12
Eylül yaklaşırken, onun üzerinde ilde uygulanan sıkıyönetimin genişletileceği,
hükümet kurulamasının ve sokağın güvenliğinin sağlanması gerekçesiyle askeri
darbe yapılacağına dair tartışmalar solda yürütülürken, bugünkü Evrensel
gazetesini kuracak olan çevre, askeri darbeyi tahmin edemeyenler arasındadır.
Kendilerine siyasi model seçtikleri, Arnavutluk Emek Partisi’dir.
Doksan
ortalarında kurdukları parti de bu isimden etkilenir. Hem Çin hem de Sovyet
yönetimlerine karşı olup tek ülkede sosyalizmi kendine koruma hattı olarak
çizen Enver Hoca, ülkemizdeki bu siyasi çevre üzerinde etkili olur.
12
Eylül, emperyalist askeri darbe olarak gelir. Solun bir kesimi darbeyi Kemalist
subayların yapmış olabileceğine umut bağlarken, bu çevrenin kendine model
aldığı Arnavutluk Emek Partisi ülkemizdeki darbeci yönetimi meşru gördüğünden,
muhatap alıp görüşmelere devam eder. Kendilerine yakın gelenekten Erdal Eren
idam edilirken, Arnavutluk yönetiminden ses çıkmaz. İdam ve işkenceler devam
eder. Kendi peşinden gelen çevreye sahip çıkmayan Arnavutluk yönetimi, belirli
günlere özel tebrik mesajları gönderir. Hatta başkanlar düzeyinde görüşmeler
gerçekleştirilir.
Sosyalizmle
yönetilen Bulgaristan için de durum Arnavutluk’tan farklı değildir. Kenan
Evren, Jivkov’a “Şeref Madalyası” verir.
Evrensel gazetesi
çevresi bu durumdan bir pay çıkarmamış olmalı ki kurdukları partiye verdikleri
isim de Arnavutluk’tan alıntıdır.
Bu
çevreyle mahalleler üzerinde yürüttükleri hâkimiyet mücadelesi yürütüp sol içi
şiddetin zirve yapmasına neden olan diğer çevre de Birgün gazetesini
kuranlardır. Onlar da Afganistan sorununda Sovyetler’e karşı tutum alırlar.
Afganistan’ın bugün geldiği aşamadan dolayı sokağa inip Afganistan hassasiyeti
göstermeleri gerçeği yansıtmamaktadır. Onlar, Kavala’dan aldıkları parayla
gazetesinin borçlarını ayakta tutanlardır. Partilerinin adını değiştirme
nedenleri de liberalleri tasfiye etmektir fakat o liberalleri 2010 öncesinde
radikal demokrasi partisinden vekil yapanlar da kendileridir, aynı yıllarda
Kavala’dan para alanlar da. Kavala’nın bu parayı verdiği dönemle liberallerin
aynı parti aracılığıyla ittifaka girip vekil olması tesadüf değildir.
Bu
iki çevrenin de Ukrayna sorununa yaklaşımı emperyalizmin politikalarıyla aynı
yerde buluşuyor. Sorun, Rusya’nın bugünkü politik tablosu değildir. Asıl sorun
Donbass halkının emperyalizme direnirken katliamlara uğramasıdır ama bu
çevreler, bunu politik ve vicdani dert edinmezler. Peşlerinden gittikleri
ideologlar da işkence ve idamı emperyalizm adına gerçekleştiren darbe
yönetimini meşru muhatap sayanlardır. Bu yüzden bugün Kavala’dan para alan
çevrenin şefi darbe geldiğinde Avrupa’ya kaçamadığı için morali bozulup
mahkemelerde de şefi olduğu geleneği tasfiye edendir, üstelik idamlar
güncelken.
Arnavutlukçu
çevrenin şefi de doksan başında çıktığı cezaevinden İngiltere’ye iltica
etmiştir. Dönemin TKP’sinin şefleri de önce darbeye karşı çıksa da sosyalizmi
tasfiye eden ülke yöneticilerinin iknasına razı olmalı ki sonradan sessiz
kalmışlardır. Bugün neyse geçmişte de bu çevreler aynıdır. Yeni Çeltek ve Fatsa
gibi kendilerini aşan deneyimleri bu yüzden bugün üretemiyorlar, üretemezler
de. Benzer şekilde 19 Aralık geldiğinde parti bürolarının kapılarının ailelere
açılmamasının talimatını verenler de yine bu çevrelerdir.
Bugün
ilkeyi ve niteliği önemsemeyip niceliği ve gücü öne koyduklarından radikal
demokrasi partisinin peşinden gidiyorlar. Meclise vekil göndermeleri de
kitleselleşmelerine katkı sağlamıyor. Büyümek, güç olmak, düzeni değiştirmek
gibi bir hedefleri yok çünkü bunun bedelleri var. Bu yüzden kazandıkları
emekçinin de sınıf kinini törpüleyip onları birer partili liberal bireye
dönüştürüyorlar. Politikaları bundan ibaret. Sömürü düzeni için risk içeren
çevre olsalar, neden İngiltere ve AB ülkeleri bu çevrelerinin ideologlarına,
insanlarına, şeflerine oturum izni versin! Emperyalistler bu kadar demokrat
değil.
Tüm
bu ve benzeri nedenlerden kaynaklı olarak bu çevrelerin büyüme ve genişleme
diye bir hedefi olamaz. Anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-faşist
mücadeleye pusula olup emekçi halkın mücadelesini taşıyacak bir donanıma sahip
değiller ama sahip olmak gibi bir dertleri de yok. Konumlarını, varoluşlarını,
yayınevlerini, sendikaları, meslek odalarını ellerinde tutup tabelalarını
indirmemek onlar için yeterli.
Bu
noktada yakın geçmişe döndüğümüzde, ideolojinin tasfiye edildiği fakat belirli
tarihi olayların insani acılardan dolayı konuşulmadığı ve bu tasfiye sürecini
yürütenlerin de bu hassasiyetlerden yararlanıp kendilerini gizledikleri
görülebilir.
7
Haziran seçim sürecinde ittifakına katıldıkları partinin binaları, insanı ve
mitingleri saldırıya uğradı. Seçimden birkaç gün önce Diyarbakır mitingine
saldırı gerçekleştirildi ve insanlar öldü. Seçim bittikten sonra temmuzda Suruç
Katliamı gerçekleşti. Birçok benzer olay Ekim’e kadar sürdü ve sonrasında devam
etti. Tüm bunlara rağmen sol, 10 Ekim için kitlesel katılımlı Ankara çağrısı
yaptı.
Şurası
açık ki hiçbir alan güvenliğinin sağlanmadığı, sürecin iyi çözümlenmediği,
insanların ideolojik ve vicdani hassasiyetlerinin yanlış politikalarla sekteye
uğratıldığı 10 Ekim eylemi, kitlesel mücadelenin tasfiye edilmesinin yolunda önemli
bir eşiğe işaret eder ama bunun ideolojik temellerini tartışacak olduğunuzda
size yakıştırılmayacak sıfat yoktur.
Bu
katliama rağmen, iki ay sonra gidilen 29 Aralık Grevi de gerekçe edilerek
emekçiler ihraç edildi. Edilenlerin önemli bir kesimi sendikal mücadeleyi
büyütüp geliştiren insanlar. Bugün bu dinamizm sendikal mücadelede gerileyip
zayıfladıysa, bedelini ödeyip direnme kararlılığını gösteremeyen tasfiyeci çevreler
yüzündendir.
10
Ekim ve 29 Aralık, her türlü sonuç gelse de karşılığında mücadele
edilmeyeceğini daha baştan ortaya koyan eylemlerdir. Sorun, sonuç her türlü
bedelle gelebilir diyerek geri çekilmek değildir. Asıl sorun, eylemin sonucunda
ödenebilecek bedeli göğüslememektir. İnsanlara direnmeyip OHAL komisyonunun
vereceği kararı beklemesini telkin eden sendika bürokratları, açıkça düzene
uygun insan şekillendirmenin ortaklarıdır.
Bugün
emekçilerin değiştiğinden, sendikal mücadelenin gerilediğinden, emekçiyle
sendikanın bağının zayıfladığından yakınan sendika bürokratlarına inanmamak
gerekiyor çünkü özünde sendikaları çalıştırmayıp tabela büro haline getirmek
isteyen, kendi siyasi çevreleridir. Yakınma sadece durumun gerçek nedenlerinin
üstünü örtmek için izlenen taktiktir.
Şubelere
yönetici olarak görev almaları yakın oldukları partilerinin vekil pazarlığını
daha güçlü yapabilmeleri ve kendilerinin de sendikal ilişkileri kullanıp “politik”
bar açınca kâr getirecek müşteri birikimini sendika üyelerinden oluşturabilmeleri
içindir. Oyun bu şekilde kurulduğunda, sol kültürün değerleri de ters yüz
edilir, eldeki konum her kapıyı açar.
Sendikaları,
yayınevlerini, eğlence sektörünü, partileri, emlak pazarını ellerinde tutanlar
bu kesimler ve kurdukları ittifak bileşenleridir. Bu yüzden, bugün OHAL’e
direnmemeleri güçsüzlüklerinden değil, geçmişte de hiçbir darbeye
direnmediklerindendir. Daha fazlası beklenemez. İşçicilik ile işçi sınıfının
ideolojisinin emekçi halkın mücadelesinin pusula ve rota olmasının arasındaki
çizgiyi bilerek çarpıttıklarından, ikincisini ve bunun gereklerini bilen
çevrelere “mücahit, mürit, eril, geri, sekter, tarikat, Narodnik, maceracı,
anarşist” derler. Buna bağlı olarak da değerlere yapılan hiçbir saldırıya tavır
almazlar, kendilerini var edip bugün aralarında olmayan bedel ödemiş insanların
adını dahi anmazlar. Ansalar, kendi insanlarının bu kişilerin yaşamlarını
soracağını bilirler ve o yaşam hikâyelerini ideolojinin oluşturduğunun
bilinmesini istemezler ama bugünkü konumlarının o günkü insanları var ettiğini
iddia ederler. O yüzden sömürü düzeniyle mücadele ederken, bu çevrelerle
ideolojik mücadele yürütmek şarttır.
Öyle
bir ortam oluşturdular ki eleştiri, ülkenin mevcut koşulların dolayı saldırı
gibi algılatılır duruma getirildi. Peşlerinden gittikleri burjuva hareketlere
bile söz söyletmez oldular. Aslolan şu ki hiçbir sınıf hareketi, burjuva ve
küçük burjuva hareketlerin peşinden gitmez, bu hareketler sınıf hareketinin
peşinden gider. Bunun gereği de ideolojimizden emin olmaktır.
İnsanlar
eleştirilerek kazanılır, sürekli yüceltilerek değil ama eleştirirken, onun
derdiyle dertlenmek ve güven vermek gerekir. Solu hizaya getirmek gibi bir
derdimiz yok bizim. Hiçbir sendika bürokratı da bu sol çevrelerin şefleri de
düzelmez, sendikaları da sınıf mücadelesinin odağına getirmenin yolu sendikal
bir hareket olup yönetime gelerek sınıf siyasetinin gereğini yapmaktan geçer.
Diğer türlü, yan yollar için harcanan enerji, ideal düzenin gelmesini
geciktirip yolu uzattığı için reformizmdir. Zaten hiçbir reformist de reformist
olduğunu kabul etmez.
Derdimiz
emekçi halkın sorunlarıdır ve amacımız sömürüsüz düzene adım adım yürümektir.
Ancak yan yana gelip güç olarak bunu başarırız. Biz emekçileri bir yere çağıramazsak,
onların gideceği yer tasfiyeci çevreler olur. Eleştirideki amaç rekabet,
ukalalık ya da malumatfuruşluk değildir, onlardan düzelmelerini beklemek hiç
değildir. Biz sınıf hareketi olarak güç ve umut olursak, onlar için çok da bir
alan kalmaz, ideolojik mücadele yürütmek zorundayız. Aksi durumda tasfiyeci
Arnavutluk ve Bulgaristan yönetimlerinin politikalarıyla bugünlerini var edip
12 Eylül’e direnmeyen sol çevreler, emperyalizme ve sömürü düzenine paratoner
olmaya devam edecektir.
NOT:
Hüseyin Haydar’ın şiirinden birkaç dize çıkarılsa bile fark edilmeyecek kadar
iyi şiirleri olduğunu edebiyat eleştirisi olarak yazan Asım Bezirci ve diğer “ustaların”
şaire uygulattığı otosansür, 12 Eylül ve solun kültürel hegemonyasının da nasıl
bir ideolojik perspektife sahip olduğunu ortaya koyar. Edebiyat eleştirisi diye
sunulan birkaç dize çıkarmanın asıl nedeni, yıllar sonra basılan kitabın arka
kapak yazısında mevcuttur. Bu sol çevrelerin her alandaki durumu aşağıdaki
cümlelerde geçmektedir:
“Acı
Türkücü’nün garip bir yazgısı vardır. 12 Mart darbesi boyunca, şairin başından
kalkmayan dumanlı karanlık, 12 Eylül faşizminin azgın günlerinde de dağılmaz;
hatta daha da koyulaşarak yayılır. Dosya halindeyken Türkiye’nin en saygın
ödüllerinden Akademi Kitabevi Şiir Birincilik Ödülü’ne değer görülmek bile onu
tam olarak özgürleştiremez. Kitaplaşma sırasında bazı şiirler, bazı şiir
öbekleri ve hatta bazı ‘tehlikeli imgeler’in kitabın toplattırılmasına yol
açacağı düşünülerek çıkarılmasına karar verilir. Kararı verenler toplumcu
şiirimizin çile çekmiş, soylu şairleridir. A. Kadir, ‘bunları koymayalım
Haydar,’ der, ‘Şimdi başına iş açılacak. Sonraki baskılarda eklersin.’ Şükran
Kurdakul da şöyle der: ‘Birkaç şiir için altı ay yatmaya değmez.’ Sevgili Asım
Bezirci ve Kemal Özer de onaylar bu görüşü. Genç şair, şiiri için hapsi göze
almıştır, ama ustaları kıramaz; ömürlerini devrime adamış öncülere karşı
davranışının gereksiz bir ‘yiğitlenme’ olacağını düşünür… Acı Türkücü, 1981
Aralık ayında eksikleriyle yayımlanır. Kitap büyük bir beğeniyle karşılanır ve
kısa sürede tükenirse de eksik çıkan ilk kitabın sevinci de hep yarım kalır.
Şiire iddialı bir giriş yapan Hüseyin Haydar, A. Kadir’in deyişiyle, ‘Duyarlı
ve yumuşak. Acılı, ama kötümser değildir.’ Otuz yılı aşkın bir aradan sonra
okuyucuya sunulan yeni baskı, bu eksikleri az da olsa gidermiştir. Türkiye’nin
karanlık bir dönemine ayna tutan Acı Türkücü’nün, onca hoyratlık, kuruluk
içinde yüreğinizin tellerine yumuşacık, sıcacık dokunduğuna şaşacak, bunca yıl
nasıl taze kaldığına tanık olacaksınız.”
S. Adalı
16
Eylül 2024
0 Yorum:
Yorum Gönder