Pandeminin başladığı günden Haziran 2020’e dek
sadece altı ay geçti ve dünya, artık bugün çok farklı bir yer. Çok kısa bir
süre içerisinde Kovid-19, hem muazzam değişimleri tetikledi, hem de ekonomilerimize
ve toplumlarımıza musallat olan fay hatlarını harekete geçirdi.
Eşitsizlikler arttı, insanlardaki adaletsizliğe
dair hissiyat yoğunlaştı, jeopolitik çatlaklar derinleşti, politik kutuplaşma hızlandı,
kamu açıkları arttı, borç düzeyleri yükseldi, dünya yönetimi etkisini yitirdi,
hatta giderek yok oldu, finansallaşma aşırılaştı, çevre daha da kötüleşti.
Bunlar, zaten pandemiden de önce varolan temel sorunlardı. Korona krizi,
bunların iyice derinleşmesine neden oldu.
Peki Kovid-19 felâketi, kasırga öncesi düşen
yıldırım olarak görülebilir mi? Bu felâket, bir dizi kapsamlı değişikliği
tetikleyen güç olabilir mi?
On ay içerisinde dünyanın nasıl bir yer olacağını,
hatta on aydan kısa bir zaman içerisinde neye benzeyeceğini bile bilmiyoruz, ama
bugün dünyayı sıfırlamak için adım atmazsak, yarın dünyanın daha fazla dert ve
sorunla yüklü bir yer hâline geleceğini biliyoruz.
Gabriel Garcia Marquez’in Önceden Haber Verilen Bir Ölümün Tarihçesi isimli kısa romanında
ileride bir felâketin yaşanacağını önceden sezen bir köyden bahseder. Köylülerin
teki bile bu felâketi önlemek için adım atmaz, atmak istemez. Bir süre sonra
her türlü müdahale için geç kalındığı bir aşamaya geçilir.
İşte biz, o köy gibi olmak istemiyoruz. Böylesi
bir kaderden kaçınmak için hiç ertelemeden, Büyük Sıfırlama denilen adımı
atmalıyız. Bu, “elimizde iyi ki var ama şöyle bir kenarda dursun” diyebileceğimiz
bir seçenek değil, bir zorunluluk.
Toplumlarımızın ve ekonomilerimizin kökleri
derinlere inen illetlerini ele alamayıp ortadan kaldıramazsak, risklerimiz daha
da artacak. Tarihin de gösterdiği üzere, nihayetinde bir çatışmalar, hatta
devrimler gibi şiddeti temel alan şok dizisi, hepimize bu sıfırlamayı kendince
dayatacaktır.
Bizim görevimiz, azgın boğayı boynuzlarından yakalayıp dizginlemektir. Pandemi, bize tam da bu imkânı sunmaktadır: Pandemi, esasen “dünyamızı düşünme, yeniden tahayyül etme ve onu sıfırlama fırsatı elde etme konusunda dar ama nadiren açılan bir pencere sunmaktadır.”[1]
Pandeminin sebep olduğu derin kriz, ekonomilerimizin
ve toplumlarımızın nasıl işlediklerine ve hangi yollarda ilerlediğinde aksaklıklar
yaşadığına dair fikirler geliştirme konusunda yığınla fırsat sundu. Bu mahkeme
sürecinin hakkımızda verdiği hükümse çok açık: Değişmemiz gerekiyor. Değişmeye
mecburuz.
Peki ama değişebilir miyiz? Geçmişte yaptığımız
yanlışlardan bir şeyler öğrenecek miyiz? Pandemi, daha iyi bir gelecek için
önümüze bir kapı açacak mı? Dünya dediğimiz bu evi düzene sokacak mıyız? Yalın
bir ifadeyle: Büyük Sıfırlama denilen adımı atacak mıyız?
Sıfırlama işlemi, esasen iddialı bir görev, hatta
fazla iddialı, ama öyle olsa da şunu bilmemiz gerekiyor: bu adımı atmak için
elimizden geleni yapmaktan başka bir seçeneğimiz yok. Burada, bu adımda mesele,
pandemi öncesi dönemde bıraktığımız dünyaya nispetle daha az parçalı, daha az
bölünmüş, daha az kirlenen, daha az yıkıcı, daha kapsayıcı, daha eşitlikçi ve
daha adil bir dünya kurmak.
Hiçbir şey yapmamak veya çok az şey yapmak,
toplumsal eşitsizliklerin arttığı, ekonominin daha da dengesizleştiği, çevrenin
daha da kötüleştiği bir dünyaya doğru uyurgezer adımlarıyla ilerlemek anlamına
gelecek. Büyük Sıfırlama işlemini gerçekleştirmezsek, dünya sefil, bölük
pörçük, tehlikeli, bencil, nüfusunun büyük bir kısmını sırtında taşıyamayacak
kadar zayıf bir yer hâline gelecek. Dolayısıyla hiçbir şey yapmamak, asla uygun
bir tercih olamaz.
Bununla birlikte Büyük Sıfırlama, herkesçe alınmış bir nihai
karar da değil. Kimileri, bu adımın atılmasına ilişkin zorunluluğa bir biçimde
karşı koyabilirler. Görevin sırta yüklediği yükten korkabilir ve bu adımın
aciliyetinin zamanla geçeceğini, durumun kısa süre içerisinde “normal”e
döneceğini umabilirler.
“Hiçbir şey yapmayalım” diyenler, temelde şunu
söylüyorlar: “Eskiden de benzer şokları, pandemileri, sert resesyonları,
jeopolitik bölünmeleri ve toplumsal gerilimleri yaşadık, ileride de yaşamamız
kaçınılmaz. Her zaman olduğu gibi toplumlarımız da ekonomilerimiz de yeniden
kurulacak. Hayat devam ediyor sonuçta!”
Neticede “dünyayı sıfırlamayalım” diyenler,
dünyanın mevcut durumunun o kadar da kötü olmadığı, bizim dünyayı iyileştirmek
için birkaç sorunu çözmemizin kâfi geleceği kanaati üzerinden gerekçeler
sunuyorlar.
Doğrudur, bugün dünya, geçmişe kıyasla daha iyi
durumdadır. Kabul etmeliyiz ki insanlar, karşılarında hiç bu kadar iyi bir dünya
bulmadılar. Yoksulluk koşullarında yaşayan insanların sayısı, savaşlarda
ölenlerin sayısı, kişi başına düşen GSYİH, ortalama yaşam süresi veya
okuryazarlık oranları, hatta pandemilerin sebep olduğu ölü sayısı gibi müşterek
refahımızı ölçmek için kullandığımız temel göstergeler, son birkaç yüz yıldır
sürekli gelişme kaydetti, üstelik bu gelişme, son yirmi-otuz yıl içerisinde
çarpıcı bir düzeye ulaştı.
Fakat bu göstergeler, “ortalama düzeyde” ilerleme
kaydetse de eldeki istatistiksel gerçekliğin, dışlandıklarını düşünen
(çoğunlukla dışlanan) insanlar için bir anlam ifade etmediğini görmek
gerekiyor.
Bu sebeple bugünün dünyasının eskisinden daha iyi
olduğuna dair kanaat, ne kadar doğru olsa da o, mevcut hâlle avunmak ve dünyaya
musallat olan birçok illeti ortadan kaldırmamak için bir bahane olarak
kullanılamaz.
Mayıs 2020’de bir polis memuru tarafından
öldürülen Afro-Amerikalı George Floyd’un üzüntü verici ölümü, bu hususu tüm
çıplaklığıyla ortaya koydu. Bu olayla birlikte domino taşları devrildi, bardak
taştı ve ABD’deki Afro-Amerikalı toplumunun yaşadığı derin ve yoğun
adaletsizlik hissi, kitlesel gösteriler dâhilinde bir bomba gibi patladı.
Peki Afro-Amerikalı toplumuna düşen payın
geçmişteki paydan büyük olduğunu söylemek, o insanların öfkesini yatıştırabilir
mi? Elbette ki yatıştıramaz! Bugün asıl önemli olan, Afro-Amerikalıların
bugünkü durumudur, atalarının köle olarak yaşadığı 150 yıl öncesine göre (ki
kölelik ABD’de 1865’te kaldırıldı) “gelişmiş” olan koşulları değil. Bu noktada
bir siyahînin beyaz biriyle evlenmesinin kanuna aykırı kabul edildiği elli
öncesi durumun da bugün için bir önemi yok. (Bilindiği üzere siyahîlerle
beyazlar arasındaki evlilikler tüm eyaletlerde ancak 1967 yılında yasal hâle
geldi.)
Büyük sıfırlamanın bu tür hususlarla iki açıdan
alakalı olduğunu görmek gerekiyor:
1. İnsanlar, istatistiksel verilere göre harekete
geçmezler veya tepki koymazlar, tepkileri ve eylemleri belirleyen, duygular ve
sezgilerdir. Davranışlarımıza, anlatılan hikâyeler yön verir.
2. Koşullarımız iyileştikçe, hayat standartlarımız
geliştikçe, daha iyi ve daha adil bir hayata dair beklentilerimiz de artar.
Bu anlamda Haziran 2020’de birçok yerde meydana
gelen toplumsal gösteriler, Büyük Sıfırlama işlemini acilen gerçekleştirmenin
zaruri olduğunu ortaya koymaktadır.
Kovid-19 denilen epidemiyolojik riskle yapılan
gösterilerde karşılık bulan toplumsal risk, birbirleriyle bağlantılı şeylerdir.
Bugünün dünyasında asıl önemli olan, riskler, meseleler, güçlükler, aynı
zamanda fırsatlar arasındaki sistemsel bağdır, neticede geleceği de bu bağ
tayin edecektir.
Pandeminin ilk aylarında kamuoyu dikkatini,
anlaşılır bir biçimde, Kovid-19’un epidemiyolojik etkilerine ve sağlık meselesine
yöneltti. Ne var ki süreç ilerledikçe oluşan sorunların, pandemiden kaynaklanan
ekonomik, jeopolitik, toplumsal, çevresel ve teknolojik riskler arasındaki
bağın ve bu risklerin şirketler ile bireyler üzerinde yol açmayı sürdürdüğü
etkinin ürünü olduğu görüldü.
Klaus
Schwab
Thierry
Malleret
[Kaynak: Covid-19: The Great Reset, WEF, 2020.]
0 Yorum:
Yorum Gönder