Koronavirüs salgını ölümlere yol açıyor. Peki
bunca çekilen acıda hayırlı bir yan bulmak mümkün mü?
Sosyal medya, doğanın temizlendiğine, yıllardır
görülmeyen yaban hayatına ev sahipliği ettiğine dair haberlerle dolu. Bu haberlere
göre Venedik kanallarında yunuslar yüzüyor. Oysa böyle bir şey yok. Yunuslar,
zaten Sardunya adasının yakınlarında idi. Aynı durum kuğular için de söz
konusu. Onlar hep oradaydılar. Kanal temizlenmiş olabilir, ama anlatılan
hikâyenin yalan olduğunu söylemek lazım.
Gerçekler, kirinden pasından arınmış bir dünyaya
dair yangımız karşısında pek de önemli değil aslında. Biz, çocukluk
masumiyetinin o kayıp dünyası için yanıp tutuşuyoruz. Dolayısıyla çocukça
eylemler ortaya koyan insanları umut olarak görüp duruyoruz.
Uçuşlar iptal edildiği, arabayla yapılan
yolculukların dükkânların kapalı olduğu Pazar günlerindeki seviyelere
gerilediği koşulların herkese belirli bir faydası olduğunu söylemek lazım
elbette. Hatta kimileri akciğerlerinin, salgının saldırısı altında olduğu bugünkü
koşullarda, daha rahat nefes alıp verdiklerini söylüyorlar.
Şurası kesin: bu süreç, dünyanın yüzde otuzunu,
hatta yarısını “korunaklı alan” hâline getirecek. Bize bu noktada iklim
sahasında yaşanan karışıklığa ancak bu şekilde cevap verilebileceği, biyolojik
çeşitliliğin ancak bu sayede korunabileceği telkin ediliyor. Bu lafları edenler,
esasen insan olmayınca kirlenmenin de olmayacağını, ortada hiçbir sorun
kalmayacağını söylüyorlar.
Ama maalesef yalan söylüyorlar: korunaklı
alanların iki katına çıkması, iklim değişikliğinin yol açtığı etkileri
azaltmayacak, hatta her şey daha da kötüye gidecek.
Büyük Kanal’daki yunuslar gibi bu “Yeni Doğa
Düzeni” de kurmacadan ibaret. Afrika ve Asya’daki korunaklı alanlar, sıklıkla
felâketlere tanıklık ediyorlar. Buralarda insanlar topraklarından kopartılıyor,
kendine yetecek ürün üretme imkânlarından mahrum bırakılıyor, gecekondu
mahallelerine sürülüyor, kendilerine düşman olan para ekonomisine kurban
ediliyorlar.
Bu tür yerlerde insanlar topraklarına geri dönmek
istediklerinde, hatta yakacak odun topladıklarında dayak yiyor, öldürülüyorlar. Bu
insanlardaki öfke giderek büyüyor. Bardak taştığında ise aynı insanlar gidip
çitleri kesiyorlar ve devlet güçleriyle çarpışıyorlar. Kenya’da bugün bu
yaşanıyor. Bu ülkede koruma politikası kılıfı altında sömürgeciler, topraklara
el koyuyorlar, yabancıları ve STK’ları zengin ediyorlar, ülkedeki düşmanlığın
artmasını sağlıyorlar.
Sömürgecilerin yürüttükleri bu koruma faaliyetlerinin
sürdürülmesi için silâhlı korucu birlikleri de yeterli gelmiyor. Bu
faaliyetleri yürütenler sürdürülebilirlikten dem vurup duruyorlar, ama
kendileri sürdürülebilir tek bir modeli yürürlüğe koyamıyorlar. Dolayısıyla bir
sonraki kuşak, Afrika’da tek bir korunaklı alana sahip olamayacak. Sömürgeciler,
her yerde karşılarında öfkeli ve aç Afrikalılar bulacaklar.
Evlerinden, topraklarından kovulmuş insanlar hem
suçlanıyorlar hem de acınacak varlıklar olarak takdim ediliyorlar. Oysa çevreyi
en iyi, yaşadıkları bölgeye aşina olan bu insanlar koruyabilirler. Korumaları için
o insanların bizim yabani addettiğimiz toprakları ekip biçmelerine izin
verilmelidir.
Bizdeki “yabanilik” kavramı, Avrupa halk
kültüründen kaynaklanır. Ama diğer bir kaynağı da beyazların üstün olduğunu
söyleyen görüşteki cehalettir. Bu insanlar, gördüğümüz yabaniliğin gerçekte
binlerce yıl insanlar eliyle biçimlendirildiğini bilmezler.
Kutsal kitaplardaki efsane, zifte daldırılıp
pazarda satılmaktadır. Genelde “ekofaşizm” olarak adlandırılan bu efsaneye göre
dünya, daha temiz ve daha saf olacaksa bazı insanlar, “yabancılar” gözden
çıkartılabilir.
Bu düşüncenin ifrata varmış hâlini Yeni Zelanda’nın
Christchurch şehrindeki camiye saldıran kişi türünden ırkçı teröristlerin
kaleme aldıkları bildirilerde bulmak mümkündür. Benzer türde bir dip akıntı, kaçak
avcıların hemen öldürülmesini isteyen sosyal medya kullanıcılarında karşımıza
çıkmaktadır. Bu kişiler, söz konusu “kaçak avcılar”ın esasen ailelerinin
karnını doyurmaya çalışan insanlar oldukları gerçeğini hiç önemsemezler.
“Aşırı nüfusu ortadan kaldırmak için bir virüs
olarak yeniden bedenlenmek isterdim” diyen eski Dünya Yaban Hayatı Fonu başkanı
Prens Philip’in bu sözünde ekofaşist bir anlam gizlidir. Bugünse bize gerçek
virüsün insanlığın ta kendisi olduğu söylenmektedir. Oysa milyarlarca insan,
aslında çok az şey tüketmektedir. Afrika’yı Afrikalıların yaşamadıkları bir yer
olarak gösteren yaban hayatı filmleri, tam da bu sebeple çekilmektedir.
Bu tür filmlerde Afrikalılara yer verilmemesi
önceden planlanmış bir şeydir, ama şunu da görmek gerekir: ülkedeki insansızlık esasen
gerçektir. Milyonlarca yerli, korunaklı alanlara yer açmak adına, “gözden ırak
tutulmuştur”.
Korunaklı alanların iki katına çıkartılması işlemi
için yüz milyonlarca insanın elindeki toprağın ve kaynağın onların elinden
çalınması gerekmektedir. Bu, esasen doğayı koruma faaliyetlerinin sonunu
getirecek çılgınca ve berbat bir fikirdir. Çevrecilik, tam da bu sebeple
ekofaşizmden arındırılmalıdır.
Korumacılık faaliyetlerini yürütenler, ellerindeki
kaynakları kontrolleri altındaki topraklarda projeler yürütülmesini isteyen
yerli halka aktarmalıdırlar. Dünyadaki biyolojik çeşitliliğin yüzde sekseni,
hâlihazırda yerli halklara ait topraklarda bulunmaktadır. Yerli halkın koruma
işini düşük maliyetlerle yaptığı, herkesin bildiği bir gerçektir. Bu anlamda
ekofaşizme karşı çıkılmalı, koruma pratiği, insanî çeşitliliği merkezine
almalıdır. Zira bizden farklı yaşayan insanların, nasıl yaşayacağımız konusunda
en doğru cevaplara sahip oldukları gerçeği artık idrak edilmelidir.
Stephen
Corry
2 Nisan 2020
0 Yorum:
Yorum Gönder