11 Aralık 2020

,

Çevrecilik Ekofaşizmden Arındırılmalı


Koronavirüs salgını ölümlere yol açıyor. Peki bunca çekilen acıda hayırlı bir yan bulmak mümkün mü?

Sosyal medya, doğanın temizlendiğine, yıllardır görülmeyen yaban hayatına ev sahipliği ettiğine dair haberlerle dolu. Bu haberlere göre Venedik kanallarında yunuslar yüzüyor. Oysa böyle bir şey yok. Yunuslar, zaten Sardunya adasının yakınlarında idi. Aynı durum kuğular için de söz konusu. Onlar hep oradaydılar. Kanal temizlenmiş olabilir, ama anlatılan hikâyenin yalan olduğunu söylemek lazım.

Gerçekler, kirinden pasından arınmış bir dünyaya dair yangımız karşısında pek de önemli değil aslında. Biz, çocukluk masumiyetinin o kayıp dünyası için yanıp tutuşuyoruz. Dolayısıyla çocukça eylemler ortaya koyan insanları umut olarak görüp duruyoruz.

Uçuşlar iptal edildiği, arabayla yapılan yolculukların dükkânların kapalı olduğu Pazar günlerindeki seviyelere gerilediği koşulların herkese belirli bir faydası olduğunu söylemek lazım elbette. Hatta kimileri akciğerlerinin, salgının saldırısı altında olduğu bugünkü koşullarda, daha rahat nefes alıp verdiklerini söylüyorlar.

Şurası kesin: bu süreç, dünyanın yüzde otuzunu, hatta yarısını “korunaklı alan” hâline getirecek. Bize bu noktada iklim sahasında yaşanan karışıklığa ancak bu şekilde cevap verilebileceği, biyolojik çeşitliliğin ancak bu sayede korunabileceği telkin ediliyor. Bu lafları edenler, esasen insan olmayınca kirlenmenin de olmayacağını, ortada hiçbir sorun kalmayacağını söylüyorlar.

Ama maalesef yalan söylüyorlar: korunaklı alanların iki katına çıkması, iklim değişikliğinin yol açtığı etkileri azaltmayacak, hatta her şey daha da kötüye gidecek.

Büyük Kanal’daki yunuslar gibi bu “Yeni Doğa Düzeni” de kurmacadan ibaret. Afrika ve Asya’daki korunaklı alanlar, sıklıkla felâketlere tanıklık ediyorlar. Buralarda insanlar topraklarından kopartılıyor, kendine yetecek ürün üretme imkânlarından mahrum bırakılıyor, gecekondu mahallelerine sürülüyor, kendilerine düşman olan para ekonomisine kurban ediliyorlar.

Bu tür yerlerde insanlar topraklarına geri dönmek istediklerinde, hatta yakacak odun topladıklarında dayak yiyor, öldürülüyorlar. Bu insanlardaki öfke giderek büyüyor. Bardak taştığında ise aynı insanlar gidip çitleri kesiyorlar ve devlet güçleriyle çarpışıyorlar. Kenya’da bugün bu yaşanıyor. Bu ülkede koruma politikası kılıfı altında sömürgeciler, topraklara el koyuyorlar, yabancıları ve STK’ları zengin ediyorlar, ülkedeki düşmanlığın artmasını sağlıyorlar.

Sömürgecilerin yürüttükleri bu koruma faaliyetlerinin sürdürülmesi için silâhlı korucu birlikleri de yeterli gelmiyor. Bu faaliyetleri yürütenler sürdürülebilirlikten dem vurup duruyorlar, ama kendileri sürdürülebilir tek bir modeli yürürlüğe koyamıyorlar. Dolayısıyla bir sonraki kuşak, Afrika’da tek bir korunaklı alana sahip olamayacak. Sömürgeciler, her yerde karşılarında öfkeli ve aç Afrikalılar bulacaklar.

Evlerinden, topraklarından kovulmuş insanlar hem suçlanıyorlar hem de acınacak varlıklar olarak takdim ediliyorlar. Oysa çevreyi en iyi, yaşadıkları bölgeye aşina olan bu insanlar koruyabilirler. Korumaları için o insanların bizim yabani addettiğimiz toprakları ekip biçmelerine izin verilmelidir.

Bizdeki “yabanilik” kavramı, Avrupa halk kültüründen kaynaklanır. Ama diğer bir kaynağı da beyazların üstün olduğunu söyleyen görüşteki cehalettir. Bu insanlar, gördüğümüz yabaniliğin gerçekte binlerce yıl insanlar eliyle biçimlendirildiğini bilmezler.

Kutsal kitaplardaki efsane, zifte daldırılıp pazarda satılmaktadır. Genelde “ekofaşizm” olarak adlandırılan bu efsaneye göre dünya, daha temiz ve daha saf olacaksa bazı insanlar, “yabancılar” gözden çıkartılabilir.

Bu düşüncenin ifrata varmış hâlini Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrindeki camiye saldıran kişi türünden ırkçı teröristlerin kaleme aldıkları bildirilerde bulmak mümkündür. Benzer türde bir dip akıntı, kaçak avcıların hemen öldürülmesini isteyen sosyal medya kullanıcılarında karşımıza çıkmaktadır. Bu kişiler, söz konusu “kaçak avcılar”ın esasen ailelerinin karnını doyurmaya çalışan insanlar oldukları gerçeğini hiç önemsemezler.

“Aşırı nüfusu ortadan kaldırmak için bir virüs olarak yeniden bedenlenmek isterdim” diyen eski Dünya Yaban Hayatı Fonu başkanı Prens Philip’in bu sözünde ekofaşist bir anlam gizlidir. Bugünse bize gerçek virüsün insanlığın ta kendisi olduğu söylenmektedir. Oysa milyarlarca insan, aslında çok az şey tüketmektedir. Afrika’yı Afrikalıların yaşamadıkları bir yer olarak gösteren yaban hayatı filmleri, tam da bu sebeple çekilmektedir.

Bu tür filmlerde Afrikalılara yer verilmemesi önceden planlanmış bir şeydir, ama şunu da görmek gerekir: ülkedeki insansızlık esasen gerçektir. Milyonlarca yerli, korunaklı alanlara yer açmak adına, “gözden ırak tutulmuştur”.

Korunaklı alanların iki katına çıkartılması işlemi için yüz milyonlarca insanın elindeki toprağın ve kaynağın onların elinden çalınması gerekmektedir. Bu, esasen doğayı koruma faaliyetlerinin sonunu getirecek çılgınca ve berbat bir fikirdir. Çevrecilik, tam da bu sebeple ekofaşizmden arındırılmalıdır.

Korumacılık faaliyetlerini yürütenler, ellerindeki kaynakları kontrolleri altındaki topraklarda projeler yürütülmesini isteyen yerli halka aktarmalıdırlar. Dünyadaki biyolojik çeşitliliğin yüzde sekseni, hâlihazırda yerli halklara ait topraklarda bulunmaktadır. Yerli halkın koruma işini düşük maliyetlerle yaptığı, herkesin bildiği bir gerçektir. Bu anlamda ekofaşizme karşı çıkılmalı, koruma pratiği, insanî çeşitliliği merkezine almalıdır. Zira bizden farklı yaşayan insanların, nasıl yaşayacağımız konusunda en doğru cevaplara sahip oldukları gerçeği artık idrak edilmelidir.

Stephen Corry

2 Nisan 2020

Kaynak

0 Yorum: