Yeni
çevreci aktivistler, ekonomik sistemin mevcut yapısını ele almıyorlar, o yapıyı
temel alan, şirketlere ait güçlü kurumları görmüyorlar, işletilen politik
süreçleri dikkate almıyorlar, dolayısıyla böylesi bir politik ekonomi
sisteminin gerçek manada nasıl dönüştürüleceği sorusu üzerinde durmuyorlar.
Yaptıkları
açıklamalar, hüsnükuruntularla dolu. Bu hareketler, farklı kolektiflerden
oluşuyorlar. Extinction Rebellion ve FridaysForFuture politik
olmadıklarını söylüyor, ama bir yandan da alabildiğine politik olan ajandalara
sahip olmakla birlikte protestolara katılmaktan da asla imtina etmiyorlar.
Bu
kesimler, hâkim ekonomik sistemin yapısından ve sahip olduğu güç ilişkilerinden
bağımsız olarak, politik elitleri bilgilendirecek ve onları harekete geçirecek
nesnel bir bilim olduğuna inanıyorlar. Asıl olarak da sistemden kaynaklanan
toplumsal-ekolojik meselelere değil, iklim değişikliğine sebep olan insana,
daha dar anlamda ise karbon salınımlarına odaklanıyorlar.
Bu
hatayı, genci yaşlısı, tüm eylemciler ve sermaye birikimini esas alan isimler
yapıyorlar. Bu süreçte çevre politikası ve iklim değişikliği konusunda kalem
oynatan akademisyen sayısı iyice artmış görünüyor. Bunlar özünde, sistemin
şirketleri, kapitalist yapıları ve “serbest ticaret” kılıfı altında icat
ettikleri, kural mural tanımayan küresel emperyalizmi söküp atmaksızın
“ayarlanabileceğini” söylüyorlar.
Neoliberal
politik liderler ve Davos elitleri olarak bilinen Dünya Ekonomi Forumu,
Greta’yı ağırlıyor, ona kürsü veriyor. Bize de “bunu yaparak ne umuyorlar?”
sorusunu sormak düşüyor.
Dünya
Ekonomi Forumu internet sitesi, Greta’nın Brüksel’de basına yaptığı konuşmaya
yer veriyor. O konuşmasında Greta, rekabetsiz yeni bir politik sistemin
kurulması, kaynakları paylaşan, eşitsizlik meselesini ele alan, gezegene dair
yeni bir düşünme tarzının geliştirilmesi çağrısında bulunuyor.[1]
Greta
ayrıca, “insanlığa karşı suç işleyen”, dünyaya zarar veren şirketlerin hesap
vermesini istiyor.[1] Peki ama yaptıklarından nasıl sorumlu tutulacaklar ve tam
olarak ne için hesap verecekler? Ayrıca işledikleri suçlara en uygun ceza
nedir? Genel ifadeler kullanan, eleştirilerinin hedefini netleştirmeyen,
radikal ve devrimci bir reform olmaksızın sistemi değiştirme çağrısı yapan
kişiler, muhtemelen mevcut sistemin rantını yemekten başka bir şey yapmıyorlar.
Paris
Anlaşması sonrası dünyanın en büyük beş petrol şirketi, çevre dostu olarak
görünebilmek için bir milyar dolar harcadı, ama öte yandan da yasaların ve
mevzuatların bir hükmü kalmadı, ayrıca yeni petrol şirketleri kuruldu.[2] Davos
elitleri, hasımlarının dilini kullanma konusunda mahir olduklarını gösterdiler.
Bu kişiler, kriz ve acil durumdan söz edenlerin fikirlerini hemen benimsediler
ve onları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiler.
Gerçek
şu ki dünya genelinde politika ve ekonomi elitleri, çevre konusunda uzun
zamandır adımlar atıyorlar, ama bu adımların amacı doğayı değil, kendilerini
çevrecilere ve çevreyle ilgili kanunlara karşı korumak. Bir uçta halkla
ilişkileri şirketlerin sosyal sorumluluğu olarak görenler, yeşil muhasebeyi
savunanlar, yeni teknolojilere yatırım yapanlar, sürdürülebilir kalkınma ve
“akıllı ekonomiyi içeren çevreci yönergeler”den yana olanlar duruyor. Diğer
uçta ise çevre krizini inkâr edenlere para akıtan şirketler, çevre karşıtı
düşünce kuruluşları, halkın sözünü kontrol eden medya, lobi ve para toplama
faaliyeti yürüten siyasetçiler, STK’lar ve bilim insanlarına yönelik saldırılar
duruyor.
Eylemciler
ve göstericiler polisin saldırılarına maruz kalıyorlar, bu insanlar izleniyor,
içlerine casus yerleştiriliyor, hareketleri kısıtlanıyor, hatta “terörist”
damgası yiyor. Bazı ülkelerde çevreciler öldürülüyor.
Durumun
acil olması sebebiyle otoriter rejimler, adalet, hukuk ve demokrasi temelli
süreçleri hükümsüz kılıyorlar. Acil durum anlayışı sayesinde rejimler, bir tür
güvensizlik hissi yaratıyorlar. Son yirmi yıldır ötekilere yönelik korku daha
da arttı, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan çok taraflı yapıların altını oydu
ve tek taraflı hareketin meşrulaştığı yeni bir dönem başladı. Bu dönemde birini
öldürüp elini kolunu sallaya sallaya dolaşanlar açıktan övülüyorlar. Hukuka
saygı, yerini yeni kitlesel linç eylemlerine bırakıyor.
Aşırı
sağ yükselişte. Milliyetçilik cinsiyetçiliği, ırkçı nefreti, göçmen karşıtı
politikaları, duvar inşaatlarını, emperyalizmin, güvenlikçi politikaların ve
askerîleşmenin desteklendiği süreci tekrar meşrulaştırdı. İklim krizi, açığa
çıkarttığı kitlesel göç tehdidiyle işyerlerinin korunmasını, işlerin olağan
şekliyle devam etmesini, mevcut toplumsal ve ekonomik yapıların savunulmasını
isteyenlerin elini güçlendiriyor. Buna karşılık çevrecilikse devrimci değil,
neoliberalizm ve şirket yanlısı bir içeriğe kavuşmak zorunda.
Yeni
neoliberal ajanda için vakit gelip çattı. Bu ajanda, acil radikal dönüşümü
talep ediyor ve doğanın finansallaşması ve büyümeye destek sunulması noktasında
çevre hareketini kullanıyor. Bu amaç doğrultusunda 2019’da Avrupa Komisyonu
Yeşil Mutabakatı, Birleşmiş Milletler Çevre Programı, Doğa İçin Yeni Mutabakat,
Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı ve Küresel Yeşil Yeni Mutabakat
gibi bir dizi çevre anlaşması gündeme geldi.
Avrupa
Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, konuyla ilgili olarak şu tespiti
yapıyor: “Yeşil teknolojilere, sürdürülebilir çözümlere ve yeni işletmelere
yapılan yatırımlarla desteklenecek olan Avrupa’nın Yeşil Düzeni, bizim yeni
büyüme stratejimizdir. Bu strateji, bir yandan emisyonları azaltacak, bir
yandan da iş imkânları yaratacaktır.”[3]
Bu
türden programların hepsinde sivil toplum ve hükümetin birer paydaş olarak
endüstri ile koordineli kılınıp bu yönde organize edilmesi üzerinde duruluyor,
ekonomik büyümenin bu şekilde gerçekleşeceğinden, iş imkânlarının bu sayede
artacağından, iklimin bu yolla istikrara kavuşacağından bahsediliyor.
Benzer
fikirler, Davos 2020 toplantısının ana konusu olan “paydaş kapitalizmi” terimi
ile birlikte pazarlanıyorlar. Kapitalizmin bu yeni döneminde çevreci STK’lara
ve hareketlere de oynayacakları bir rol veriliyor.
Clive Spash
9 Mart 2020
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder