27 Aralık 2020

,

Neofeodalizm


Bugün “neofeodalizm” olarak adlandırdığım sosyo-ekonomik düzen hakkında düşünce üretmeye, kalem oynatmaya ve konuşmaya, onu tarif etmeden çok önce başladığımı itiraf etmeliyim. Bugün bile hâlâ onu tam olarak tarif edebiliyor değilim. Zira ben, küreselleşmenin, şirketleşmenin ve olağan neoliberal piyasa köktenciliğinin etkilerinin, Amerikanvari kapitalist rüyanın merkezinde zenginlerin elini güçlendirmekle kalmadığını, aynı zamanda yerini daha sinsi ve daha eski bir ekonomik düzene bıraktığını yeni fark ettim. Bu yeni ekonomik düzen, bir tür iç sömürgeciliği ve eski döneme ait borç köleliğini andırıyor.

Aradan geçen beş yılın ardından bugün sanırım nihayet sosyo-ekonomik yapının tanımını yapacak zemine sahibiz. Bu yapı, Batı dünyasında hayatı dönüştürmekle kalmıyor, aynı zamanda sömürgeciliği o bir deri bir kemik kalmış hâlden kurtarıyor, bu anlamda ölmekte olan dünyanın geri kalanına teşmil etmek adına bu cılız bedene finans ve şirketler dünyasının ruhunu üflüyor.

Bu anlamda neofeodalizm, fosil yakıtta, maden arama faaliyetlerinde ve ormansızlaştırma çalışmalarında somutlaşan çevre karşıtı kapitalizmin yıkıcı bir biçimi olarak ekstraktivizmin (doğal kaynakların topraktan çıkartılması işleminin) tüm dünya genelinde bireylere uygulanmasını ifade ediyor.

Burada “birey” kelimesi önemli, çünkü birey, kapitalizmin yeni (ama bir o kadar da eski) sınırına denk düşüyor. Sömürgecilik ve neoliberalizm formu almış, küresel kapitalizmin eski yapıları, halkları sömüren milletler eliyle sömürürler. Gelgelelim gelişmiş veri toplama, kayıt ve gözetleme teknolojisi ile mümkün kılınan bu yeni sistemde her bir birey, temelde birer “kâr madeni”ne dönüştürülür. Sistem, bu “insan madeni”nin zaman içerisinde kârı çoğaltmak için ne kadar para kazandıracağını, ne oranda kâr getireceğini, bu kişinin ne ölçüde sağılabileceğini inceleyecek araçlara sahiptir.

Bu araçlar arasında, bugün her yerde karşımıza çıkan “kredi notu” denilen mesele de var. Ne var ki son dönemde Cambridge Analytical üzerinden patlak veren skandaldan ve internet teknolojisi devlerinin yapıp ettiklerine dair incelemelerden öğrendiğimiz kadarıyla, bizi inceleyen, değerlendiren, iliğimizi sömürmeye ahdetmiş çalışmaların herhangi bir sınırı yok. Bugün bu çalışmaları internete hâkim olan tekeller, müşterileri ve her ikisine kul olmuş devletler yürütüyorlar. Bunun sonucunda işçi sınıfına dronlarla takip edilmek düşüyor.

“İnsan madenleri”nden servet temin etme yöntemleri, açıktan uygulanıyor ve her yeri kuşatıyor. Bu noktada aklımıza, banka kredisiyle konut alımı, kiralar, yüksek eğitim borçları, sağlık ücretleri, elektrik, su, doğalgaz faturaları ve tabii ki yiyecek masrafı gibi zorunlu olarak, tekrar tekrar yaptığımız harcamalar geliyor. Ama giderek şirketleşen kapitalist “Batı dünyasında” telefon hizmeti, internet erişimi, ulaşım, bankacılık ücretleri, çocuk bakımı giderleri gibi şeyler, neofeodalizmin temel aldığı, tercihe bağlı olmayan ve tekrarlanan harcama formatına denk düşüyorlar.

Serbest piyasa köktencilerinin “tercihler”den söz ettiği yerde insanlar, şu basit gerçekle yüzleşiyorlar: aslında tercih etmediğiniz şeyleri satın alıyorsunuz, ama bu konuda “seçim”i siz yaptınız sanıyorsunuz. Esasında içinde yaşadığımız toplum, bizim çok sayıda mal ve hizmeti satın almaya veya kiralamaya ihtiyaç duymamızı sağlayacak şekilde yapılandırılmış durumda.

Ulaşım ve telefon hizmetlerini örnek vermek mümkün. Yaşadığınız yerden işyerinize ulaşamıyorsanız işinizi kaybediyorsunuz, telefon bağlantınız yoksa başka bir telefon bulmak zorunda kalıyorsunuz. İşiniz yoksa kiranızı ve konut için aldığınız banka kredinizi ödeyemiyorsunuz, zar zor geçinmek için uğraşıyorsunuz, sonra da yalnızlaşma, evsizleşme ve erken ölümle sonuçlanan yoksulluk sarmalına giriyorsunuz.

Üstelik bu tür durumlar, hiç de tercihe bağlı şeyler olarak yaşanmıyorlar. Zira dünya, “yapacağına inan” diyen Ayn Rand romanlarında olduğu gibi dönmüyor. İnsanlar, “ya ben bir gün de yoksul olmayayım” veya mali çöküntü sonrasında “gideyim de öleyim” diye bir tercihte bulunmuyorlar.

Bu zorunlu harcamalarla geçen sürecin her bir aşamasında karşınıza, tüketiciden gerekli ödemeyi alacak bir şirket ve özelleştirilmiş bir devlet kurumu çıkıyor. Bunlar, “insan madeni” üzerindeki yarığı veya sondaj deliğini ifade ediyorlar.

“Ne yani, bu bildiğimiz, eski kapitalizmin tüm o acımasız açgözlülüğüyle ulaştığı yaldızlı çağ değil miydi?” diyebilirsiniz. Eğer yoksullara ve mahrumlara artık devletlerin yardım yapmadıklarını, devlet kurumlarının içinin boşaltıldığını görmezseniz, yoksul mahallelerde artık belediye otobüslerinin çalışmıyor olmasına, refah devletinin işlemiyor oluşuna, yaşlılara her yıl 11.000 dolar civarında, yoksulluk sınırının altında gelir verilmesine de tek laf etmezsiniz.

Bize anlatılan masalın sonuna geldik. Artık Amerika’da özelleştirme, tekellerin gücü ve paranın siyasetteki nüfuzudur aslolan. “Lobi faaliyeti” olarak bilinen yolsuzluklar, “kampanya finansmanı, hayırsever vakıflar ve politik eylem komiteleri” olarak bilinen rüşvetçilik ve “şirket medyası, akademi ve düşünce kuruluşları”ndan ibaret olan propaganda araçları ile birlikte sermaye ve tekeller, devletin düzenlemeyle ve ekonomiyle ilgili yönlerine el koydular. Politik süreçler parayla satın alındı. Devlet, toplumu, işçi sınıfını isteyerek ya da istemeyerek bu neofeodal ekonomi sürecine “insan madeni” olarak dâhil olmaya zorlayacak şekilde dönüştürdü.

İşçi sınıfının iliğini sömürme, onun sırtından kâr elde etme ve o kârı özel sektöre aktarma üzerine kurulu olan bu mekanizma, vergilerin, devlet politikalarının ve mali enstrümanların gizli niteliği ile örtbas ediliyor. Eğitimin özelleştirilmesi, devlete ait askeriyeyle ve istihbaratla ilgili bölümlerin işlerinin şirketlere yaptırılması, Wall Street’i kurtarma operasyonları, altyapı projeleri için kurulan özel-kamu ortaklıkları, Uber, Amazon veya Walmart gibi işçi sınıfına saldıran şirketlere sunulan teşvikler, emek yasalarının uygulanmadığı düzenleme dışı özel ekonomi bölgelerindeki cepçi sömürgeciliğin tesisi, bu noktada iyi birer örnek olarak görülebilir.

Anca bazen bu zorla servet devşirme pratikleri, açıktan sergilenebiliyor. Obamacare olarak bilinen Uygun Bakım Yasası, bu konuda güzel bir örnek. Sağlık sigortasını ödeyemeyen milyonlarca yoksul Amerikalıyı düşük standartta kapsam dâhiline alan bu yasa, esasen milyonlarca Amerikalının özel sağlık sigortalarını kendi ceplerinden karşılamaya mecbur ediyor. Bu zorunlu ödeme, işçi sınıfının hilafına olacak şekilde, sigorta şirketlerinin kasasını dolduruyor. Söz konusu yasa üzerinden işçiler, kendi şirketleriyle pazarlık içine girmek zorunda kalıyorlar, ama aynı şirketler, özel sigortacılık sektörüyle kaliteli sağlık sigortası için asla pazarlık yapmıyorlar. Aynı zamanda yasa, sigorta hizmeti sunan şirketin piyasadaki rolünü pekiştiriyor, böylece bu şirketler, müşteri denilen “insan madenleri”ni kâr için uzun süre sömürme hakkını elde ediyorlar.

Bunun adı, neofeodalizmdir. Onun önemini anlamak için Amerika’da “Herkese Sağlık Hizmeti” türünden önerilere bakmak gerekir. “Herkese Sağlık Hizmeti” olarak adlandırılan öneri, devletin kaliteli sağlık hizmeti vermek için kaynaklarının önemli bir bölümünü devreye sokmasını ve bunun sonucunda da özel sağlık sigortası sektörünün silinip gitmesini öngörüyor. Peki sizce sağlık sigortası şirketleri, Obamacare’i üreten yasanın hazırlanması için neden tonla para harcıyorlar, “Herkese Sağlık Hizmeti” ile ilgili talepleri gündemden düşürmek için neden lobi faaliyeti yürütüyorlar? Ellerindeki parayla yapabilecekleri daha hayırlı şeyler yok mu bunların?

Emekçilerin sırtından servet elde ediyorlar, zorunlu harcamalarsa tam da bu sürece hizmet ediyor. İlgili süreç, soyut bir kamu politikası ve özel sektörün işçilerin cebini gizliden boşaltmasını sağlayan politikalarla ilerliyor. Bu politikalar, tümüyle kontrol altında olan devletin yardımıyla uygulanıyorlar. Ceplerin boşaltılması işlemi ne kadar gizli yürütülürse yürütülsün, çoğunlukla deri rengine ve gelir sıralamasında ne kadar aşağıda olduğunuza bağlı olarak gerçekleştiriliyor.

Missouri eyaletinin Ferguson şehrini örnek vermek mümkün bu noktada. Burada yapılan bütçe kesintileri, belediyenin “kâr için çalışan polislik faaliyetleri” programını ırkçılık temelinde yürütmesine neden oluyor. Emniyet teşkilâtı, düşük gelirli mahallelerde oturan siyahîlere aşırı yüksek cezalar kesiyor. Siyahîler, caddede dikkatsizce yürüdükleri, stop lambaları kırık olduğu, şehirde boş boş dolaştıkları vs. için ağır cezalara çarptırılıyorlar. Bu paralar, şehrin belediye bütçesindeki kayıp olan milyonlarca doların boşluğunu dolduruyor. Kimi değerlendirmelere göre bu durum, esasen bir tür siyah-beyaz sömürgeciliğini ifade ediyor. Afro-Amerikalılara kesilen cezalar sayesinde beyaz seçmenlerin düşük vergi ödemeyi sürdürmeleri sağlanıyor. Kimse, bütçedeki açığın esasen büyük şirketlere akıtıldığını sorgulamıyor. Bu aşırı zenginler, hükümetle birlikte işçi sınıfına karşı kurdukları ortaklığı, sadece Ferguson’da değil, tüm ülke genelinde sürdürüyorlar.

Bütün bu gelişmeler, yeni bir liberalizmin zalim biçiminden ziyade yeni bir feodalizmle karşı karşıya kalmamızı sağlayan en önemli bileşenle yüzleşmemizi sağlıyor: Bizi birer “insan madeni” olarak tanımlayan, izleyen, sömürü için sahip olduğumuz potansiyeli değerlendiren, her şeyi gören gözleri olan teknoloji, artık her yerde.

Kredi notları, gelişkin tahmin amaçlı algoritmalar, özel sektöre ait internet tabanlı gözetleme faaliyetlerinden oluşan bu insanlık dışı simya aracılığıyla giderek küçülen dünya, dijital planda küresel ekonomiye bağlanıyor. Kaçacak bir yerin bulunmadığı, bu ürkütücü panoptikon, Amerikan polisi ve ulusal güvenlik devletleri arasındaki bağ üzerine kurulu. Hepimizin değeri, kâinatın efendileri ve şirketlerin neofeodal projesi adına, bir makine tarafından değerlendirmeye tabi tutuluyor.

“İnsan madeni” olarak görülüp değerlendirildikten sonra sömürüye tabi tutuluyoruz. Uzun zaman boyunca ihmal edilebilecek düzeyde gelir elde etmiş olan üçüncü dünyadaki bir emekçinin kemiğindeki ilik, makine tarafından büyük bir açgözlülükle sömürülüyor, kanından ve terinden artık kâr temin edilemediği için bu emekçi, sefil ve müflis ilân edilip kenara atılıyor.

Buna karşılık Amerikan işçi sınıfı, o düzgün işleri ve iyi kredi notları ile birlikte ömrü boyunca kâr devşirme sürecine kul ediliyor. Bu neofeodalizm süreci üzerinden işçiler, onlarca yıl şirketlerin düzenine kâr temin ediyorlar, ta ki faydasız görülüp çöpe atılana dek.

İster Haitili bir konfeksiyon işçisi, isterse Ortabatıda bir otomobil işçisi, isterse şehir dışında çalışan, yüksek gelir alan bir ofis müdürü olun, bu neofeodal sömürü düzeni, kâr getirmediği noktaya kadar sırtınızdan para kazanacak şekilde oluşturulmuş bir düzendir.

Mecburen almak durumunda olduğunuz belirli mal ve hizmetleri satın alamıyorsanız, kiranızı ödeyemiyorsanız, sermaye, başınıza ne geldiğiyle hiç ilgilenmez, hatta sizin ölmenizi ümit eder. Tekellerin sosyal yardım ödemelerine karşı olmalarının, tüm Batı dünyasında mevcut olan sosyal güvenlik ağının bütünüyle dağılmasını istemelerinin sebebi budur.

Neofeodalizmle feodalizm arasında belirli bir fark söz konusudur. Feodalizmde yoksul serf, bağlı olduğu toprakta harcadığı emeğinin lord eliyle sömürülmesine izin verirken, neofeodalizmde tüm Batı toplumu “toprağın kendisine” dönüşmüştür. Tarlalarda artık zorunlu emeğiniz buğday üretmemektedir. Kâinatın efendileri, sizi veya potansiyelinizi para kazandıran, kredi biriktiren bir şey olarak görürler. Onların gözünde insan, hasat edilmesi gereken üründür. Sizin sırtınızdan kazandığı parayı banka hesaplarına aktarır ve o gelirin kaynağına hiç bakmaz.

Bu adımların hiçbirisi, güçlü bilgisayarlar, internet ve sürekli genişleyen internet tabanlı gözetleme aygıtı olmadan atılamaz. Bu gözetleme aygıtı, özele ve kamuya ait operatörlerin abone sayıları arttıkça büyümektedir. Her şeyi her vakit tablolaştıran, ölçümleyen ve nicelikselleştiren göz, asla uyumaz. O göz, her birimizi, muktedir sınıfa mensup kontrolörlerin ve aç tekellerin hizmetinde olan sömürü ve borç kölesi olarak damgalar.

Makineler bizi giderek daha fazla, üstelik hiç sekmeden izlemektedirler. Ayrıca bu makineler, hiç de sevgi dolu ve kerem sahibi değildirler. Burada daha çok dijital bir mezbaha söz konusudur. “Peki ama et nerede?” diye soranlara şunu söyleyelim: “Eğer menüde adınız varsa bayağı şanslısınız.”

Nina Illingworth

14 Kasım 2019

Kaynak

0 Yorum: