden
büyük bir grubu serbest bıraktı. Türkiye İşçi Partisi genel başkanı B. Boran’ın
ev hapsinin kaldırıldığı da bildiriliyor.”
Evet,
kesinlikle halkçı bir “askeri yönetim” olmalı bu! Birçok açıdan iyi niyetli
olduğunu kabul etmek gerek; ancak birtakım baskılar var ki direnemiyor.
Nitekim: 18’inde Filippov, Ankara’nın “uluslararası tekellerin baskısı altında”
Türk lirasını başlıca batı paraları karşısında yüzde 3 devalüe etmek “zorunda
kaldığını” yazmış.
Pravda, 19
Ekim’de Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin komünist ve işçi partilerinin
Brüksel’de yapılan toplantısını yazmış. Haber (bu tür haberlerde genellikle
olduğu gibi) “her yerde emperyalist gericilikle keskin bir muharebenin
kaynamakta olduğu” klişesiyle başlıyor. Tek başına bu haber ve üslubu bile ayrı
bir yazıyla ele alınabilirdi; ancak şimdiki konumuz açısından dikkat çekici
olan şu: Yunanistan ve Türkiye komünist partilerinin bu ay (Ekim) yapılan ortak
toplantısı, Avrupa komünist partilerinin Paris buluşmasında, Varşova Paktı
üyesi devletlerin toplantısında ve Sofya’daki Barış İçin Halklar Dünya
Parlamentosu’nda ifade edilen barış ve silahsızlanma önerisini onaylıyor ve
destekliyormuş. Bu iki parti, Amerikan saldırganlığının Ortadoğu’da yarattığı
tehdit konusunda hemfikirlermiş. Her iki parti, Irak ve Irak arasındaki
savaştan ötürü de endişelilermiş. Ama haberde, Türkiye’de askeri faşist
darbeyle ilgili hiçbir şey yok; dolayısıyla her iki partinin de Türkiye’deki
faşist darbeyle şimdilik bir sorununun olmadığı anlaşılıyor.
Pravda,
salıverilen sendikacılardan başka Behice Boran’ın durumuyla da ilgili. Filippov,
23 Ekim’de Behice Boran’ın seçimlerden önceki radyo ve televizyon
konuşmalarında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tekrar Ankara Sıkıyönetim
Mahkemesi karşısına çıkarıldığını yazıyor. Başlık: “İlerici faaliyete
kovuşturma”. Olmayacak bir şey! Ama eğer Pravda’yla görüşme fırsatı
olsaydı, herhalde bu tür kovuşturmaları Nasır dönemiyle benzeştirirlerdi ve
“askeri yönetimin” tutumunu netleştirmek için zamana ihtiyaç olduğunu
söylerlerdi. Ve muhtemelen yönetimin bu “kararsız” halinin ülkenin içinde
bulunduğu ekonomik sıkıntılardan kaynaklandığını da eklerlerdi. Nitekim bu
zorluklar öyle ağır olmalı ki, Filippov, 29 Ekim’de Ankara’nın “IMF’nin ve
batılı tekellerin baskısı altında” (istemeden, ne yapsın, “baskı”) bir ay
içinde ikinci defa yüzde 3 devalüasyon yaptığını bildiriyor. Gazete, ayrıca
yılın ilk 9 ayındaki enflasyonun bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 69,9
olarak tespit edildiğini de belirtmiş. Ama bunlar bir siyasi tercih sayılmaz;
bunlar “baskı altında” alınan kararlar. Pravda, 14 Aralık’ta da faşist
darbecilerin hükümetinin yeni bir devalüasyon daha yaptığını duyuruyor, elbette
gene IMF’nin ve uluslararası tekellerin “baskısı altında”.
Bütün
bu haberlerin en önemlisi, dahası, bütün bu haberlerin aslında gazetecilik
kaygılarının değil (öyle olsa, ve karşımızda Pravda yahut İzvestiya
değil de başka, mesela batılı ilerici bir yayın organı olsa, nesnel kaynaklara
erişemedikleri için “yerel gazetelerin” yazdıklarını aktarmakla yetindikleri
düşünülebilirdi) ama (baştan beri altını çizmeye çalıştığım) bir
ideolojik-siyasi anlayışın sonucu olduğunu gösteren önemli bir “perspektif
yazısı” var, 30 Ekim tarihli Pravda’nın sayfasını işgal eden.
Gene
Filippov imzalı bir haberle karşı karşıyayız; darbe idaresiyle ilgili
izlenimlerini geçmiş. İlginç bir üslupla yapmış bunu; âdeta darbe yönetiminin
tezlerini Marksist sosa bulayarak, ülkedeki duruma dair az çok nesnel bir
analizle karıştırmak ister gibi; ne var ki doğal olarak bu şekilsiz lapadan
çıka çıka faşist darbenin aklanması çıkmış. Uzun bir alıntı yapmaya değer:
“Askerlerin sahnenin önüne
çıkması ülkede meydana gelen belli iç siyasi durumla ilişkili. Türkiye
Cumhuriyeti, son yedi yıldır uzatmalı bir kriz yaşıyordu. Kiminde Demirel
liderliğinde Adalet Partisi kiminde Ecevit liderliğinde Cumhuriyet Halk Partisi
tarafından birbiri ardınca kurulan hükümetler, muhtelif burjuva-toprak ağası
kesimlerin menfaatlerini yansıtıyordu ve kriz durumunu aşma gücüne sahip
değildi. Bu partilerin hiçbiri parlamentoda mutlak çoğunluk kazanamıyordu.
Sonuçta […] en yüksek yasama organı paralize olmuştu. Örneğin partiler arası
çekişmeler içindeki parlamenterler beş ay boyunca bir cumhurbaşkanı
seçememişlerdi. Başlıca iki burjuva grubunun iktidar mücadelesini sertleştiren
siyasi istikrarsızlık, sağ milliyetçi ve Maocu aşırı solcu örgütlerin terörüyle
iyice derinleşiyordu. […] Terörün vurucu gücü, küçük tüccarların, kırdaki
kulakların ve deklase olmuş şehirli gençliğin menfaatlerini ifade eden
neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’ydi. […] Erbakan liderliğindeki dinci
Milli Selamet Partisi devletin laik niteliğine karşıydı, medeni kanunun daha
ilk Cumhurbaşkanı Atatürk tarafından reddedilen şeriat kurallarıyla
değiştirilmesini talep ediyordu. […] Aşırılıkçı çıkışlar, Türkiye’nin son
yıllarda yaşadığı ağır iktisadi kriz […] ortamında gelişiyordu. […] Bu ortamda
ordu yönetimin dizginlerini eline aldı, Milli Güvenlik Konseyine göre
Türkiye’yi krizden çıkaracak bir tedbirler programı açıkladı. Aynı zamanda
askeri yönetim iktidarının geçici nitelik taşıdığı da açıklandı. […] Güvenlik
kuvvetleri ve askeri birlikler örgütlü terör dalgasını kırdılar. Basın,
neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi tarafından kurulan yıkıcı terörist
çetelerin geniş ağının tasfiye edildiğini bildiriyor. […] Dinci Milli Selamet
Partisi’nin ve sol aşırılıkçı grupların faaliyetleri de soruşturuluyor. […] Dernek
ve sendikaların aktivistlerinden oluşan bir grup da serbest bırakıldı. Askeri
yetkililer faaliyetlerini sadece temizlik ve önleyici tedbirlerle
sınırlandırmıyor; yasama reformları da ilan ettiler. Yeni anayasa kabul
edilecek. […] İktisadi alanda yönetimin faaliyetleri, esasen bir önceki hükümet
tarafından getirilen tedbirlerin devamına dayanıyor. Öncelikle özel sektörün
geliştirilmesi siyaseti devam ediyor. İktisadi planlar, daha önce olduğu gibi
batıdan yabancı sermayenin ve geniş mali-iktisadi yardımın çekilmesi
hesaplarıyla yapılıyor. […] yeni yönetim, daha önceki hükümet tarafından
IMF’nin baskısıyla sosyalist ülkelerle ticari ilişkilere getirilen bir dizi
ciddi sınırlamayı da kaldırdı. […] Hükümet programında sosyal nitelikli
teminatlar da var: halkın hayat seviyesinin yükseltilmesi, 3 milyonu aşan
işsizlikle mücadele, tarımsal reformlar gerçekleştirilmesi. Dış siyasete
gelince […] Türkiye’nin bugünkü yöneticileri komşularıyla ve bu meyanda
Sovyetler Birliği’yle de ilişkileri iyileştirmeye özel bir önem vereceklerini
açıklıyorlar. […] Türk toplumu milli bayramını […] kutlarken, ülkenin mevcut
güçlüklerin üstesinden başarıyla geleceği umudunu ifade ediyor.”
Alabildiğine
tepetaklak, alabildiğine çarpık, sübjektif, yanlış; ama derdini eksiksiz
anlatıyor.
İzvestiya, 31
Ekim’de Ecevit’in CHP genel başkanlığından istifa ettiğini duyurmuş. 3 Kasım’da
ise Konsey genel sekreteri Haydar Saltık’ın açıkladığı “Türkiye’nin demokratik
düzene geçiş programını” haberleştirmiş. Ayrıntılarını bildiğimiz şeyler
(kurucu meclis, yeni anayasa, yeni siyasi partiler ve seçim kanunu). Ertesi gün
Pravda’da Filippov da yazmış aynı şeyleri, ancak bir farkla: tıpkı 30
Ekim’deki benzersiz perspektif yazısında olduğu gibi burada da yeni anayasanın
“kabul edileceğini” vurgulamış. Kehanet değilse eğer (olmadığını düşünmek için
her türlü sebep var) kabul edilmeme alternatifi olmadığını bildiği için.
İzvestiya, ertesi
gün SSCB bakanlar konseyi başkanı N. Tihonov’un 29 Ekim bayramı vesilesiyle
Başbakan Ulusu’ya gönderdiği tebrik telgrafını ve Ulusu’nun cevabını yazmış;
her ikisinde de “SSCB ve Türkiye arasındaki ilişkilerin gelecekte de iyi
komşuluk ve karşılıklı yarara dayanan işbirliği ruhuyla sürdürüleceği umudu”
dile getirilmiş. Aynı haberi bir gün gecikmeyle (sabah baskısı yaptığı için bu
gecikme) Pravda da veriyor. Başlıca saiki antikomünizm olan bir faşist
cunta yönetiminin dünya komünizminin başı saydığı Sovyetler Birliği yönetimiyle
resmi ilişkilerinde sıraladığı saygı ifadelerindeki ikiyüzlülük şaşırtıcı
doğrusu. Aynı ikiyüzlülük, 11 Kasım’da gene İzvestiya’da yayınlanan
Evren’in devlet başkanı sıfatıyla SSCB Yüksek Sovyet Prezidyumu başkanı Leonid
Brejnev’e gönderdiği Ekim Devrimi tebrik telgrafında da var. Faşist darbenin
lideri şöyle diyor:
“Büyük Ekim Devrimi’nin
63’üncü yıldönümü vesilesiyle Türk halkı ve kendi adıma siz ekselanslarına en
samimi tebriklerimi […] gönderiyorum. Bu vesileyle […] Türkiye ve Sovyetler
Birliği arasındaki iyi komşuluk ve dostça işbirliği ilişkilerinin bundan sonra
da ülkelerimizin esenliği ve bütün dünyada barış için gelişmeye devam edeceği
umudumu ifade ediyorum.”
Pravda’da
Filippov, 14 Kasım’da Hürriyet’e dayanarak TİKP’in (Aydınlıkçılar)
Ankara’daki genel merkezinde arama yapıldığını ve “Pekin’le sıkı ilişkiler
içinde bulunduklarına” dair çok sayıda belge ve malzeme bulunduğunu yazıyor. Hürriyet’e
göre, ayrıca MHP genel merkez ve şubelerinde yapılan aramalarda da bu örgütün
katliam ve şiddet eylemlerindeki rolünü aydınlatacak ek bilgiler ortaya çıkmış.
Bu
Aydınlık meselesi önemli. Filippov (Pravda) 21 Kasım’da tekrar
dönmüş ona ve “Maocu TKİP’in elebaşı Perinçek ve aktif aşırılıkçı suç
ortaklarının tutuklandığını” yazmış. Demek ki izlek şu: cunta, neofaşistlerle
maocu aşırılıkçıları tutukluyor, böylece Pravda da faşist darbecilerin
“aşırı sola da aşırı sağa da” eşit mesafede bulunduğu, hem zaten bir grup
sendikacıların serbest bırakıldığı, dolayısıyla, solun demokratik faaliyetleri
açısından büyük bir engel bulunmadığı yanılgısını hiç şüphesiz bilinçli olarak
destekliyor ve bunu yaparken TKP dışındaki bütün solu (TKP’nin faşist darbeyle
ilgili henüz bir açıklaması yok zaten veya varsa bile Pravda da İzvestiya
da bunu aktarma gereği duymamış) ne varsa TİKP torbasına dolduruyor. Aydınlık
meselesinin önemi tam da burada. Oysa Aydınlık bugün olduğu gibi o zaman
da kendi meşrebine en yakın olanlar dışında Türkiye solunun her kesimiyle
çatışıyordu ve solun büyük bölümü tarafından sol olarak dahi kabul edilmiyordu.
Oysa Pravda büyük bir yetenekle bütün bu solu Aydınlık’la
eşleştiriyor.
Hem
Pravda hem de İzvestiya bütün bu süre boyunca Türk basınında
cesaret edip çıkan tek tük anti-Amerikancı seslerin etkisini abartmış. Bir
örnek: İzvestiya, 19 Kasım’da “Kararlı bir uyarı” başlığı altında
“etkili Türk gazetesi” Günaydın’ın “ABD’nin Ortadoğu bölgesinde
Türkiye’yi barış davası için tehlikeli olacak askeri hazırlıklara çekme
girişimlerine karşı kararlı bir uyarı yayınladığını” yazıyor. Bu muhtemelen
Teoman Erel’in bir yazısı (Filippov da biraz gecikmeli olarak, belki o gün
başka bir yazı konusu bulamadığından, 30 Kasım’da aynı yazıyı haberleştirmiş).
Erel bu yazısında, “Türkiye’nin aynı zamanda Kuzey Atlantik paktı üyesi olarak
lideri ABD olan bu paktın Ortadoğu’da bir ‘acil müdahale kuvveti’ meydana
getirir ve Amerikan basın organları Türkiye’nin, askeri teçhizat ve araçların
depolanacağı en iyi üs ve NATO füzeleri için en iyi fırlatma rampası olarak
düşünülmesi gerektiği yönünde yayınlar yaparken uyanık olması gerektiğini”
söylemiş. Teoman Erel’in yazısı öngörülüymüş gerçekten; İzvestiya şöyle
özetlemiş:
“Günaydın’a göre,
bu bahanelerle Türkiye’yi devre dışı bırakma amacı gizleniyor; bunun
meyvelerinden de bütün Avrupa yararlanacak. Günaydın, Türkiye’nin NATO
müttefiklerinin demokratik bir Türkiye mi görmek istediklerini yoksa Avrupa’nın
dışında fakir ve muhtaç bir devlet olarak Sedat tipi bir ileri karakol olarak
mı bırakmak istediklerini soruyor.”
Ne
var ki İzvestiya (ve Pravda) bu dönemde her kim olursa olsun
Türkiye’nin ABD oryantasyonuna karşı çıkan hiçbir sesin “askeri yönetim”
tarafından ciddiye alınmayacağını ve dahası, bu seslerin mümkün olan en kısa
sürede susturulacağını düşünmemiş, düşünememiş. Sovyetler Birliği tarihi
boyunca Türkiye ile ilgili muazzam hesapsızlıklardan bir diğeri daha.
Belki
de hesapsızlıktan daha fazlası. Pravda, 25 Kasım’da Milliyet’in
başyazısında Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerini geliştirmesi
gerektiği ifadelerini aktarıyor. Türkiye’nin “bir önceki hükümetin IMF ve
batılı tekellerin baskısıyla aldığı” Sovyetler Birliği ile dış ticaretin
sınırlanması kararını iptal etmesi, Sovyet yönetimi tarafından herhalde faşist
darbecilerin ülkenin bağımsızlığına sahip çıkma kararlılığı olarak görülüyor ve
Milliyet’in Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği
çıkışı da bunun delili sayılıyor. Pravda, 4 Aralık’ta gene aynı telden
çalıyor: bu defa Ankara’da yayınlanan Barış gazetesinin “ünlü yazarı”
Ahmet Şükrü Esmer’in yazısını özetlemiş; buna göre Esmer, IMF ve diğer batılı
tekelci örgütlerin Türkiye’nin güçlüklerinden yararlanarak kapılarını yabancı
sermayeye geniş bir şekilde açmasını dayattığını, keza ABD’nin “yardım”
karşılığı askeri üsler istediğini, oysa SSCB’nin herhangi bir dayatmada
bulunmadan ve milli bağımsızlığa zarar vermeden teknik-iktisadi yardımda
bulunmakta olduğunu yazmış.
“Askeri
yönetimin” İsrail ile diplomatik ilişkileri kesme çıkışı da aynı şekilde
kavranıyor; Filippov, 3 ve 7 Aralık’ta iki defa yazmış bunu. 7 Aralık yazısı,
tıpkı Günaydın’da Teoman Erel’in yazısında olduğu gibi, basındaki
sesleri iktidarın eğilimlerinin işareti sayma gafletinin bir başka örneği; bu
defa da Hürriyet’e dayanarak, darbe yönetiminin İsrail ile diplomatik
ilişkileri dondurma kararının ABD Kongre’sindeki “siyonist çevrelerin” öfkesini
çektiğini ileri sürüyor. Hürriyet’e göre: “Türkiye’nin dış siyasetine
karşı çıkan Amerikan siyonistleri aceleyle bir Türkiye karşıtı koalisyon
kurmaya giriştiler.” Ancak: “Halkın geniş kesimlerinin duygularını yansıtan
Türk basını, yönetimin İsrail’le ilişkileri dondurma çizgisini destekliyor.” Pravda
yorumsuz aktarıyor bunları; belli ki aynı düşünceleri paylaşıyor.
Bu
arada hem İzvestiya’nın hem de Pravda’nın “faşist cuntadan
reklamlar” serisi devam ediyor. İzvestiya, 2 Aralık’ta Türkeş’in
yargılanmasına tekrar başlandığını bildiriyor. MHP’nin “anarşi ve terörün
yayılmasında önemli derecede sorumluluk taşıdığını” vurgulamış; “askeri
yönetim” bu eylemleri soruşturma konusu yaptığına göre darbeciler olumlu bir
tutum takınıyor olmalı. MHP davası Sovyet yönetiminin darbecilere yaklaşımında
kendince bir tür turnusol kâğıdı olmuş belli ki; 9 Aralık’ta Pravda’da
Filippov da “İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman istihbaratının casusu olan neofaşistlerin
elebaşı Türkeş’in” mahkeme karşısına çıkarıldığını yazıyor. Darbecilerin “hem
aşırı sağa hem aşırı sola karşı” olduğu demagojisini aynen yansıtmaya devam
ediyor; siyasi terörün sorumlusu olarak (MHP’yle birlikte) “Maocu
aşırılıkçıları” da sayıyor. Pravda, bundan bir gün önce de başbakan
Ulusu’nun askeri yönetimin faaliyetleriyle ilgili basın toplantısını yazmış, en
ufak yorum katmadan. Ulusu’ya göre, “örgütlü terörün beli büyük ölçüde
kırılmış”.
Ulusu,
ekonomideki krizi aşmak için birtakım adımlar atıldığını, ancak enflasyon ve
işsizlikle mücadelenin bir numaralı sorun olduğunu da söylemiş. Keza
Türkiye’nin dış siyasette geniş uluslararası işbirliğinden yana olduğunu
vurgulamış, NATO’ya bağlılığının altını çizmiş ama bununla birlikte SSCB ve
diğer sosyalist ülkelerle işbirliğini geliştirmek istediğini söylemiş.
Başka
deyişle, faşist darbeye karşı hayırhah tutumda hâlâ hiçbir değişiklik yok.
Pravda’da
Filippov, 13 Aralık’ta bir başka farsa daha imza atmış. Türkiye’de özel
sektörde, özellikle de metalurji, tekstil ve cam işçiliğinde işçilerin temel
haklarının sistematik olarak çiğnendiğini yazmış; ama şu ifadeye bakınız:
“Bu sektörlerde patronlar,
MGK’nın […] talimatlarını ihlal ederek her türlü bahaneyle işçiler ve
memurlarla toplu iş sözleşmeleri imzalamayı reddediyor, mesai ücretlerini
ödemiyor ve sanayide istihdam edilen insanların çalışma şartlarını
iyileştirmekle ilgilenmiyor.”
Öyle
ki yaklaşık yarım milyon insanı temsil eden Türk-İş, “işletmecilerin yaptığı
kanunsuzlukların sona ermesini kararlılıkla talep etmiş”. Düşünebiliyor
musunuz, MGK’nın “talimatlarını” çiğneyerek! Eğer bu “talimatlar” çiğnendiyse
“askeri yönetim” muhakkak elindeki sopayı kullanacaktır, belli ki beklenti bu
yönde.
İzvestiya, sadece
12 gün sonra DİSK’in “anayasal düzeni yıkmak demek olan proletarya diktatörlüğü
tesisine yönelik faaliyetleri” yüzünden yasaklanması davasını haberleştirmiş;
ama (hayali sohbetimize devam etmiş olsaydık eğer) herhalde gene Nasır
Mısır’ını örnek gösterirlerdi.
Birkaç
haber daha var, ama onlar nispeten önemsiz, yazıyı uzatmaktan başka bir anlam
da taşımayacak. Ancak bütün bu üç buçuk aylık dönemin en eğlenceli yazısı,
Filippov’un 20 Aralık tarihli kısa haberi. Filippov, Washington’un Türkiye’de
bulunan Amerikan askerlerine üsleri dışında bulundukları sırada sivil
kıyafetler giymeleri talimatı verdiklerini yazıyor. “Amerikan kaynaklarına”
göre bu “Türkiye’de anti-Amerikancılığın yükselmekte oluşuyla” ilgiliymiş.
12
Eylül’de anti-Amerikancılığın yükselişini bulmak için ne olmak gerek,
bilmiyorum.
Sonuç
Hiçbir
siyasi sistem cennet vaat edemez ve her siyasi sistem kendi meşrebince
hatalarla maluldür. Sovyetler Birliği’nin dış siyaseti, kurucu ideolojinin bir
parçası olarak enternasyonalizmle devlet olarak varlığının ürettiği pragmatizm
arasında daha kuruluşundan itibaren (ikincisinin zamanla belirleyici ağırlık
kazanmaya başladığı) bir sarkacı andırıyordu. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok;
devlet olmakla enternasyonalizm arasında böyle bir açı vardır ve bundan sonra
da olacak. Bununla birlikte sarkaç her şeye rağmen düzgün ayarlanabilirdi ve
bunun için sadece değerlendirmelerinde objektif olmak, “somut şartların somut
analizini yapmak” gerekirdi; oysa pragmatizmin tayin edici olduğu dönemlerde
(hiç değilse Türkiye söz konusu olduğunda) bu pragmatizm nesnel analizler
üzerine değil, sübjektif kanaatler üzerine kurulmakla kalmadı, üstüne üstlük Marksizm
sosuyla da ıslandı.
Evet,
devir değişti artık, bugün başka bir dünyada yaşıyoruz. Sovyet dış siyaseti,
kâğıt üstünde “ideolojik” bir siyasetti: proletarya enternasyonalizmine
dayanıyordu; ama (bu enternasyonalizmden özellikle Afrika ülkelerinde 1990’a
kadar hiçbir zaman tamamen vazgeçmemiş olsalar bile) gerçekte Türkiye’de faşist
darbede halkçı bir eğilim arama pragmatizmine varmıştı. Muazzam bir siyasi
yanılgı!
Rusya
Federasyonu’nun dış siyaseti ise resmen pragmatist olarak tanımlanır; bu
siyaset, Rusya’nın “milli menfaatlerini” esas alır. Bununla birlikte (Ukrayna
meselesinde açık seçik görüyoruz ki) bu siyaset, aynı zamanda muhatabının
hukuki meşruiyeti üzerine kurulur; meşruiyet ise anayasal düzendir. Anayasal
düzenin ilga edildiği yerde hukuki meşruiyet kalmaz; dış ilişkiler de (hiç
değilse prensip olarak) buna göre yeniden şekillenir.
Sovyet
yönetiminin Türkiye’de askeri faşist darbe karşısında düşünmediği şey bu. Düşünmedi,
çünkü Türkiye’ye yönelik bütün siyasi yaklaşımı baştan ayağa yanlıştı.
Çağdaş
Rusya yönetiminin pragmatist dış siyasetinin sonuçları hoşunuza gitmeyebilir;
ancak bu “realpolitikin” temelinde yatan sübjektif inançlar değil, objektif
analizlerdir; bu, onu geç dönem Sovyet yönetiminin Türkiye yaklaşımından ayıran
başlıca özelliği.
Sovyetler
Birliği’nde ve çağdaş Rusya’da da Türkiye’ye dair tarihçilerin görüşleri pek
nadiren yanlışlanmış, siyaset bilimcileri ve yorumcuların görüşleri ise pek
nadiren doğrulanmıştır. Sovyetler Birliği’nde bu ikinci grupla Kremlin çoğu
zaman aynı şey olduğundan, özellikle 1960’lardan itibaren Kremlin’in Türkiye’ye
dair görüşleri de pek nadiren doğrulanmıştır. Çağdaş Rusya’da ise Kremlin’in
Türkiye’ye dair görüşleri pek nadiren yanlışlanır.
Ama
soru şu: dış siyasette “milli menfaatler” başka ülkelerin (ve halkların) milli
menfaatleriyle örtüştüğünde ne olur?
Kemalist
dönemin (kabaca 1922 ile 1937 arasına tarihleyelim bunu) dış siyaseti
alabildiğine pragmatistti, ancak bu pragmatizm, bir dizi düşman karşısında var
olma mücadelesinin sonucunda kesinlikle ilericiydi ve birçok başka halkın milli
menfaatleriyle bütünüyle örtüşüyordu. Üstelik bu pragmatizm ister istemez (bu
kelimenin en olumlu anlamıyla) ideolojik bir anlam kazanmıştı; çünkü ortak
düşmana karşı şu veya bu ölçüde ortak mücadele kaçınılmazdı.
Hazal Yalın
20 Eylül 2024
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder