28 Aralık 2020

,

Mevcut Konjonktüre Dair

“Burjuvaziye noel moel yok!


Politik açıdan mevcut konjonktür, nadiren rasyonel bir değerlendirmeye tabi tutuluyor. Çevreciliğin en mutaassıp ama mutaassıp olduğunun bile farkında olmayan kesimlerinin (“Kıyametin eşiğindeyiz” diyen) felâket tellallığı ile dümensiz gemide kendi hayalleriyle yaşayan (“Hepimiz önlenemeyen kitle hareketlerinin ibretlik mücadelelerine ve krizin içerisindeki liberal kapitalizmin çöküşüne tanıklık ediyoruz” diyen) solun varolduğu koşullarda, rasyonel her türden yönelim, hükmünü yitiriyor, aktivist ya da yenilgici fark etmez, akıl keşmekeşe teslim, keşmekeş de her yana hâkim oluyor. Burada hem gözleme hem de öngörüye yaslanan birkaç kanaatimi aktaracağım.

Birkaç yıldır, “Arap Baharı” denilen olaydan beridir, neredeyse tüm gezegen ölçeğinde, mücadelelerle, daha net bir ifadeyle, kitlesel hareketliliklerle ve toplu gösterilerle yüklü bir dünyaya tanıklık ediyoruz. Kanaatimce genel konjonktüre asıl damgasını “hareketçilik” vuruyor. Bu anlayış, önemli halk birlikteliklerinin illaki mevcut durumu değiştireceğine inanıyor. Bu türden eylemlere Hong Kong’da, Cezayir’de, İran’da, Fransa’da, Mısır’da, Kaliforniya’da, Mali’de, Brezilya’da, Hindistan’da, Polonya’da, daha birçok yerde ve ülkede tanıklık ediyoruz.

İstisnasız tüm bu hareketler, üç özelliğe sahipmiş gibi görünüyorlar:

1. Bu hareketler, toplumsal köken, isyanın gerekçesi ve kendiliğindenliği esas alan politik kanaatleri açısından farklı yönelimleri içinde barındırıyorlar. Bu çok farklı biçimlere sahip olan yönü, aynı zamanda hareketlerin ulaştığı sayıları da izah ediyor. Hareketler, salt işçilerin meydana getirdikleri birlikteliklerden, öğrenci hareketi eliyle gerçekleştirilmiş gösterilerden, vergilerin altında inim inim inleyen esnafın isyanlarından, feministlerin protestolarından, ekolojik kehanetlerin yol açtığı eylemliliklerden veya göçmenler olarak adlandırılan, benimse “göçebe proleterler” dediğim insanların yürüyüşlerinden ibaret değiller. Bunların hepsini bir miktar içeriyorlar. Hâkim eğilimin saf manada taktiksel olan idaresine girebiliyorlar veya mekâna ve koşullara bağlı olarak, birkaç eğilimi birden kucaklayabiliyorlar.

2. Bu gerçeklik üzerinden, söz konusu hareketlerin birleşmesi mümkün değil, ayrıca ideolojilerin ve örgütlerin mevcut hâli dikkate alındığında, bu hareketler, zaten birleşemezler. Bu birleşemezliğin, farklı gerçeklikleri bağrında taşıdığını söylemeye bile gerek yok. Birileri, Çin hükümetinin adımlarına karşı isyan edebiliyorken, bir başkası, Cezayir’deki askerî kliklerin elinde tuttuğu iktidara karşı başkaldırabiliyor veya İran’da dinî hiyerarşinin engellemelerine karşı geliniyor, Mısır’daki kişisel despotizme itiraz ediliyor, Kaliforniya’da milliyetçi ve ırkçı gericiliğin manevraları karşısında duruluyor, Mali’de Fransız ordusunun eylemlerine, Brezilya’da neofaşizme, Hindistan’da Müslümanlara yönelik zulme, Polonya’da kürtajın ve gelenekselin dışındaki cinsel yönelimlerin damgalanmasındaki gericiliğe vs. karşı çıkılıyor.

Ne var ki bu hareketlerde genel bir kapsama sahip bir karşıt öneriyi ifade edecek, yeni hiçbir şey söylenmiyor. Günün sonunda bugünkü kapitalizmin sahip olduğu kısıtları aşacak müşterek bir politik öneriden mahrum olan hareket, uygun bir isme, genelde devlet başkanına itiraz üzerine kurulu bir birlik hâlini alarak sonlanıyor. Bir yerde “Mübarek gitmeli” sloganı, başka bir yerde “Faşist Bolsonaro Defol!”a, başka bir yerde “Irkçı Modi haydi yoluna!” sloganına, Amerika’da “Trump defol!”a, Cezayir’de “Buteflika emekli ol!”a dönüşüyor. Elbette bu noktada, doğal hedefimiz olan Macron’cuğa yönelik hakaretleri, azil çağrılarını ve kişisel saldırıları unutmamak gerek.

Bana kalırsa tüm bu hareketler, tüm bu mücadeleler, en nihayetinde “defolculuk”tur. Burada daha çok liderin defolup gideceğine dair bir dilek söz konusu ve bu dilekte bulunanlar, ne o liderin yerine gelecek kişiyle, ne de gittiğini varsaysak bile, bu gidişin mevcut durumu nasıl değiştireceğiyle ilgileniyorlar.

Hâsılı, herkesi birleştiren reddiye, yeni türde bir siyasetin ne olacağına, ne olması gerektiğine, konjonktürün analizine dair herhangi bir pratik anlayışa veya olumlayıcı bir yaklaşıma ve yaratıcı bir iradeye sahip değil. Bunların yokluğu, hareketin sonuna delalet eder ve en nihayetinde hareket, birliğin nihai biçimi, yani o herkesi mağdur eden polis baskısına karşı ayaklanma biçimini alarak sona erer. Başka bir ifadeyle, bir reddiye biçimi olarak hareket, devlet eliyle redde tabi tutulur.

Bu, bizim Mayıs 1968’den aşina olduğumuz bir gelişmedir. Müştereken olumlu gördüğümüz herhangi bir şeyin bulunmadığı koşullarda, yani hareketin başlarında hepimiz sokaklarda “faşist polis!” diye bağırıp durduk. Ne mutlu ki sonrasında, elbette karşıt politika anlayışları, farklı olumlanan şeyler arasında yaşanacak çatışma pahasına, isyancılardaki o olumsuzlayıcı tutum, yerini daha ilginç şeylere bıraktı.

3. Aradan epey zaman geçti ve bugün dünya genelinde hareketçilik, sadece ilk planda isyan edilen şeyden daha kötüsüne dönüşme ihtimali bulunan, makyajlanmış değişikliklerden ya da güçlerin daha da pekişmiş bir biçimde yeniden üretilmesinden gayrı bir sonuca ulaşamadı.

Mübarek gitti, yerini askerî gücün muhtemelen daha kötü bir versiyonu olan Sisi aldı. Sonuçta Çin’in Hong Kong’un boynuna geçirdiği boyunduruk, Pekin’i yönetenlerin düşünceleriyle uyumlu kanunlarla ve eylemcilerin toplu olarak gözaltına alınmalarıyla daha da güçlendi. İran’daki dinî zümrenin kılına zarar gelmedi. Şükürler olsun ki Modi ve Bolsonaro türünden en faal gericiler ya da Polonya’daki din adamları kliğinin façası hiç bozulmadı. Bizim Macron’cuğumuzsa yüzde 43’lük güvenoyu ile seçim bağlamında çok daha sıhhatli duruma geldi. Macron’un durumunu mücadelelerin ve hareketlerin çıkış aldığı günlerdeki destek üzerinden ele aldığımızda bile geçmiş cumhurbaşkanlarıyla önemli bir farklılığın ortaya çıktığını görürüz. Gerici bir isim olan Sarkozy veya pek sosyalist Hollande gibi Macron’la benzer sürelerle görevde kalan isimlerin arkasındaki destek, eylem günlerinde en fazla yüzde 20’yi bulmuştu.

Bu noktada şu türden bir tarihsel kıyaslama yapılabilir: 1847-1850 yılları arasında Avrupa genelinde büyük işçi ve öğrenci hareketleri, geniş kitleler, 1815 tarihli restorasyon sonrası tesis edilen ve 1830 Fransız Devrimi ardından pekiştirilen despotik düzene karşı ayaklanmışlardı. 1848’te açığa çıkan tüm coşkulu hâlleriyle iktidarı reddiyeye tabi tutan, ama temelde farklı bir siyaseti neyin temsil edeceği konusunda sağlam bir fikri bulunmayan o öfke, geriletici sürecin domino taşlarını devirmekten başka bir işe yaramadı. Neticede Fransa’da yeni gelişen kapitalizm, kendi vekilini buldu. III. Napolyon, Victor Hugo’nun tabiriyle “Küçük Napolyon” adındaki bu vekil, bitmek bilmeyen bir saltanata hükümdar oldu.

Buna karşın, 1848’de Almanya’daki ayaklanmalara katılan Marx ve Engels, tüm gelişmelerden dersler çıkarttı ve bu dersleri hem Fransa’da Sınıf Mücadeleleri isimli broşürde, hem de sürece olumlu yaklaşan, bir anlamda onu ebedi kabul eden, tümüyle yeni bir siyasetin nasıl olması gerektiği üzerinde duran Komünist Parti Manifestosu’nda aktardı. Bu olumlayıcı bir yaklaşımla gerçekleştirilen teorik inşada, aslında varolmayan ama olması gereken bir partinin “manifesto”suyla, uzun vadede başka bir siyaset tarihi başlamış oldu.

Marx manifestoyu yazdıktan yirmi üç yıl sonra, Paris Komünü denilen, olumlu birlik sürecinin etkili teşkilâtından bir kez daha mahrum olan, ama düşmana karşı kendisini kahramanca savunan, o hayranlık uyandırıcı deneyimden yeni dersler çıkarttı.

Bugün içinde bulunduğumuz şartların o günkünden çok farklı olduğunu söylemeye bile gerek yok! Ama ben, bugün reddiyeci sloganların ve savunmacı eylemlere dönük ihtiyacın etrafında dönüp duran her şeyin, nihayetinde kendi amaçlarına dair net ve senteze dayalı bir vizyona tabi olacağına inanıyorum.

Kanaatim şudur ki bu amaca ulaşmak için bizim her hâlükârda Marx’ın kendi düşüncesinin cevheri, özü olduğunu söylediği şeyi anımsamamız gerekiyor. Bu elbette ki reddiye üzerine kurulu, ama belirli bir ölçekte ancak etkili bir olumlayıcı tutumla desteklenebilecek bir öz. Burada ben, “özel mülkiyetin ilgası” sloganından bahsediyorum.

Yakından bakıldıklarında “özgürlüklerimizi savunalım” veya “polis şiddetini durdurun” türü sloganlar, esasen muhafazakâr sloganlardır. İlk slogan, mevcut statüko dâhilinde keyfini çıkarttığımız gerçek özgürlüklerin savunulması gerektiğinden söz eder. Oysa asıl meselemiz, eşitlik olmaksızın özgürlüğün bir tuzaktan ibaret olmasıdır.

Resmi evraklarından mahrum olan, büyük badireler atlatıp destanlar yazarak Avrupa’ya gelen göçebe proleterin kendisini gerçek gücü elinde bulunduran, özel jeti ve pilotu olan, devlet bünyesinde çalışan vekillerinin seçildiği, halka yem diye sunulmuş seçimlerle koruma altına alınmış milyarderle bir tutup “özgürüm ben” demesi, nasıl mümkün olabilir?

Eğer karşı çıktıkları dünyadan başka bir dünyayı olumlayıcı ve akli bir arzu temelinde istiyorlarsa, devrimciler, müesses iktidara bağlı polisin kendilerine karşı her daim dost canlısı, nazik ve barışçıl olmasını nasıl bekleyebilir? Bu polislerin karşılarına çıkan maskeli, silâhlı isyancıların “Elysée Sarayı’na nereden gidiliyor?” sorusuna “Caddenin sağındaki büyük kapıdan” diye cevap vermeleri gibi bir ihtimal söz konusu mudur?

Demek ki meselenin özünü teşkil eden mülkiyete geri dönüp bakmak gerekecek. Olumlayıcı bir tutumla sahiplenilmesi gereken, herkesi birleştirecek genel slogan şu olabilir: “Tüm üretim sürecinin kolektifleştirilmesi.” Bu sloganın reddiye içeren hâli, hemen ulaşılacak bir amaca işaret etmek anlamında, “Devletin 1986’dan beri aldığı tüm özelleştirme kararları iptal edilsin”dir. Reddetme arzusuyla yanıp tutuşanlara iş çıkartacak, güzel ve alabildiğine taktiksel bir slogan olarak, “Ekonomi ve Maliye Bakanlığı’nın en önemli dairesi olan ‘İştirakler ve Transferler Komisyonu’nu ele geçirelim” sloganı da önerilebilir. Ama bu eylemi “İştirakler ve Transferler” ifadesinin başka bir şeyi anlattığını bilerek yapalım. Bu ad, esasen 1986’da kurulan Özelleştirme Komisyonu’nun üzerine geçirilmiş kılıftır. Böylesi bir eylemle halkın şu veya bu şekilde kamu yararı olarak görülen her şeyde özel mülkiyetin her biçimi ortadan kaybolana dek kendimizi özelleştirme komisyonunda görevlendirdiğimizi bilmesini sağlayalım.

İnanın bana; bu türden taktiksel ve stratejik hedeflerin halktan destek almasını sağlamak suretiyle biz, hem kendisini hem bizi tüketen negatif diyalektiği ile tüm o “mücadeleler, “hareketler” ve “protestolar” döneminin ardından yeni ve bambaşka bir dönemi başlatırız. Biz böylelikle, Marx gibi söylersek eğer, sadece Fransa veya Avrupa’ya değil, tüm dünyaya “hayalet”iyle bir kez daha musallat olacak olan yeni kitlesel komünizmin öncüleri oluruz.

Alain Badiou
21 Aralık 2020
Kaynak

0 Yorum: