01 Aralık 2020

, ,

Malthus, Pandemi, Sol

Malthusçuluğun Artıkları

Lenin, 16 Haziran 1913 günü kaleme aldığı yazısında, bir hekimler kongresinden söz ediyor. Kongrede kürtajı savunan küçük burjuvaları eleştiren Lenin, bu kesimin çocuk sahibi olmak istemeyişini, onun gelecekten umudu kesmesine bağlıyor. Yazı, temelde Neomalthusçuluk üzerinde duruyor.[1] Bu akımın gerici niteliğini ifşa ediyor. Lenin, orada “bu kirli dünyaya çocuk getirmeem!” diyenleri eleştiriyor.

Aynı şekilde, Arnavutluk Emek Partisi MK üyesi Vito Kapo da dönemin feministlerini, “Yeni-Malthusçuluğun çöküntü hâlindeki teorilerinin sözcüleri” olarak nitelendiriyor ve eleştiri oklarını sömürünün kaynağını “çocuklar”da görenlere fırlatıyor.[2] 

Bugün bu Malthusçuluk, artıklarıyla birlikte güncelleniyor.

Hacettepe Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı Başkanı Mehmet Ceyhan, pandemi ile birlikte sahneye çıkmış bir isim. Kimileri, onun “Dünya Sağlık Örgütü Türkiye temsilcisi” olduğunu söylüyor. Hatta bir vakitler öğrencisi olmuş arkadaşlar, onun bu kimliğini derslerde her fırsatta dile getirdiğini söylüyorlar. Denilene göre DSÖ'yü finanse edense Bill Gates. Ama ex-Birikim yazarı Fatih, Yaşlı pandemi sürecinin, yapılanların onunla bir alakası olmadığını söylüyor. Partisiyle birlikte, emperyalizmin ilerleyişine hizmet edeceğine dair sözler veriyor, tabii bu arada anti-emperyalizm musluğunun başına oturmayı görev gereği ihmal etmiyor. Anti-emperyalizm, fiiliyatta ve fikriyatta bir hat açmasın diye uğraşıyor.

Ceyhan, virüsün ilk görüldüğü günlerde, bilime olan inancıyla, “Allah neden virüsleri yaratmış? Çünkü insanların belli bir sayının üzerinde çoğalmaması gerekir. Yoksa insanlar yiyecek ekmek bulamaz” diyor.[3] Ceyhan, bu görüşünü Malthus’a dayandırıyor. (Pandeminin ilk günlerinde "Türk genine virüs bulaşmıyor" diyen aklı evvel doktor da Malthusçuydu!)

Marx’ın Malthus’la ilgili tespiti ise şu yönde:

“Malthus’un bilimsel vargıları, genel olarak egemen sınıflara, özelde bu sınıfların gerici unsurlarına karşı ‘saygılıdır’; Başka bir ifadeyle, söz konusu vargılar bu çıkarlar uğruna bilimi tahrif ederler.”[4]

Aynı Malthus’a göre yoksulluk doğal, aşılması gereken, yoksullara ait bir suç. Bu tür teorik dayanaklar üzerinden İngiliz devleti, on dokuzuncu yüzyılda yoksul evleri açıyor ve yoksulları “yoksulluk suçundan caydırmaya çalışıyor.”

Bugüne uzanan hat dâhilinde Malthusçuluk artıkları, dünya nüfusunun fazla olduğunu söyleyen egemenlere hizmet ediyorlar. Malthusçuluk, burjuvazinin yoksullara karşı mücadelesinin bir parçası olarak gündeme geliyor. Mehmet Ceyhan o nedenle bilim dalı başkanı ve pandemi koordinatörü yapılıyor.

Salgın süreci, tam da bu bağlamda değerlendirilmeli. Ortalığa salınan korku, salgından daha büyük. Böylesi bir süreçte bir yandan da yoksulluk kriminalize ediliyor, bu sayede eşitsizlik meselesini ele alma zorunluluğu ortadan kalkıyor.

Korku, kontrol faaliyetinin ruhu olarak, bilerek ve kasten büyütülüyor. Bugün solun talimatı uyarınca hükümet, belirti göstermeyenleri de listeye kaydediyor. Bunu en önce sol talep ediyor. Çeşitli ülkelerde PCR testinin güvenilirliğinin tartışıldığı koşullarda, burada tek ölçütü PCR olanlar, kapanma ve karantina öneriyorlar. Solun elindeki odalarla, derneklerle, uluslararası tekellerin kontrolündeki kuruluşlarla kurdukları bağlara güveniyorlar. O bağlarınsa halklarla, yoksullarla bir alakası bulunmuyor. Mesleki ideolojiler, artık yoksula ve emekçiye karşı! O düşmanlıkla varolabileceklerini, ancak o surette yaşamalarına izin verileceğini iyi biliyorlar.

Pandeminin Perde Önü

Eskiden polis, gaz kapsüllerini kitleye atardı. 2013’le birlikte kişileri hedef alarak atmaya başladı. Bu, korkunun artmasına, kitledeki çözülmenin hızlanmasına neden oldu. Zamanla eylemlere müdahale konusunda askerî taktikler devreye sokuldu.

Pandemi süreci de askerî taktik ve strateji ile birlikte yürütüldü. İlk başta kitle hedef alındı. “Maske önemsiz” dendi. Ardından “maske korumuyor” diyenler çıktı. Sonrasında “maske lazım, ama sadece hasta olanlar taksın” emri verildi. Her şey, askeri operasyon mantığı ile yürütüldü.

Aslında bu lafların edilmesinin sebebi, gerekli maske stoğunun olmamasıydı. En nihayetinde maske, her bireye zaruri kılındı. Birey, kitleden kopartıldı. Dayanışma bilinci, tasfiye edildi. Korkunun büyütüldüğü süreç, bizzat askeriye eliyle, askerî tedbirlerle birlikte işletildi. Sol, bu tedbirlerin kabulü ve benimsenmesini sağlamak için kullanıldı.

Maske gibi ürünleri kendi sınırları dâhilinde üretmeyen ABD, NATO üzerinden müttefiklerine talimat gönderdi. Ukrayna, Almanya gibi ülkeler, kendi kıt stoklarını ABD’ye aktardılar. Hatta bir Amerikan gemisi, korsanlık edip maske yüklü İtalyan gemisine el koydu. Kitleye saldırı, küresel planda ordu eliyle örgütlendi. Türkiye, kendisine maske konusunda iletilen talimatı, “biz büyük ülkeyiz, bakın ABD’ye maske yardımı yapıyoruz” lafı ardına saklanarak, yerine getirdi. Getirmeye mecburdu.

Bu salgın sürecinde tek tek kişiler, önce topluma, sonra kendilerine düşman edildiler. Kalabalıklardan sonra bireyin kendisi tehdit olarak gösterildi. İnternet âleminde “yüze dokunma”nın psikolojisine dair videolar yayıldı. İnfluencer denilen kişiler istihdam edildi. Artık ellerimiz bile bize düşmandı. Luppocu kitle, tek tek bireylere düşman unsurmuş gibi gösterildi. Yüzler silindi, geriye devlete ait veriler kaldı.

Şimdi ise bu paranoyanın etkilerini hafifletmek için “yalnızlık şiddet üretir” diyen diziler çekiyorlar. Bu ülkede devletin icazeti ve izni olmadan dizi bile çekilemiyor. Senaristler, yoksulların zenginlere karşı zafer kazandıkları hikâyeler yazdıklarıyla övünüyorlar. “Sınıfsal çatışmanın işe yarayan bir şey olduğunu”, güya yoksulun zengine kafa tuttuğu sahneler yarattıklarını söylüyorlar.[5] Oysa bu fikir bile devletin! Çünkü yoksulun TV başında oyalanması gerekiyor. Pandeminin perde önünde kitleler, korkuyla teslim alınıyorlar. Küçük burjuvalar, hayatta kalacaklar listesine girebilmek için o kitlelere küfretmeyi öğreniyorlar, bunu iş belliyorlar.

Pandeminin Perde Arkası

Malthus, “aç yoksullar ölsün” diyen bir isim. Bugün Extinction Rebellion gibi örgütler, bu fikri savunuyorlar. Dünya Yaban Hayatı Fonu, çektiği filmde bundan başka bir şey söylemiyor.[6] Zenginler, suçu günahı kalabalık yoksulların sırtına yüklüyorlar. Ekofaşizm, tam da bu noktada gündeme geliyor. Özünde bugün pandemi sürecini, Nazilerin ekoloji ve hıfzıssıhha anlayışı yönetiyor.

Türkiye’de pandemi süreci de “dünyada çok fazla insan var” diyen birinin idaresi altında. Bir yandan “gebersin bu yoksullar!” diyorlar, bir yandan sürü bağışıklığı talep ediyorlar. Oysa “bu dibine kadar eşitsiz dünyada kapitalizmin, şirketlerin-devletlerin, sömürgecilerin ve emperyalistlerin günahlarına bakmayı hatırlatmak” gerekiyor.[7] Zira perde arkasını sorgulayanlara yönelik düşmanlık, giderek güçleniyor.

İlk virüs haberleri geldiğinde, önce umreciler düşman edildi, ardından sıra Almancılara geldi. Onları 65 yaş üstü insanlar izledi. Şimdi bir de kim oldukları bilinmeyen “süper bulaştırıcılar” çıktı. 11 Eylül sonrası gündeme gelen terörle mücadele konsepti, pandemi döneminde de kullanıldı. Her şey, askerî operasyon mantığı uyarınca yönetildi.

Bu mantık uyarınca pandemi sürecini yönetenler, bahsi edilen kesimleri tabii ki solcuların Twitter faaliyetini de kendilerine örgütlediler. O solcular, umacı ilân edilen kesimlerin “terörist” gösterilmesine dönük faaliyetin parçası hâline geldiler.

Ölüm haberleri arttıkça küçük burjuva kesim, “ölümlerin en çok yoksul semtlerde görüldüğü”ne dair dedikodu ve tezvirat üretti. Yoksulluk, hastalık kaynağıydı. Ama yoksulluğun sebebi değil, yoksullar yok edilmeliydi. Bu koşullarda “ölün ki insan genomu arınsın, temizlensin” diyen solcular kapladı ortalığı.

Sol, belirli çıkar mekanizmalarından istifade etmek için yoksulla, emekçiyle bağını koparttı. Sınıfları görmez oldu, görmediği yere çekildi. Geçmişten arındı, yüceldi. AKP, bu arınmanın, yücelmenin bahanesi olarak iş gördü.

“Dünya nüfusu 500 milyon olsun” diyenler, o toplamın içinde olacaklarına eminler. Teori ve pratiği, bu beklenti ve ümit biçimlendiriyor. Yoksulların orada olamayacağı bilindiği için, teori ve pratik de buna göre mayalanıyor.

Eşitsizlik ve sömürü, bir mesele olmaktan çıkıyor. Sınıfsız-sınırsız kaynaşmış 500 milyonluk kütle, herkesin olmak istediği yer olarak parlatılıyor. Tüm teori ve akıl, o kütle tasavvuru üzerine inşa ediliyor. Sol, burjuvanın aydınlandığı anla ilişki kurduğu, o anı “mutlak devrim” sandığı için, teslimiyet içerisinde. Bu sebeple sol, “kaynaşmış kitle”nin burjuvaziyi ifade ettiğini biliyor ve gerçeği gizlemek için uğraşıyor. Ona verilen görev bu. Sol, her fırsatta burjuvazinin gemisine biniyor. Türkiye’yi kurduğu söylenen sınıfsız-sınırsız kaynaşmış 10 milyonluk kütle, sola o gemiye binme emrini veriyor.

Solun Rolü

Bugün feminizm, veganizm ve LGBT, bahsi edilen Malthusçulukla, ekofaşizmle ve büyük reset (sıfırlama) fikriyle birlikte gündeme geliyor.[8] “Dünya nüfusu 500 milyona düşsün” diyenler, kendilerini korumak adına, bu tür ideolojileri pompalıyorlar. Hem kitlesel başkaldırıların önünü alıyorlar, hem de kitlenin varlığını geçersiz kılıyorlar.

Tekellerin troykasını teşkil eden bu üç ideolojik yönelim, yüksek duvarlı, yüksek güvenlikli zengin mahallelerin ve kentlerin zırhı olarak iş görüyor. Sanılanın aksine, aile değil, özel bireysel oluşlar ve faaliyetler yüceltiliyor. “Paydaş kapitalizmi” diye önerdikleri, dördüncü sanayi devrimi ile cisimleşecek düzenden en fazla, “yenilikçilerin, yatırımcıların ve hissedarların yararlanacağından” bahsediliyor.[9] Önerdikleri düzen ise öjeni ve Malthusçuluk üzerine kurulu.[10] Bugün CHP, AKP, HDP, bu ekonomi politiğin emirlerine uygun adımlar atıyor, sözler sarf ediyor.

Davosçu liderler, bu pandemiyi 11 Eylül gibi momentlere benzetiyorlar. Bir yandan da 11 Eylül sonrası istihbaratın ve askeriyenin aldığı tedbirlere benzer tedbirler alınıyor, benzer yöntemler kullanılıyor. Kriz koşullarında oluşan panikten istifade etmek istiyorlar. 11 Eylül’le hayata sızan dronlar, kudretli bir yere sahip oluyorlar. Otomasyon ve robotlaşma sürecini hızlandırıyorlar.

Bu süreçte 500 milyon içinde yer alacaklarından emin olan küçük burjuvalar, sola format atıyorlar, onu belirli bir algoritmaya tabi kılıyorlar. Davos katılımcılarının yaptığı bir tespitte söylendiği üzere, “Davos, milyarderlerin milyonerlere orta sınıfın neler düşündüğünü, neler hissettiğini anlatıp durduğu yer.”[11] İşte bugün sol siyaseti, o anlatılanlar biçimlendiriyor.

Dolayısıyla, aslında bugün “yürüyen madencilere destek verelim” diyen solcuların tamamı, yalan söylüyor. Çünkü onlar, daha dün “iki bildiri dağıtmakla, iki işçi örgütlemekle nereye varacaksınız, buraya, Rojava’ya gelin” diyorlardı. İşçi çalışmalarını baltalıyorlardı. Bugünse ilk fırsatta popüler olanın arkasına saklanıyorlar. Dün “devlet pandemi sürecini iyi yönetiyor” diyenler, “bakanlık ölümleri açıklamıyor, yalan söylüyor” açıklaması yapıyorlar. Bu küçük burjuva yalanlarına kanmamak gerekiyor.

Halk Sağlığı

“Feministler, genelde gebelikten korunma pratiklerini ve kürtajı, kadınları sağlıklı kılma ve özgürleştirme yolu olarak destekliyorlar.”[12] Bu destek, türün arınıklığı ve öjeni pratikleri dâhilinde anlam kazanıyor. “Nüfus 500 milyon olsun”cular, solu doğal olarak feministleştiriyorlar. Bugünkü feminizmin altmışlardaki kadın hareketiyle bir alakası yok. Biden, Pentagon’un başına kadın getirecek diye sevinen bu feminizm[13], fazla tekelci! Bu tür fikirlerle kuşanmış birinin halk sağlığını mesele olarak görmesi ise asla mümkün değil.

“Grip gibi hastalıklarla mücadelenin, ayrıca kalbimizi, akciğerimizi, karaciğerimizi ve beynimizi korumanın yegâne etkili yolu, bağışıklık sistemimizin güçlendirilmesi.”[14]

Solun başkalaştığı süreçte sağlık meselesi de bireyselleştiriliyor. O, kişinin özel imkânları ve özel dünyası ile tanımlı bir şeymiş gibi takdim ediliyor. Virüs sayesinde herkes, müşterek bedene düşman kılınıyor. Beden, metalaştırılıyor.

Hitler döneminin uygulaması olarak dezenfeksiyon üzerinden ihtiyacımız olan bakteriler ve virüsler toptan öldürülüyor. Bugün “Covid’le ölmeyelim” diye her tür bakteri ve virüs yok ediliyor, böylelikle ilerideki ölümlerin sayısı artırılıyor. Çocuklara dayatılan maske, sosyal mesafe ve izolasyon, onların bağışıklık sistemlerini mahvediyor. Kimse, bağışıklık sistemini güçlendirmeye dönük halk sağlığı temelli öneriler ve uygulamalar üzerinde durmuyor. Çünkü yoksul halk, kimsenin umurunda değil.

Din hâline getirilen tıp[15], ticarete ve sermaye akışına teslim oluyor. Büyük ilâç şirketleri, kulaklara kendi ideolojisini fısıldıyorlar. Başka bir örnek olarak: Yirmi yıldır dağların yağmaya açılmasını sağlayan yasalara ve politikalara ses etmeyen maden mühendisleri odası solcuları, bugün “halktan yana madencilik”ten söz ediyorlar. Sol, bu süreçte yoksuldan, ezilenden, emekçiden kopmanın kendisine kattığı kısa günün kârıyla avunuyor. Bu arınık ve izole hal, buna uygun düşüncelere sevk ediyor.

Solun Yelkenleri

Birinci sanayi devriminin Faydacıları-Benthamcıları, dördüncü devrime yoksul düşmanlığını öğretiyorlar. Silikon Vadisi ideolojisini kimi solcular, tam da bu sebeple, devrimci bir ideoloji zannediyorlar. Solun, onların rahlesi önünde diz çöktüğü görülüyor.

Gıda, aile ve cinsiyetle ilgili tartışmalar, özel bireylerin özel çıkarları bağlamında yürütülüyor. Kitlelerin, milyonların derdi üzerinde durulmuyor. Gelecekten ve kavgadan ümidini kesenler, solun yelkenlerini efendilerin rüzgârıyla şişiriyorlar.

Faydacılar, olguların, gerçeklerin kontrol edilmesi ile iktidarı tesis edeceklerini düşünüyorlar. Liberal bir proje olarak, yoksulları kontrol etmeyi amaç edinen Yoksullar Yasası’nın “anlamsız ve tutarsız” olduğunu söylüyorlar.[16] Yardım çalışmalarının insanların çalışma isteğini ortadan kaldıracağını iddia ediyorlar.

Bugünse teknolojik ilerleme ile işsiz ve atıl kitlenin giderek büyüyeceği, bu kitlenin kentlerde yol açacağı sorunlar üzerinde duruluyor. Solun, bu kitlenin kontrol altında tutulması, gerektiğinde etkisizleştirilmesi için gerekli bir araca dönüştürüldüğü görülmeli.

Pandemi sürecinde devlete sufle veren, ona paniğin yaygınlaştırılması, kitlelerin manipülasyonu konusunda yardım eden solun, tekellerin yönelimleri bağlamında tartışılması şart. Pandemi süreci, ideolojik ve politik açıdan önemli bir turnusol işlevi görüyor. Sol, burjuva siyasete teslim olup hükümete bu konuda akıl vereceğine, biriken öfkeyi örgütlemeyi göze alabilmeli. Tabii o göz hâlâ varsa!

Eren Balkır
21 Ekim 2020

Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, “The Working Class and NeoMalthusianism”, 16 Haziran 1913, MIA. Türkçesi: İştiraki.

[2] Vito Kapo, “Kadın Ancak Özgür Bir Toplumda Özgür Yaşayabilir”, Mayıs/Haziran 1975, .

[3] Özlem Akarsu Çelik, “Prof. Dr. Mehmet Ceyhan”, 26 Mart 2020, Duvar.

[4] K. Marx ve F. Engels, Nüfus Sorunu ve Malthus, Sol Yay., Çev. Oya Yaylalı, 1978, s. 157.

[5] Filiz Gazi, “Yoksulun Zengine Kafa”, 6 Ekim 2020, Duvar.

[6] Stephen Corry, “The Big Green Lie”, 26 Haziran 2020, Counterpunch.

[7] Sherronda J. Brown, “Eko-faşistlik Etmeyin”, 27 Mart 2020, İştiraki.

[8] Eren Balkır, “Cabrón”, 12 Haziran 2019, İştiraki.

[9] Klaus Schwab, The Fourth Industrial Revolution, WEF, 2016, s. 16.

[10] “Klaus Schwab and His Great Fascist Reset”, 5 Ekim 2020, WO.

[11] Dan Freed, “Davos Billionaires”, 24 Şubat 2016, Reuters.

[12] Jacob Levich, “Aşırı Nüfus Efsanesi”, 12 Nisan 2019, İştiraki.

[13] Caitlin Johnstone, “This Isn’t Feminism”, 15 Kasım 2020, Medium.

[14] Torsten Engelbrecht ve Claus Köhnlein, Virus Mania, 2007, Trafford Pub., s. 261.

[15] Giorgio Agamben, “Bir Din Olarak Tıp”, 2 Mayıs 2020, İştiraki.

[16] Theodore Roszak, The Cult of Information: A Neo-Luddite Treatise on High Tech, Artificial Intelligence, and the True Art of Thinking, University of California Press, İkinci Baskı 1994, s. 159.

0 Yorum: