Büyük Reset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Büyük Reset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Nisan 2023

,

Büyük Gıda Sıfırlaması Başladı

Hollandalı çiftçiler, hükümetin azot politikasını protesto etmek adına, “hiçbir yere gitmediklerini” söylemek için traktörleriyle “Kalıyoruz” yazdılar.

Fransa alevler içinde. İsrail, kendi içinde infilak ediyor. Amerika, ikinci 6 Ocak vakasıyla (kongre baskınıyla) yüzleşiyor. Hollanda ise dünya düzenini istikrarsızlaştırmakla tehdit eden, bugün başka yerlerde yaşanan protestolardan farklı tipte bir protesto sebebiyle, politik yapının sarsılışına tanıklık ediyor. Son seçimlerde Çiftçi Yurttaş Hareketi (BBB) kurulalı sadece üç yıl olmuş olan, düzen karşıtı bir parti için oldukça yüksek bir oy aldı. Bu anlamda, sıradan bir dönemden geçtiğimizi kimse söyleyemez.

BBB denilen hareket, hükümetin ülkedeki tarım sektöründe 2030 yılı itibarıyla azot salınımlarının yüzde elli oranında kesilmesi önerisine karşı gelişen kitlesel gösterilerin bağrında doğdu. Hükümetin belirlediği bu hedef, Avrupa Birliği’nin getirdiği salınımları azaltma ile ilgili kurallara uyum zorunluluğu üzerinden belirlenmişti. Büyük tarım şirketleri, bu hedefe ulaşacak araçlara sahipler. Daha az azotlu gübre kullanabiliyorlar, büyükbaş hayvan sayısını aşağıya çekebiliyorlar. Ama küçük çiftlik sahipleri, mülklerini ya satmak ya da kapısına kilit vurmak zorunda. Aslında sık sık yeniden düzenlenen Avrupa Komisyonu raporuna göre, bu tür kuralların belirlenmesindeki asıl stratejik hedef, “tarımsal faaliyetin ekstansif kılınması, bunun için de çiftliklerin satın alınması veya faaliyetlerinin sonlandırılması, böylece büyükbaş hayvan sayısının aşağı çekilmesi. Bugün bu süreç gönüllülük esası üzerinden işliyor, ama yarın gerekirse zorunlu satışlar gündeme gelebilir.”

Dolayısıyla, bu tür planların çiftçilerin gösterilerinin fitilini ateşlemesinde şaşılacak bir yan yok. Çiftçiler, bu planları geçim imkânlarına yönelik bir saldırı olarak görüyorlar. BBB, bu sebeple “Çiftlik Yoksa Ekmek de Yok” sloganını atıyor. Bu slogan, tam da bu sebeple seçmende bir karşılık buluyor. Fakat alınan bu tedbirin ülkenin gıda güvenliği ve Hollanda’nın ulusal kimliğinin ayrılmaz parçası olan yüzlerce yıllık köylü yaşam tarzını etkilemesinin yanında, bu ağır tedbirin uygulanması için başvurulan gerekçenin de sorgulanması gerekiyor.

Tarım, bugün ülkedeki karbondioksit çıktısının neredeyse yarısından sorumlu, buna karşılık, Hollanda’nın dünyadaki salınımlarda sahip olduğu sorumluluk binde 4’ten az. Bu sebeple birçok Hollandalı, ülkedeki çiftçilik sektörünün denetim altına alınmasını bu türden ihmal edilebilir rakamlar üzerinden meşrulaştırmanın mümkün olmadığını düşünüyor. Son yirmi yıl içerisinde önemli ürünlerin suya bağımlılık düzeyi yüzde 90 oranında azaldı, tüm seralarda kimyasal böcek ilâçlarının kullanımına yasak getirildi.

Çiftçiler, ayrıca azot kesintisinin Hollanda haricinde başka ülkeleri de etkileyeceğini söylüyorlar. Nihayetinde Hollanda, Avrupa’nın en büyük et ihracatçısı, aynı zamanda ABD’den sonra dünyadaki en büyük ikinci tarım ihracatçısı. Dolayısıyla önerilen plan, gıda ihracatının dünyanın gıda ve kaynak kıtlığı sorunu ile yüzleştiği bir dönemde dibe vurmasına neden olacak. Bunun ne tür bir sonuca yol açacağını zaten biliyoruz. Geçen yıl Sri Lanka’da azot gübresine benzer türde bir yasak getirildi ve korkunç sonuçlara yol açtı: ülkede yaklaşık iki milyon insanın gıda kıtlığı ile yüzleşmesine ve yoksullaşmasına neden oldu. Bunun sonucunda hükümetin devrilmesiyle neticelenen bir ayaklanmaya şahit olundu.

Uygulanan politikanın akıl dışı olduğunu gören çiftçiler, sadece kentlerde yaşayan ve Hollanda hükümetini yöneten “çevreci elitler”in suçlanamayacağını düşünüyorlar. Onlar, bu hamlenin asıl sebeplerinden birinin küçük çiftlik sahiplerini piyasadan çekmek, ülke toprağının değerini gören devasa çokuluslu zirai işletme şirketlerinin bu çiftlikleri satın almasını sağlamak olduğunu söylüyorlar. Çiftçilere göre bu şirketler, oldukça verimli olan, aynı zamanda Kuzey Atlantik sahiline kolayca erişilmesine imkân veren (ki Rotterdam, Avrupa’daki en büyük limandır) stratejik bir konumda bulunan ülke toprağının sahip olduğu muazzam değeri görüyorlar. Çiftçiler, aynı zamanda Başbakan Rutte’nin şirketlerin yönettiği Dünya Ekonomi Forumu’na ajandalar konusunda katkı sunan üyesi olduğu gerçeğine işaret ediyorlar. Dediklerine göre, maliye bakanı ile toplumsal işler ve istihdam bakanı da aynı kuruluşa bağlı.

Görünen o ki Hollanda’da sürmekte olan mücadele, uluslararası gıda sistemini “sıfırlamaya” çalışan büyük bir oyunun parçası. Bugün Belçika, Almanya, İrlanda ve (hükümetin geleneksel çiftçileri yeni ve “sürdürülebilir” çiftçilere alan açmak için ilgili sektörü terk etmeye zorladığı) İngiltere’de benzer tedbirlere başvuruluyor. Enerji sektöründen sonra sera gazı salınımlarına en fazla katkıyı sunan sektör olarak tarım, doğalında Sıfır Sera Gazı fikrini savunanların, yani büyük uluslararası ve küresel örgütlerin ilgi odağı hâline geliyor. Bu örgütler, bize yegâne çözümün “sürdürülebilir tarım” olduğunu söylüyorlar. Birleşmiş Milletler’in belirlediği 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi, 2030 Ajandası’nı meydana getiriyor.

Bu mesele, küresel ajandanın en başına yerleştiriliyor. Geçen Kasım ayında Bali’de düzenlenen G20 toplantısında, “gıda sistemlerinin iklim değişikliğinin zararlarını azaltma ve ona uyum sağlama sürecine katkıda bulunmasını sağlamak amacıyla sürecin sürdürülebilir ve dirençli tarım ve gıda sistemlerine doğru dönüştürülmesi çağrısı”nda bulunuldu. Birkaç gün sonra, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 27. Oturumu Yeşil Ajanda İklim Zirvesi Mısır’da düzenlendi. Burada “sürdürülebilir, iklim değişikliğine dirençli, sağlıklı beslenme alışkanlıkları”nın teşvik edilmesine karar verildi. Bir yıl içerisinde kuruma bağlı Gıda ve Tarım Örgütü, tarım sektöründe sera gazı salınımlarını azaltmak için bir yol haritası hazırlayıp uygulamaya koymayı amaçlıyor.

Birleşmiş Milletler’in hazırladığı bir dizi belgede sürecin asli hedefleri bir bir aktarılıyor: azot kullanımının ve dünya genelinde büyükbaş hayvan üretiminin azaltılması, et tüketiminin düşürülmesi, bitki temelli veya laboratuvarda üretilmiş ürünler, hatta böcekler türünden daha “sürdürülebilir” olan protein kaynaklarının teşvik edilmesi.

Örneğin Birleşmiş Milletler Çevre Programı, küresel et ve süt ürünleri tüketiminin 2050 yılı itibarıyla yarı yarıya azalması gerektiğini söylüyor. Küresel gıda sisteminin dönüştürülmesi konusunda başka uluslararası ve çok taraflı örgütler de kendi planlarını gündeme getirdiler.

Avrupa Birliği’nin geliştirdiği “Tarladan Sofraya Stratejisi”nde amaç, sürdürülebilir gıda sistemine geçiş sürecini hızlandırmak. Dünya Bankası ise hazırladığı 2021-2025 dönemiyle ilgili iklim değişikliği eylem planında bankanın yardım amaçlı dağıttığı paranın yüzde 35’inin iklim değişikliği meselesinin çözüme kavuşturulması amacıyla tarım ve diğer önemli sistemlerin dönüştürülmesi işine teksif edileceğini söylüyor.

Bu farklı hükümetleri ve kurumları içeren yapıların yanında, bugün geniş bir “hissedar” ağı da tarımın ve gıda üretiminin “yeşillendirilmesi” işine odaklanıyor. Özel vakıflar, özel-kamu ortaklıkları, STK’lar ve şirketler bu alana eğiliyorlar. 2020’de Rockefeller Vakfı’nın hazırladığı “Masayı Sıfırla” isimli raporda, “hissedar gelirlerinin azami düzeye çekilmesi yerine, tüm paydaşlara adil kazanç ve fayda getiren eşitlikçi sistemlere odaklanılması gerektiğinden” söz ediliyor. Bu fikir, ilk duyunca kulağa hoş geliyor, ama bilinmeli ki bu “paydaş kapitalizmi” denilen fikrin arkasında, dünyadaki en büyük ve en güçlü şirketlerin çıkarlarını savunan Dünya Ekonomi Forumu var.

Rockefeller Vakfı’nın Dünya Ekonomi Forumu (WEF) ile sıkı bağları mevcut. Forum, 2030 yılı itibarıyla sıfır sera gazı aşamasına ve doğaya zararsız gıda sistemlerine geçişi sağlamak için “iklim dostu” yöntemleri benimsemeleri konusunda çiftçileri teşvik ediyor. WEF, aynı zamanda büyükbaş hayvan üretiminin ve et tüketiminin azaltılmasının şart olduğuna, alternatif protein kaynaklarına geçişin zaruri olduğuna inanıyor.

Küresel gıda sistemimizi dönüştürme işine kendisini adamış en etkili özel-kamusal örgütlerden biri de Davos’ta geliştirilmiş olan “çok paydaşlılık” yaklaşımını temel alan EAT-Lancet Komisyonu. Bu komisyon, akademik kurumlar ve çok uluslu şirketler gibi hükümetlerle birlikte çalışan, seçimle işbaşına gelmemiş olan “paydaşlar”ca biçimlendirilmiş politikaların uygulanmasını istiyor. Wellcome Vakfı’nın teşkil ettiği bu ağ, BM kurumları, dünyanın önde gelen üniversiteleri ve Google ve Nestle gibi şirketlerden oluşuyor. EAT denilen yapının kurucusu ve başkanı olan Gunhild Stordalen, Norveç’in en zenginlerinden biriyle evli. Yardım faaliyetleri içinde yer alan bu isim, asıl niyetinin “Gıda İçin Davos Zirvesi”ni örgütlemek olduğunu söylüyor.

EAT’in çalışmalarına ilk başta Dünya Sağlık Örgütü destek sunuyordu, fakat 2019’da örgüt, İtalya elçisi ve Cenevre’deki daimi BM temsilcisi Gian Lorenzo Cornado’nun EAT’in bitki temelli gıdalara odaklanan, eti ve diğer hayvan kaynaklı gıdaları dışlayan beslenme rejimine odaklanan beslenme anlayışının bilimsel temelini sorgulaması ardından, desteğini çekti. Cornado, cinsiyeti, yaşı, sağlığı ve yeme alışkanlıklarını görmezden gelen standart bir beslenme tarzının tüm gezegene önerilmesinin bilimsel bir zemini olmadığını, birçok ülkede kültürel mirasın ve toplumsal uyumun parçası olan, bin yıllık sağlıklı geleneksel beslenme tarzlarının yok olmasına neden olacağını söyledi.

Cornado’ya göre asıl önemli olan, komisyonun tavsiye ettiği beslenme rejiminin “besleyicilik açısından yetersiz, dolayısıyla insan sağlığına zararlı olması, neticede bilhassa gelişmekte olan ülkelerde ekonomik buhrana yol açacak olması.” Cornado’nun üzerinde durduğu diğer bir konu da “hayvan kaynaklı gıdaların tümüyle veya büyük ölçüde yok edilecek olması.” Ona göre bu türden bir işlem, büyükbaş hayvan yetiştiren çiftlikleri ve et-süt ürünleri üretimiyle alakalı diğer faaliyetleri ortadan kaldıracak.

Dünyanın en önemli kamusal sağlık kurumunun önde gelen üyelerinden birinin dillendirdiği, 81 ülkede 200 milyon küçük mülk sahibi çiftçiyi temsil eden ağın da paylaştığı bu türden endişelere rağmen, EAT, gıda sistemlerinin kökten dönüştürülmesi ile ilgili ajandanın tüm dünyaya dayatılmasına dönük çalışmaların merkezinde durmaya devam ediyor.

2021’de WEF ile BM Genel Sekreteri Stordalen arasında kurulmuş olan ortaklığın örgütlediği Birleşmiş Milletler Gıda Sistemleri Zirvesi’ne bu süreçte öncü rolü bahşedildi.

Zamanla tarım sektöründe ve gıda sektöründe kamu kuruluşları ile özel-şirketlere ait alan arasındaki sınırlar tümüyle kaldırıldı. Bill Gates’in merkezinde durduğu bu dönüşüm süreci dâhilinde başka alanlarda da sınırlar silindi.

Sağlık hizmetleri yanında tarım da Bill ve Melinde Gates Vakfı’nın en çok ilgilendiği alanlardan. Birçok girişimi finanse eden vakıf amacının gıda güvenliğini artırmak ve Gates Ag One, CGIAR ve Afrika’da Yeşil Devrim İttifakı gibi araçlar üzerinden sürdürülebilir çiftçilik çalışmalarını teşvik etmek olduğunu söylüyor.

Buna karşılık, sivil toplum örgütleri, vakfı nüfuzunu çok uluslu şirketlerin çıkarlarını küresel güneyin yoksul ülkelerinde savunmak ve küresel gıda üretiminin artırılmasına hiçbir katkı sunmayan etkisiz (çok kâr getiren) yüksek teknoloji temelli çözümleri dayatmak için kullandığını söylüyorlar. Dahası, Gates’in “sürdürülebilir tarımsal faaliyetleri”, sadece gelişmekte olan ülkelerle sınırlı değil. Etin Ötesinde ve İmkânsız Gıdalar gibi bitki temelli protein şirketlerine yatırım yapan Gates, ABD’de büyük miktarlarda çiftlik arazileri satın aldı, hatta öyle ki ülkedeki en büyük çiftlik arazisi sahibi hâline geldi.

Gates’te cisimleşen küreselci eğilimde mevcut olan sorun, inkâr edilemeyecek bir gerçeklik: Nihayetinde küçük ve orta ölçekli tarım faaliyeti, geniş biyolojik çeşitlilik ve doğal unsurların korunmasıyla bağlantılı bir faaliyet olması sebebiyle, geniş ölçekli endüstriyel tarıma kıyasla daha fazla sürdürülebilir. Ayrıca küçük çiftlikler, diğer türde kamusal ürünlerin neredeyse tamamını üretiyor. Tarımsal alanların ve uzak bölgelerin canlı kalmasına katkıda bulunuyor, bölgelerin kimliklerini muhafaza ediyor, bunun yanında, daha az iş imkânı sunan bölgelerde istihdamın artmasını sağlıyor. Daha da önemlisi, küçük çiftlikler dünyanın karnını doyuyorlar. 2017 tarihli bir çalışmada dile getirildiği biçimiyle, büyük tarım şirketleriyle bağlantısı olmayan, küçük ölçekli üreticilerin oluşturduğu, “köylülerin gıda ağı” dünyadaki tarımsal kaynakların sadece yüzde 25’ini kullanarak dünyanın yarısından fazlasının karnını doyuruyor.

Geleneksel çiftçilik, daha önce hiç tanık olmadığı bir saldırıyla karşı karşıya. Küçük ve orta ölçekli çiftlik sahipleri, hayatta kalmalarını imkânsız kılacak ağır toplumsal ve ekonomik koşullara maruz kalıyorlar. Avrupa ve diğer bölgelerde çiftlikler alarm verecek bir hızda ortadan kayboluyor. Bu, dünyadaki gıda oligarkları lehine işleyen bir süreç dâhilinde gerçekleşiyor. Üstelik her şey, “sürdürülebilirlik” adına yapılıyor. Dünya genelinde bir milyara yakın insanın açlığın pençesinde olduğu bir dönemde Hollandalı çiftçilerin verdiği ders acilen edinilmeli. Bu dersten daha acil ve daha ilham verici başka bir ders yok. Zira en azından şimdilik, Büyük Gıda Sıfırlaması’na direnmek için hâlen daha vakit var.

Thomas Fazi
28 Mart 2023
Kaynak

29 Eylül 2022

,

Büyük Reset Gerçek


Son on yıldır Dünya Ekonomi Forumu, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası, tüm yoksul ülkelerden fosil yakıtlar konusunda sundukları mali desteğe son vermelerini istiyor. Haziran 2020’de Dünya Ekonomi Forumu’nun Büyük Reset girişimini başlattıklarına dair gelişmeyi duyurdukları makalenin başlığında, “Fosil yakıtlarına son verin, daha iyi bir dünya için ekonomiyi resetleyin” deniliyor.

DEF makalesi, IMF yönetici direktörü Kristalina Georgieva’nın şu sözünü aktarıyor: “Bugün hızlanmak, elimizdeki tüm gücümüzü, bu anlamda IMF’in elindeki 1 trilyon doları kullanmak zorundayız.” Georgieva, bu lafı büyük geri dönüş gerçekleşmesin diye, büyük reseti gerçekleştirmekle ilgili olarak ediyor. “Geri dönüş”ten kasıt da pandemi sonrası fosil yakıtların yeniden kullanılmasıdır. “Reset” ise yenilenebilir enerjilere yönelimi ifade etmektedir. Georgieva, o alıntılanan sözünde, zararlı olan sübvansiyonların ortadan kaldırılması için düşük petrol fiyatlarından istifade etmek gerektiğini düşündüğünü söylüyor.

Geçen hafta Karayipler’deki küçük ada ülkesi Haiti, IMF’in, DEF’in ve Dünya Bankası’nın tavsiyelerini dinledi ve yakıtla ilgili olarak verilen sübvansiyonları sonlandırdı. Neticede isyanlar yaşandı, yağma olaylarına tanık olundu, ülke karışıklığa sürüklendi. Güçlü bir çete lideri, halktaki öfkeyi kullanarak, limanı kapattı ve hükümeti devirmek için hamle yaptı. Yağmacılar ambarları yağmaladılar, gıda yardımlarını alıp kaçtılar. İsyancılar, sahildeki binaları ve işletmeleri ateşe verdiler. Birçok Avrupa ülkesinin elçiliği, personelini korumak için kapısına kilit vurdu.

Haiti’deki sorunlar konusunda DEF veya IMF, tek başına sorumlu tutulamaz elbette. Bence birçok insan, Büyük Reset’in politika üretimi konusunda sahip olduğu rolü abartıyor.

Haiti, onlarca yıldır ABD hükümetinin ve uluslararası kurumların vesayeti altında bulunan bir ülke. 1994’te BM Güvenlik Konseyi, Haiti ordusunun 1991’de seçimle işbaşına gelmiş olan cumhurbaşkanını devirdikten sonra Haiti’nin askeri işgaline onay ve yetki verdi. 2010’da yaşanan depremde yüz binin üzerinde insan öldü, tüm altyapı harap oldu. DEF, tam da bu süreçte saçmalığa varan komplo teorilerinin konusu hâline geldi.

Fakat öte yandan, birkaç gün önce yaşanan karışıklığın fitilini, fosil yakıtlara yönelik sübvansiyonların hükümetçe kesilmesi neticesinde yaşandığına ve bu politikanın DEF, IMF ve Dünya Bankası tarafından teşvik edildiğine hiç şüphe yok. Komplo teorileri bir yana konulacak olursa, DEF’in belirli bir etkiye sahip olduğu açık. Büyük Reset projesinin ana taleplerinden biri de yoksul ülkelerde devletin yakıt konusunda sağladığı sübvansiyonların kesilmesi. Hükümet, sübvansiyonları keseceğini duyurunca, binlerce Haitili, sokaklara dökülüp otomobil lastiği yakarak yolları kapattı. Wall Street Journal’ın konuştuğu bir kamyon şoförü “halkın sabrı taştı” diyor.

IMF sözcüsü, bana gönderdiği epostada, kurumun fosil yakıt sübvansiyonlarındaki kesintileri savunuyor oluşuna destek sunduğunu söylüyordu. “IMF, yakıt reformu konusunda Haiti hükümetinin belirlediği hedeflere destek sunuyor. Ayrıca IMF, yakıt sübvansiyonlarında zaman içerisinde yapılacak kesintilerin birkaç yıl içerisinde gerçekleştirilmesini öneriyor. Bu konuyla ilgili hazırlık süreci dikkatle yürütülmeli, öncelikle nakliye sektöründe çalışanlar gibi zarar görecek kesimlere yardımlar sunulmalı, ayrıca sübvansiyon reformunun gerekçeleri ve hedefi net bir dille anlatılmalı.” [vurgu özgün metne ait]

Fakat IMF, fosil yakıt sübvansiyonlarında yapılacak her türden kesintinin yurttaşları öfkelendireceğini biliyor olmalı.

2018’de Haiti hükümeti, IMF’ten gelen, Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve Amerikalılar Arası Kalkınma Bankası’ndan alınacak 96 milyon dolar karşılığında yakıt sübvansiyonlarını kesme talebini kabul etti. Bunun üzerine gösteriler düzenlendi ve bu gösterilerin ardından başbakan istifa etti. 2014’te Haiti hükümeti, Dünya Bankası’nın tavsiyesi üzerine, yakıt fiyatları yanında, sağlık ve eğitim harcamalarını da artırdı. IMF’in tavsiyesi üzerine atılan bu adım da grevlere yol açtı. Bu grevler, hükümeti 2015’te yakıt sübvansiyonlarını yeniden temin etmek zorunda bıraktı.

Bu sürece sadece Haiti’de tanık olunmadı. 2005’ten beri kırkın üzerinde ülkede yakıt sübvansiyonları veya enerji fiyatlarındaki artışlar sonrası isyanlar yaşandı. 2019’da Ekvador, bu yılın başında Kazakistan, 2012’de Nijerya, 2010’da Bolivya, 2005’te Endonezya isyanlara sahne oldu. Araştırmacıların dile getirdiği biçimiyle, “asıl ilginç olansa, hikâyenin her yerde neredeyse aynı şekilde yaşanıyor olması. Eylem de eylemsizlik de benzer sonuçlara yol açıyor.”

Bu noktada akla şu soru geliyor: Madem yakıt sübvansiyonlarının kesilmesi, toplumsal karışıklığa ve hükümetlerin yıkılmasına sebep oluyor, o zaman DEF, BM ve Dünya Bankası, neden yoksul ülkelerden bu kesintiyi yapmasını istiyor?

Küresel Elitlerin Enerjiyle İlgili Mücadelesi

2017’de Dünya Bankası bünyesinde çalışan ve ismi pek bilinmeyen bir kurum olan Enerji Sübvansiyonu Reformu Tesisi, yakıt sübvansiyonlarını kaldırma konusunda 2014’te Haiti’de ortaya konulan çabalardaki sorunlarla ilgili bir rapor yayımladı. Bu raporda kurum, Haiti hükümetinin yakıt sübvansiyonlarını kesme planını asıl hazırlayanın kendisi olduğunu itiraf etti. Enerji Sektörü Yönetimi Yardım Programı (ESMAP) yakıt fiyatlarındaki artışların farklı toplumsal kesimler üzerindeki etkilerini öngörmek amacıyla ekonomi sahasına yönelik simülasyonlar hazırladı, hükümet yetkilileriyle atölyeler tertipledi, bakanlıklararası reform komitesine toplumsal ve politik huzursuzlukları giderecek araç ve yöntemleri üretecek kadrolar dâhil edildi.

Rapor öyle berbat ki Dünya Bankası’nın bu raporun yayınlanmasına izin vermesine şaşırdığımı belirtmeliyim.

Michael Shellenberger
22 Eylül 2022
Kaynak

16 Temmuz 2022

,

Hollandalı Köylülerin Protestoları ve Büyük Reset



Hollanda’da çiftçilerin eylemleri haftalardır sürüyor. Bu eylemler, tüm Avrupa genelinde yaşanacak toplumsal huzursuzluğun habercisi. Buna karşın hükümetler, hâlen daha zerre taviz vermiyorlar.

Eylemlerin sebebi ne? Çiftçiler, 2030 yılı itibarıyla azot girdilerini yüzde 95 oranında azaltmayı öngören plana karşı çıkmak adına, yolları traktörlerle kapatıyorlar. Bu planın neticesinde büyükbaş hayvan sayısı üçte bir oranında azalacak. Bu da toplam çiftçi sayısının en az yüzde 30’unun işsiz kalması ve mülksüzleşmesi anlamına geliyor.[1]

Toprağa fazla azot katılması, doğa için bir sorun. Azot, hem bir mineral hem de organik gübre. Asıl sorun da gübre olarak kullanılması. Yoğun büyükbaş hayvancılık pratiği, otlakların ve sulu gübrelerin bolca tüketilmesini gerekli kılıyor. Tarlalarda ve çayırlarda daha çok organik gübreler kullanılıyor. Buralarda yetişen ürünler, azotu özümsüyor.

Aşırı azot, yeraltı sularına ve toprağa nitrat, havaya ise amonyak ve nitröz asit olarak karışıyor. Sera gazı olarak nitröz oksit, küresel ısınmaya katkı sunuyor. Nitratın ve amonyağın toprağa ve suya karışması, doğanın dengesini farklı şekillerde etkiliyor:

1. Yeraltı sularına nitrat bulaşıyor;

2. Toprak ve sudaki asit düzeyi yükseliyor, bu da biyolojik çeşitliliği azaltıyor;

3. Ormanlarda, çalılık arazilerde, fundalıklarda, yüzey sularında ve denizlerde azot ve fosfat oranı artıyor. Başka şeylerin yanında, bu durum, kıraç topraklarda dağtütünü gibi bitkilerin yok olmasına neden oluyor.

Dolayısıyla uzun vadede toprağa organik gübreler üzerinden karışan azot miktarının azaltılması anlamlı. Bu azaltma işlemi, Almanya’da yürürlüğe konuldu. 1992’de hektar başına düşen azot girdisi miktarı 117 kilo iken, 2019’da bu rakam 80 kiloya düştü. Bu anlamda azot miktarı, her yol ortalama yüzde 1 azaldı. 2030 yılı itibarıyla azot girdisinin 70 kiloya düşmesi gerekiyor. Yukarıdaki rakamları veren ve şuan Yeşiller Partisi’nin elinde olan Federal Çevre Kurumu, azot girdi miktarının 2030’da 70 kiloya düşürülmesi hedefine ulaşılamayacağını, daha radikal tedbirlerin gerekli olduğunu söylüyor.[2]

Federal Çevre Kurumu, azot miktarının azaltılması konusunda şunları söylüyor:

“Bu hedefe ulaşmak için mineral gübre kullanımı azaltılmalı, ithal ürünlerin yerini yerli ürünler almalı. Ayrıca büyükbaş hayvan nüfusunun yoğun olduğu yerlerde yüksek miktarda azot açığa çıkıyor. Dolayısıyla azot kullanımındaki verimliliği artırmak için tüm tarım arazileri karşısında hayvanların sahip olduğu oran dengelenmeli, hayvan sayısı azaltılmalı.”[3]

Bu tedbirler dâhilinde et üretimi de azaltılacak, böylelikle hayvansal gıda ürünlerinin fiyatı yukarı çekilecek. Bu sayede neoliberal Yeşiller, “avam”ın et tüketimini azaltma hedefine bir adım daha yaklaşacak. Bir yandan da kendileri dilediklerinde et yemeye devam edecekler.

Hollanda hükümeti, bu süreçte daha da radikal bir adım attı ve azot girdi miktarını azaltmak istedi. Bunun için büyükbaş hayvan sayısının azaltılması öngörülüyor. İlgili politikanın zeminini oluşturmak adına İdari Mahkeme, Mayıs 2019’da tüm inşaat sektöründen azot miktarını düşürmesini istedi. Bu karara göre, Hollanda’da yeni inşa edilen binaya AB’nin belirlediği azot hedefini karşılamaması durumunda ruhsat verilmeyecek. Zira inşaat sektörü de azot salınımına neden oluyor. Mahkemenin aldığı karardan itibaren ülkede konut açığı arttı. Şuan bu açık, 100.000 konuta ulaşmış durumda. Dolayısıyla mahkemenin aldığı karar yüzünden ülke, bir azot kriziyle karşı karşıya kaldı. Bu kriz, bir yandan da ekonomiyi boğuyor.[4]

Bugün siyasetçiler ve medya, büyük kıtlığın yaşanacağından korkuyor. Alman hükümetinin güçlü siması Annalena Baerbock, Putin’in açlığı bir silâh gibi kullandığını, bu amaç doğrultusunda Ukrayna’da üretilmiş tahıl ürünlerinin pazarlara ulaşmasına mani olduğunu iddia ediyor. Ama bu iddia, doğru değil. Rusya, Ukrayna’nın kendi ürünlerini ihraç etmesine mani olmuyor. Dünya bir kıtlıkla karşı karşıya ise bu, aslında Rusya karşıtı tedbirlerin bir sonucu. Rusya’da üretilen gıda ürünleri alınan tedbirlerden muaf tutulsalar da ürünler, satıldıktan sonra para Rusya’ya gönderilemiyor, ürünler nakledilemiyor, gemiler sigortalanamıyor. Bir yandan da Rusya ve Belarus’taki gübre endüstrisine AB yaptırımlar uyguluyor. Yüksek doğal gaz fiyatlarına bağlı olarak AB’de mineral gübre üretimi de azalıyor. Sonuçta Avrupa’da üretilen mahsulün miktarı da hızla düşüyor.

İlk bakışta “çiftçiler, mineral gübre yerine organik gübre kullanabilir” diye düşünülüp, bu durumun sorun teşkil etmediği söylenebilir. Ama süreç, bu şekilde işlemiyor. Gübrenin uzak diyarlara nakledilmesi mümkün değil. Gübre konusunda yapılan denemelerin de ortaya koyduğu biçimiyle, mineral gübre olmadan işleri organik gübreyle görmek, yani “organik çiftçilik” yapmak, kimi zaman mahsulün yarı yarıya düşmesini beraberinde getiriyor. Hatta toprağın türüne bağlı olarak, bu oran daha da yüksek olabiliyor. Kumlu topraklarda mahsul daha yüksek oluyor.[5]

Yaptırımlar, yüksek enerji fiyatlarına yol açıyorlar. Bu sürecin uzun sürmesi durumunda dünya genelinde mahsulde hızlı bir düşüş yaşanacak. Bu koşullarda tarım ürünleri miktarını düşürmek delilik. Bugün Hollanda ve Alman hükümetleri, tam da böylesi bir deliliğin altına imza atıyorlar. Aynı hükümetler, benzer bir şeyi, pandemi döneminde, 2020-2021 yıllarında hastaneleri kapatıp, hastane yataklarının sayısını azaltarak yapmışlardı.

AB’nin aldığı kararlara ve attığı adımlara baktığımızda, onun bile isteye kıtlığa yol açmak istediği izlenimini ediniyoruz. Ta 2015 yılında, Dünya Ekonomi Forumu’nun müttefiklerinden “Donanma Analizi Merkezi’nin gerçekleştirdiği “Gıdada Zincirleme Reaksiyon” isimli simülasyonda 2022 yılı için aşağıdaki öngörüyü dile getiriyordu:

1. Önemli üretim alanlarında kuraklıklar yaşanacak.

2. Petrol fiyatlarında büyük artışa tanık olunacak (100 doların üzerine çıkacak), öte yandan biyoyakıt üretimi artacak.

3. Huzursuzluklar ve göç artacak, güvensizlikle birlikte panik yoğunlaşacak.

4. Yardım kuruluşlarının bütçeleri artacak.

5. Uzun vadede gıda fiyatları, ortalama yüzde 262 ilâ 395 artacak.[6]

Rockefeller Vakfı da 2020 tarihli “Masayı Sıfırla” isimli raporunda büyük bir kıtlığın yaşanacağı öngörüsünde bulunuyor. Vakfın dediğine göre, Büyük Reset’in bir parçası olarak, tedarik zincirlerinin kökten dönüştürülmesi ve Batılı oligarkların eline geçmesi gerekiyor. Bunun için de insanların gıda tüketimi kayıt altına alınıp izlenmeli, ayrıca böceklerin geniş kitlelerce tüketilmesi sağlanmalı. Norveç, bu takip ve kayıt uygulamasını çoktan devreye soktu bile.[7]

İleride zenginler normal yiyeceklere ulaşacaklar, kitlelere ise o mide bulandırıcı böcekleri yemek düşecek. Bahsini ettiğimiz öngörülere göre, ileride yaşanacak kıtlık, insanların normal gıda ürünlerine sonsuza dek ulaşamamasına neden olacak. Bu böcek kıyımının asıl amacı da kitleleri aşağılamak. Artık bizim gerçek insan değil, alt-insan olduğumuzu somutta göstermeye çalışıyorlar. Bir yandan da bizim Bill Gates gibi oligarkların inayetiyle yaşayabilmemizi istiyorlar. Bizim o mide bulandırıcı böceklerden başka bir yiyeceği hak etmediğimizi düşünüyorlar.

Bu bağlamda, Dünya Ekonomi Forumu’nun yetiştirdiği Genç Dünya Liderleri’nden Hollanda Başbakanı Mark Rutte’nin neoliberal politikaları bu plana çok uygun. Azot miktarını yüz binlerce insanı parasız pulsuz kılarak azaltmak denilen o soğuk ve acımasız siyasetin nefes kesici olduğunu söylemek gerekiyor.

Dagmar Henn’in de haklı bir biçimde dile getirdiği gibi, AB’nin aldığı tüm tedbirlerin arkasında gizli bir ajanda var. Hollandalı çiftçilerle ilgili kararı alanların da bir amacı var. Bu amaç da harap olan çiftçilerin arazilerinin başkalarının eline geçmesini sağlamak.

Almanya’daki bazı tarım bölgelerine baktığımızda, çiftlik binalarının ve tarlaların giderek eski Doğu Almanya’da gördüğümüz tarımsal üretim kooperatiflerinin sahip olduğu boyutlara ulaştığını görüyoruz. Modern teknolojiye sahip olmalarına rağmen hiçbir çiftçi ailesi, bu işi artık tek başına yürütemiyor.

Eskiden bu tarımsal üretim kooperatifleri, düzenli ve nispeten yüksek gelir temin ediyor, çalışanlarını belirli saatlerde çalıştırıyor, onlara tatil izni veriyordu. Bugünkü tarım şirketleri ise çoğunlukla Doğu Avrupa’dan gelen, çok az maaş verilen ve acımasızca sömürülen çiftlik işçilerini kullanıyorlar.

Benzer süreçlere Hollanda’da da tanık olmamamız için hiçbir neden yok. Planlı mülksüzleştirme girişimleri ile bu süreç hızlandırılıyor. Muhtemelen bu iş, sadece arazilerin belirli ellerde yoğunlaşması ile kalmayacak. Küçük toprak sahipleri büyüklerce yutulacak. Bildiğimiz gibi bugün Bill Gates, dünyanın en büyük toprak sahiplerinden biri. Sadece ABD’de milyonlarca hektarlık arazinin sahibi.

Kamyon şoförleri gibi çiftçiler de yolları kapatmak için ellerindeki ağır iş makinelerini kullanıyorlar. Bu koşullarda ellerinde sadece sattıkları işgücü bulunan işçilerden daha büyük bir yaptırım gücüne sahipler. Ama öte yandan hükümetlerin pratikte ülkelerinin kalkınmasını dert etmediklerini de söylemek lazım.

Artık mesele bu değil. Rusya’ya uygulanan yaptırımların da ortaya koyduğu gibi, hükümetler, sadece Büyük Reset sürecinin önünü açmak için kendi ekonomilerini ve toplumlarını yok etmekle ilgililer.

Bu sebeple Hollanda hükümetinin onca protestoya rağmen çiftçilere asla taviz vermediğini görmek bizi hiç şaşırtmıyor. Bugün gösterilerde kullanılan traktörlerin trafiğe sokulmaması ve bu konuda onlara yasak getirilmesi konuşuluyor. Bu da ileride gösterilere katılan çiftçilerin elinden o traktörlerin alınacağı anlamına geliyor. Gösterilerde polisler, namlularını çiftçilere doğrultuyor.[8]

Çiftçi gösterilerinin bastırılmasında başvurulan zulüm, bize gene Genç Dünya Lideri olan Justin Trudeau’nun başta olduğu Kanada hükümetinin aldığı Korona tedbirlerine karşı gerçekleştirilen kamyoncu eylemlerinin bastırılmasında uygulanan zulmü anımsatıyor.

Bu politikanın da ortaya koyduğu biçimiyle, hükümetler, düzenlenen eylemlerden pek korkmuyorlar. Onlar, muhtemelen hiçbir sorunla karşılaşmadan bu ateşi söndürebileceklerini düşünüyorlar. Karalama kampanyaları ile bu eylemlere yönelik saldırılara katkı sunuyorlar. Alman medyasında çiftçi eylemleri, ya sessizlikle karşılanıyor ya da aşırı ahlakçı bir yaklaşımla kınanıyor.[9]

Peki büyükbaş hayvan sayısının azaltılmasını öngören adıma başka bir seçenek sunulabilir mi? Bu adım atılmadan toprağa karışan azot miktarını düşürmek mümkün mü? Örneğin biyogaz üretmek için gübre ve yaş gübre fermente edilebiliyor. Bu biyogaz, az miktarda da olsa elektrik üretiminde kullanılabiliyor. Azot ve fosfor gibi maddeler, geride kalan, oksijensiz ortamda gerçekleşen sindirimin neticesinde ortaya çıkan ürünlerde bulunabiliyor. Uzak diyarlara nakledilebilen bu sindirim ürünleri, düzenli gübre olarak kullanılıyor. Sıvı gübredense, ancak yakındaki çiftliklerde yararlanılabiliyor. Gübrelendirme yoluyla tarlalarda uygulanabilen humus üretmek mümkün.[10] Medyanın humus krizinden söz ettiği koşullarda, bu imkânı çiftçilerin hoş karşılayacağına hiç şüphe yok.

Alınan tedbirlerin yeterli olmadığını söylemek lazım. Bu sindirim ürünlerinden elde edilen amonyağın (NH3) ve amonyum iyonlarının (NH4] kimya endüstrisinde hammadde olarak kullanılması veya azot ve suyun ayrıştırılması sonrası çevreye salınması mümkün. Ama bunun için çiftçilerin ve tüketicilerin çıkarlarını dikkate alan, çözüm odaklı bir yaklaşıma ihtiyaç var. Baştakiler, böylesi bir yaklaşımdan çok uzaklar. Çünkü bu yaklaşımın planlanan Büyük Reset’e zerre katkısı yok. İnsanların böcek yemeden önce iyice çile çekmeleri gerekiyor. Siyaset, tam da bu çileyi çektirmeyi amaç edinmiş durumda.

Eleştirmenler, hayvan yemi ithalatının her hâlükârda durdurulması gerektiğini söylüyorlar ve Latin Amerika’daki soya üretimi yüzünden tropikal yağmur ormanlarının yok olduğunu iddia ediyorlar. Buradan da hayvan yetiştiriciliği alanının daraltılmasını öneriyorlar. Oysa soya, hayvan yemi üretimi konusunda tek seçenek değil. Biyoreaktörlerde kömürden tek hücreli protein üretip, bunu hayvan yemi olarak kullanmak mümkün.[11] Ama burjuvazi, kömür üretiminin iyi ücretlerin ödendiği iş imkânlarını yaratıyor olmasını ve işçi sınıfını güçlendirmesini bir sorun olarak görüyor. O, böyle bir şeyin yaşanmasını asla istemiyor.

Sanayileşmiş ülkelerde köylülük, son otuz kırk yıl içerisinde önemli oranda daraldı. Bugün ancak nüfusun çok küçük bir kısmını meydana getiriyor. Köylülere karşı medya eliyle yürütülen ajitasyon çalışmaları, uygulanan ağır baskı ve mali saldırılar, etkisini iyiden iyiye hissettiriyor. Ama onca ajitasyona ve propagandaya rağmen Hollanda halkının büyük bir kısmı, bugün çiftçi eylemlerini destekliyor.[12]

Açlık çeken, soğukla mücadele eden halkın barikatlara doluştuğu koşullarda, pasifleştirmeye dönük her türden adım boşa düşüyor. Siyasetçilere göre Almanya, Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında, 1916-1917’de tanık olunan kara kıştan beri ulaşılan en kötü noktaya ulaşmış durumda. Yaşadığımız şey, Sahra Çölü’nün güneyindeki Sahel ismindeki kurak bölgeden veya Etiyopya’dan bildiğimiz kıtlık değil, ortada sadece savaş kaynaklı gıda ve yakıt kıtlığı söz konusu.

1917 kışında soğuk evlerde 600.000’den fazla insan öldü. Sonrasında otoriteye iman etmiş Almanlar bile “yeter” dedi. Hindenburg ve Ludendorff’un başını çektiği komuta kademesi, itibarını yitirdi. Sanayide grevlerin sayısı iyice arttı. Bu grevler, o dönemde sendikalara karşı, onlara rağmen örgütlenmişti, üstelik işçilerin karşısında, liderleri savaşa büyük bir coşkuyla destek olmuş Sosyal Demokrat Parti denilen parti vardı. Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg gibi liderler hapse atıldılar. Gene de rejim, Kasım 1918’de yıkıldı.

İnsanlara zorla dayatılmış propaganda ve uygulanan baskı, bir noktadan sonra işe yaramıyor. 2021 sonunda ve 2022 kışında gerçekleşen Korona eylemleri, bu gerçeği önceden anlamamızı sağlamıştı. Bu eylemler, her şeyi etraflıca düşünenlerin hareketi dağıtmaya yönelik adımlarına ve polis zulmüne rağmen durdurulamazlar.

Ancak öte yandan, medyanın yürüttüğü karalama kampanyasının ve gizli servisin faaliyetlerinin boşa düştüğü koşullarda, bu gelişim sürecinin ikinci aşamasında yeni örgütlerin ve partilerin ortaya çıkması gerekiyor.

Jan Müller
12 Temmuz 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Julia Schürer, “Ausnahmezustand in den Niederlanden: so laufen die Bauernproteste, agrarheute”, 5 Temmuz 2022, Agrarheute; Norbert Lehmann, “Niederlande: Polizei schießt bei Bauernprotest gezielt auf Traktor”, 6 Temmuz 2022, Agrarheute; Jeremy Gray, “Warum die Niederländer in einer Stickstoffkrise stecken”, 21 Haziran 2022, Dnhk.

[2] “Stickstoffeintrag aus der Landwirtschaft und Stickstoffüberschuss, Umweltbundesamt” 30 Temmuz 2021, Umwelt.

[3] Umweltbundesamt 2021, a.g.e.

[4] dnhk-Blog, 21 Haziran 2022, a.g.e.; Stephan Schleim, “Viehzucht oder Umweltschutz? Niederländische Bauernproteste eskalieren”, 6 Temmuz 2022, Heise.

[5] Wulf Diepenbrock, Frank Ellmer, Ackerbau, Pflanzenbau, Pflanzenzüchtung, Stuttgart 2016, s. 95.

[6] Peter F. Mayer, “Reset the Table‘ als Teil des ‚Great Reset‘: Drohende Nahrungsmittelknappheit ist kein Zufall”, 4 Temmuz 2022, Tkp.

[7] Norbert Häring, “Es geht los: Die erste Regierung führt digitale Bezahldaten und Kassenbons zusammen”, 7 Haziran 2022, Norbert.

[8] Norbert Lehmann, “Welle der Wut nach Schüssen auf Junglandwirt”, 7 Temmuz 2022, Agrarheute.

[9] Thomas Kirchner, “Die Wut der Bauern”, 30 Haziran 2022, Deutsche.

[10] “Fachagentur Nachwachsende Rohstoffe (Hrsg.): Leitfaden Biogas 2013, Gülzow 2013, s. 184, Fnr.

[11] Bernd Schröder, “Zur Geschichte einer ehemaligen Zukunftstechnologie, die noch nicht abgehakt ist”, 20 Ekim 20219, Heise.

[12] Ralph Schoellhammer, “A Popular Uprising Against the Elites Has Gone Global”, Neweweek, Msn.

02 Haziran 2022

Kissinger, DEF, Nüfusun Kontrolü


Bir şekilde ABD’den utanmak için bir sebep arayanlara ben bir sebep sunayım: son altmış yıldır herkesçe hürmet gören düşünür ve devlet adamı Henry Kissinger’a 1973 yılında Nobel Barış Ödülü, 1977’de Başkanlık Özgürlük Madalyası, 1986’da da Özgürlük Madalyası verildi.

Kısa bir süre içerisinde bir makale kaleme alıp, Kissinger’ın işlediği suçların en azından belirli bir kısmını aktaracağım. Şimdilik burada sadece onun, en tepedeki yüzde birlik dilimi meydana getiren tüm zalimlerin manevi babası olarak gördüğü işleve açıklık getirmeye çalışacağım.

Henry Kissinger, onlarca yıldır Klaus Schwab’a akıl hocalığı yapan, muteber ve saygın bir isim olarak, kendisine Dünya Ekonomi Forumu’nun internet sitesinde yer buluyor. Yukarıdaki fotoğrafta Kissinger ve Schwab, “hiçbir şeyimiz olmasın, mutlu olalım” diye birlikte komplo kurarken görülüyor.

Kissinger’ın savunduğu çıkarlar dünyası, hangi politik partiye üye olduğundan bağımsız olarak, işbaşındaki tüm asalakları nüfuzu altında tutuyor. Ta 1974 yılında “ABD’nin Güvenliği ve Denizaşırı Çıkarları Açısından Dünya Nüfusundaki Artışın Olası Sonuçları” ile ilgili ulusal güvenlik çalışmasını kaleme alıyor. Bu belgede, Nobel Barış Ödülü sahibi devlet adamımız, dünya nüfusunu azaltma ihtimali bulunan “teknolojik yenilikler”le ilgili düşüncelerini aktarıyor.

Orada Kissinger, ayrıca şu tespiti yapıyor:

“Nüfusu azaltmak, Üçüncü Dünya’ya yönelik dış politikamızın en önemli önceliği olmalıdır, çünkü ABD ekonomisi, yurtdışından, bilhassa azgelişmiş ülkelerden yüksek ve giderek artan miktarlarda getirilecek madene ihtiyaç duyacak.”

Bu tespit, bir yanıyla, bugün katil Kissinger ve onun Dünya Ekonomi Forumu’ndaki dostlarıyla birlikte planlar hazırlayıp birlikte hareket eden Bill Gates’e işaret ediyor. Dünya nüfusunu azaltabilecek teknolojik yenilikleri Kissinger’a sunma işini, bizatihi Gates üstleniyor.

2010 tarihli bir TED konuşmasında açıktan şunu söylüyor:

“Dünyada bugün 6,8 milyar insan var. 9 milyara doğru ilerliyor. Eğer yeni aşılar, sağlık hizmetleri ve üreme sağlığı hizmetleri konusunda iyi iş çıkartırsak, dünya nüfusunu yüzde on ilâ on beş azaltabiliriz.”

 

Daha önce de ifade ettiğim üzere, ABD hastanelerine dayatılan protokoller sebebiyle yaklaşık bir milyon insan katledildi. Burada aşının yan etkilerinden bahsediyorum. Bu yan etkiler görmezden geliniyor, ama birçok insan, bu etkilerin çilesini çekiyor, onlar yüzünden hayatlarını kaybediyor. Bugün bir grup sosyopat, niyetlerini gizleme gereği bile duymuyor. Bu noktada asıl sorulacak soru şu: bu konuda siz ne yapacaksınız?

* * *

Kissinger ile ilgili delilleri ileride kaleme alacağım makale için sakladığımı söylemiştim, ama bu Nobel ödüllü zatın günümüz toplumunda örnek insan olarak sunulması karşısında bu delillerden birini aktarmadan edemeyeceğim:

Yaklaşık otuz milyonluk bir nüfusa sahip olan Kürtler, dünyada bir ülkesi bulunmayan en büyük etnik grup. Bu insanlar, çoğunlukla jeopolitikayla alakalı konularda “piyon” olarak kullanılmışlar.

1975’te, Irak ile İran Şahı arasında sınır anlaşmazlığının yaşandığı bir dönemde, o günlerde dışişleri bakanı olan Henry Kissinger, Irak Kürtlerine askerî yardım adı altında gizlice 16 milyon dolar gönderiyor.

Kendileri için örülen ağa düşen Kürtler, Washington’ın nihayet kendi kaderlerini tayin hakkına destek sunduğuna inanıyorlar. Oysa gerçekte ABD, Kürt isyancıları Irak rejiminin kaynaklarının tüketilmesi ve onu anlaşmaya mecbur edilmesi için kullanıyor.

Bu anlaşma, 1975 tarihli OPEC zirvesinde gerçekleşiyor. O anlaşma dâhilinde ABD, Irak devletine Kürtlere sunduğu desteği derhal çekme sözü veriyor. Irak’ın Kürt isyancıları katlettiği günlerde Kürt lider Mustafa Barzani, Kissinger’a bir mesaj gönderiyor:

“Hareketimiz ve halkımız, akla hayale sığmayacak bir biçimde yok ediliyor, fakat bunun karşısında kimsenin sesi çıkmıyor. Zat-ı alileri, kendisini ülkenizin siyasetine bağlamış olan halkımıza karşı ABD’nin ahlakî ve siyasî sorumluluğu olduğunu düşünüyoruz.”

Muhtemelen kendisine “zat-ı alileri” denmesinden epey hoşlanan Kissinger, “ahlakî sorumluluk” ifadesi karşısında bir miktar arlanıyor, ama Barzani’nin mesajına cevap yazmıyor. Bunun yerine, bakanlık yetkililerinden birine, “Kürtlere her türlü vaadi sunun, aldıklarını onlara bırakın, şaka kaldıramıyorlarsa vurun kıçlarına tekmeyi” diyor.

Amerika’nın Kürtlere karşı sergilediği iki yüzlü tavır kendisine sorulduğunda Kissinger, kendi görüşlerini ve ABD dış politikasını gayet iyi özetleyen şu cümleyi sarf ediyor: “Gizli harekât, misyoner çalışması ile karıştırılmamalıdır.”

Mickey Z.
15 Mayıs 2022
Kaynak

01 Nisan 2022

Büyük Reset Gerçek


Bulaşıcı hastalıklar, medeniyete her daim biçim vermişlerdir. Bir salgının etkileri yüzlerce yıl ortadan kalkmayabilir. Ayrıca birçok savaşın yol açtığı sonuçlarda virüs ve bakteri kaynaklı hastalıkların payı vardır. Örneğin çiçek hastalığı, Avrupa’nın Yeni Dünya’yı fethinde merkezî bir rol oynamıştır. Amerikan İç Savaşı esnasında askerlerin üçte ikisi, dizanteri ve tifo gibi hastalıklar yüzünden ölmüştür.

Ortaçağ Avrupası’nda görülen hıyarcıklı veba salgını, bulaşıcı bir hastalığın tarihin akışını nasıl değiştirebileceğine dair en yalın örneği sunmaktadır. Kimi tahminlere göre Kara Ölüm, Avrupa nüfusunun yüzde otuz ilâ yüzde ellisini öldürmüştür. Veba salgını sonucu kırsaldaki işgücü iyice daralmış, emek gücünde artışa tanıklık edilmiştir. Asillerin bu eğilimi durdurma yönünde ortaya koyduğu çabalar, mevcut karışıklığı beslemiş, köylü isyanlarının fitilini ateşlemiştir. Tarımsal çıktının azalmasıyla birlikte tüccar sınıfı, asiller karşısında nüfuzlarını artırmış, bu da toprağa dayanan ekonominin terk edilip nihayetinde feodal sistemin dağıldığı süreç için gerekli zemini teşkil etmiştir.

2020-2022 arası dönemde bu tarihsel gelişmeyi tersine çevirmeye dönük gayretlere tanıklık ettik. Vebadan daha az öldürücü olan Kovid salgını, neofeodal düzeni kurmak adına muktedir elitler tarafından bilinçli olarak istismar edildi. Bu geriye dönüşe bugüne dek hayat kalitesindeki azalma, hızla artan eşitsizlik, kişisel özgürlükler ve yurttaş haklarındaki aşınma damgasını vuruyordu. Dijital kimlik ve merkez bankası çıkışlı dijital paralar ile ilgili planların bu türden gelişmeleri hızlandırması muhtemel. Sonuçta ise mülksüz alt sınıflar, “teknokrat rahipler” denilen uzman sınıfın ve aşırı zengin elitlerin hâkimiyeti altına girecekler.

Dünya Ekonomi Forumu’nun çizgi filmlerdeki kötü adamlara benzeyen başkanı Klaus Schwab, forumun muhtelif hükümetlere “Genç Dünya Liderleri” denilen programı üzerinden sızdığını söylüyor. Finansçılar, şirketler ve hesap vermek nedir bilmeyen STK’ların oluşturduğu koalisyonun dünya siyasetini nasıl biçimlendirdiğini anlamak için bu özel gruba odaklanmakta fayda var. Schwab’ın diline doladığı “Büyük Reset”, “Dördüncü Sanayi Devrimi”, “Hiçbir şeyiniz olmayacak ama mutlu olacaksınız” gibi sevimli sloganları, bugün dünya nüfusunu yoksullaştırma ve teknolojik açıdan elitlerin kontrol ettiği sahayı genişletme çabaları anlama konusunda bize önemli ipuçları sunuyor.

Bu ajandanın tek bir örgüte veya liderler grubuna bağlı olarak yürütülmesine gerek yok. Elitlerin dünyayı kendilerine boyun eğdirme arzusu, komplo teorisi değil, dünya tarihinde görünür olan, sınıfsal çelişkinin seyriyle ilgili bir mesele. Bu çelişkinin yol açtığı, bugün hem somut savaş sahasında hem de dijital sahasında ortaya çıkan sonuç, dünyanın geleceğini tayin edecek.

Hâkim burjuva medyasının Kovid politikalarını eleştirmeyi kabul edilir, hatta eğlenceli bulduğu koşularda şu soru geliyor akla: Alınan tedbirlerin verdiği zararları ve akla ziyan hataları değerlendiren bir kamuoyu neden yok ortalıkta?

Uygulanan siyasetlerin virüsle alakası yoktu. Bugün Kovid ile ilgili söylenen sözler, anlatılan hikâyeler, elitler için birer yük hâline geldi. Pandemi “bitiyor”, ama pandemi denilen perde gerisinde uygulamaya sokulan, “resetleme” ajandası hâlen daha yürürlükte. Ona karşı konulmadığı sürece ilgili ajanda onlarca yıl yürürlükte kalacak. Kapanma tedbirleri ve aşı pasaportları ile başlayan süreç, dijital kimlik sistemleri ve merkez bankası çıkışlı dijital paralarla devam edecek.

Bize son iki yıldır yaşananları pandeminin doğal sonuçları olarak görmemiz gerektiği söylendi. Oysa ortaya çıkan sonuçların büyük bir kısmı, aslında orta sınıfı ve işçi sınıfını zayıflatmak, “önce evraklar” diyen toplumsal ilişkileri normalleştirmek ve itibari para sistemine son vermek gibi amaçlar güden kapsamlı bir programın parçası idi.

2019’da merkez bankaları, dünya ekonomisinin yeniden düşünülmesi gerektiğine karar verdiler. 2020’de yaşanan finans krizi konusunda Kovid suçlandı, oysa bu kriz 2019’da zaten vardı. Aynı yıl içerisinde bankalar arasında dönen kısa vadeli kredi piyasası daraldı, bu da Amerikan merkez bankasını her şeyi havaya uçuracak likidite felâketini durdurmak adına finans sistemine yüzlerce milyar dolar akıtmasına neden oldu. Mart 2020’de alınan kapanma tedbirleri, finansal varlıkların ve tekellerin ekmeğine yağ sürdü, olan, vergi mükelleflerine ve küçük işletmelere oldu. Amazon’un kârları katlandı, ama öte yandan Amerika’daki küçük işletmelerin yaklaşık yüzde 40’ı yılın sonunda battı.

Aynı dönemde BlackRock gibi yatırım şirketleri, müstakil evlerin bulunduğu mahalleleri satın aldı. Bu, özünde binlerce aileyi işe girdikten sonra emlak sahibi olmaktan alıkoyacak, fiyat yükseltme amacı güden bir hamleydi. Ev sahipliği, esasen aşağı doğru seyreden bir eğilim içerisindeydi. Bir zamanlar orta sınıfın refahına dair önemli bir gösterge olan ev sahipliği, ailelerin servetlerini konsolide edip bir sonraki kuşağa aktarma imkânı sunuyordu.

Gelişmekte olan dünyada ise okuma-yazma bilmeyenlerin ve yoksulların sayısı iyice arttı. Birleşmiş Milletler, kapanma kaynaklı açlık ve yetersiz beslenme sebebiyle yaşanacak ölümlerin Kovid kaynaklı ölümleri aşacağı tahmininde bulundu. Bugüne dek gelişmekte olan dünyada okula dönüş yapmayan öğrenci sayısı 31 milyonu bulmuş durumda. Öte yandan, yaklaşık yüz milyon kişi sefalete sürüklendi, çocuk emeği ve okuma-yazma bilmeyenlerin sayısında ciddi bir artışa tanık olundu. Bunlar olurken, dünyadaki tüm milyarderlerin serveti 5 trilyon dolar arttı.

Ümitsizliğin, cehaletin ve istikrarsızlığın dünya halklarını elitlerin kontrolüne daha kolay sokacağını görmek hiç de zor değil. Bu türden ekonomik ve toplumsal değişimlerin yanında, bir de liberal demokratik normları ortadan kaldıran politik dönüşümler yaşandı. Batı’da sosyal kredi sisteminin geliştirilmesi ihtimaline karşı endişelerin artmasına karşın birçok insan, sosyal kredi sistemini önceden haber veren bir uygulamanın bizim üzerimizde sınandığının farkında değil: aşı pasaportu.

Ağustos 2021’de Hastalık Kontrolü Merkezleri direktörü Rochelle Walensky'nin de kabul ettiği biçimiyle, aşıların bulaşa mani olmadığı koşullarda aşı kartı sadece kart sahibinin doğru görüşlere sahip olduğunu veya en azından doğru uzmanlara inandığını gösterme imkânı bulduğu bir işaret olarak iş görebilir. Aşı kartı, salgının etkilerini azaltmaya yönelik makul bir tedbir değil. Gerçek amacı, politik saflık adına aşısızları cezalandırmak. İkilikçi ve sıradan bir uygulama olmasına rağmen aşı kartı, kimi yurttaşları toplumdan dışlayacak sosyal kredi puanlaması denilen uygulamaya benziyor. Örneğin Kanada’da aşısızların trenle ve uçakla seyahat etmesine izin verilmiyor. Bu, kişilerin Çin Yüksek Mahkemesi’nin “itibarsız” insanlar listesine girmesine neden olabilecek cezalardan birisi.

Batı’da muktedir sınıflar, bir yandan da finansal varlıkları ele geçirme konusunda yoğun bir çaba ortaya koydular. Kanada bankaları, kamyoncuların öncülüğünde yürütülen Özgürlük Konvoyu gösterileriyle bağlantılı kişilerin hesaplarını dondurdu. Bu, esasında finans sektörünün muhalefeti ezme isteğinin bir yansımasıydı. O hesaplar sadece devletin değil, aşı pasaportları, dijital paralar ve dijital kimliklerle derin bağlantıları olan bankaların çıkarına hizmet etmek adına donduruldular.

IMF, bugünlerde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde merkez bankası çıkışlı dijital paraların kullanılmasını teşvik ediyor. Amerikan Merkez Bankası, dijital dolar basmayı düşünüyor, Apple ise dijital ehliyeti uygulamaya sokmayı planlıyor. Çin, kendi dijital parasını piyasaya sürdü bile. Jamaika, Zambiya, Kenya ve Hindistan da bu yolu takip edecek muhtemelen. İngiliz hükümeti, çokuluslu muhasebe ve danışmanlık şirketi Deloitte ile yeni bir dijital kimlik sisteminin geliştirilmesi konusunda anlaşma imzaladı. Kanada, Kanadalı Bankacılar Derneği’nin isteği üzerine dijital kimlikleri piyasaya sürmeyi planlıyor. Öte yandan, New York Borsası’nda işlem gören şirketler, stratejik düzlemde blok zinciri yatırımlarını giderek artırıyorlar.

Dijital kimliğe ve dijital paraya geçiş, kapsamlı ekonomik değişikliğin bir parçası. Şirketler hâlihazırda çevre, toplum, yönetişim (ÇTY) ölçümüne tabi tutuluyorlar, böylelikle, davranışlarını “çeşitlilik” ve “sürdürülebilirlik” gibi soyut değerler adına finans kurumlarının önceliklerine göre ayarlama imkânı buluyorlar. ÇTY değerleri, yatırımcıları Bitcoin türü merkezsiz kripto paralara sırtlarını döndürmek için kullanılıyor. Kredi kurumları bu değerlerden, şirketler için belirlenen kredi sıralamasını değiştirme noktasında yararlanıyorlar. Muktedir sınıf, aslında ÇTY değerlerini tüm toplumu ilgilendiren değişiklikleri gerçekleştirebilecek ajandasını yürürlüğe koyabilmek için kullanıyor. Pratikte “paydaş kapitalizmi”, tam da bunu ifade ediyor: İşletmeler, toplumun, müşterilerin veya işçilerin çıkarlarına değil, hisselerinin değerleri konusunda tabi oldukları elit hissedarların ideolojisine hizmet edecek şekilde yönlendiriliyorlar.

Paydaş kapitalizminin iklim değişikliği ile mücadele edeceği söyleniyor. Oysa Dünya Ekonomi Forumu gibi kurumların planları, dijital hizmetlere ve veri depolama faaliyetlerine giderek daha fazla bağımlı olmayı öngörüyor. Bu tür planlar için zaruri olan veri merkezlerinin bugün sahip oldukları karbon ayak izleri, uçak endüstrisininkine denk. Bu merkezlerin kullandığı enerji miktarı ise giderek artıyor. Bu da iklim değişikliği meselesini ÇTY ölçümleri ardındaki makul gerekçe olmaktan çıkartıp, kontrol sağlamak için kullanılan bir bahane hâline getiriyor. BlackRock CEO’su Larry Fink gibi yöneticilerin paydaş kapitalizmini sürekli savunmasının sebebi bu. Çünkü paydaş kapitalizmi, finans sektörüne gizlide tutulan uzun vadeli plan adına paydaşların çıkarlarını görmezden gelme, hükümsüz kılma imkânı sunuyor.

Peki bu uzun vadeli plan ne?

Eğer dijital kimlik ve dijital para ÇTY ilkeleriyle birlikte kullanılacak olursa, bankalar ve hükümetler, kendi kurallarına uymayan yurttaşları tümüyle kara listeye alma imkânına kavuşacaklar. Kâr, artık yegâne hedef değil. Diğer bir hedef de ekonomik işlemlerin gerçekleşme tarzını değiştirmek, böylelikle bu işlemlerin parasal değiş tokuştan çok bir tür esaret biçimi hâline gelmesini sağlamak. Banka hesabı bir avuç para olmaktan çıkıp iyi veya kötü davranışa göre açılıp kapatılabilen birer simgeye dönüştürülecek. Aşı pasaportu ve Kovid eylemlerine katılan muhaliflerin ezilmesi, bu model için bir test sürüşü işlevi gördü. Aşısızların spor salonuna veya bir bara girememesi, ileride hafif cezalar hâline gelecek. Sadece politik muhalefetin üyeleri değil aileleri, hatta onlara yardım etme cüreti gösteren herkes cezalandırılacak.

Kimileri çıkıyor, kapanmaların, maskelerin ve aşıların verimli olduğunu verilere yaslanarak ispatlamaya çalışıyor. Oysa bu türden çabalar, geniş planda yaşananların politik önemini görmememize neden oluyorlar. Kovid’e dair bilim veya tıp temelli her türden anlayış boş, çünkü pandemiye verilen cevapların çok çok azı bilimsel açıdan belirli bir geçerliliğe sahip. Yaşanan fiyaskonun önemli bir kısmı, esasen kendi gözlerimizle gördüklerimize inanmamamız, saçma sapan propagandaya kanıp gözle görülür delillere önem vermememizle ilgili. O propaganda bizi büyüledi, ama bu büyü dağıldı, birçok insan, artık sırada neyin olduğunu merak ediyor.

Kovid politikaları, geçici süre başvurulan birer araç olarak, muktedir sınıfın gücünün artmasını sağladılar. Artık aynı amaca savaş, iklimle alakalı adımlar veya devletlerin açıkladıkları krizler aracılığıyla da ulaşılabiliyor. “Büyük Reset” fikrinin komplo teorisi olarak görülüp çöpe atıldığı koşullarda hükümetler, merkez bankaları ve STK’lar planlarını daha da açıktan dillendiriyorlar. Topyekûn kontrol için gerekli sistemleri kurmak adına finans kurumları, yeni bir acil durum ortamı yaratmaya çalışıyorlar. Tam anlamıyla kurulduğu noktada bu türden sistemlerle mücadele etmek imkânsızlaşıyor. Oysa Kanadalı kamyoncuların konvoy eyleminin de ortaya koyduğu biçimiyle, söz konusu hamle, esasen elitler için basit bir kumardan ibaret. Halk, hâlen daha gösteriler, işçi eylemleri ve sivil itaatsizlik üzerinden örgütlenme iradesine ve becerisine sahip. Bu türden bir direniş, o insansız, kâbusa benzeyen distopyada yaşamak istemeyen herkes için zaruri.

Alex Gutentag
22 Mart 2022
Kaynak

22 Mart 2022

,

Kapitalizmin Krizi ve Distopik Sıfırlama


Bugün, etkili bir isim olan yönetim kurulu başkanı Klaus Schwab'ın vizyonuna uygun hareket eden Dünya Ekonomi Forumu, yaşama, çalışma ve ilişki kurma tarzımızı kökten değiştirecek yapısal bir değişim süreci olarak gündeme gelen distopik “büyük sıfırlama” fikrinin odağında duruyor.

Büyük sıfırlama, geçim kaynaklarının ve tüm sektörlerin, ilâç şirketlerinin, Amazon ve Google gibi yüksek teknoloji/büyük veri devlerinin, önemli küresel zincirlerin, dijital ödeme sektörünün, biyoteknoloji şirketlerinin vs. tekelini güçlendirip hegemonyasını artırmak adına feda edildiği koşullarda, temel özgürlüklerin kalıcı olarak kısıtlanacağı, kitlesel gözetleme pratiklerinin yerleşik hâle geleceği bir kapitalist dönüşümü öngörüyor.

Kovid salgını ile mücadele kapsamında alınan kapanma ve kısıtlama tedbirlerinin bahane ve perde olarak kullanıldığı büyük sıfırlama süreci, “Dördüncü Sanayi Devrimi” kılıfı altında, hızla ilerledi. Bu süreçte küçük işletmeler iflasa sürüklendiler, tekeller tarafından satın alındılar. Ekonomiler, birçok işin ve görevin yapay zekâ destekli teknolojiye devredildiği koşullarda, “yeniden yapılandırılıyor.”

Ayrıca bir yandan da, “sürdürülebilir tüketim” ve “iklim acil durumu” retoriğiyle desteklenen “yeşil ekonomi”ye doğru gidişe tanık oluyoruz.

Kapitalizmin kâr için ihtiyaç duyduğu yeni alanlar, “finansallaştırma” ve doğanın tüm yönlerinin mülk edinilmesi yoluyla yaratılacakmış gibi görünüyor; doğa, tam da sahte “çevreyi koruma” anlayışı ile sömürgeleştirilecek, metalaştırılacak ve ticaretin konusu hâline getirilecek. Bu, esasen, “sıfır emisyon” bahanesi altında, kirleticilerin çevreyi kirletmeye devam edebilecekleri, ancak yerli halkların ve çiftçilerin topraklarını ve kaynaklarını karbon yutağı olarak kullanmak ve alıp satmak (dolayısıyla bu topraklardan ve kaynaklardan kâr elde etmek) suretiyle “dengeleyebilecekleri” anlamına geliyor. Bu, aslında “yeşil emperyalizm”e dayanan başka bir finansal Ponzi planı.

Dünyanın dört bir yanında politikacılar, “yeni normal”e geçiş için gerekli zemini “daha iyi” inşa etme gerekliliğinden bahsederlerken, bu büyük sıfırlama söylemine başvuruyorlar. Hepsinin ağzından aynı lafın dökülmesi, hiç de tesadüf değil.

Peki ama bu sıfırlama neden gerekli?

Kapitalizm, kâr oranlarını korumak zorunda. Hâkim ekonomik sistem, sürekli artan seviyelerde kaynak temini, üretim ve tüketim talep ediyor, ayrıca büyük firmaların yeterince kâr elde etmesi için her yıl belirli düzeyde GSYİH artışına ihtiyaç duyuyor.

Gelgelelim piyasalar doydu, talep oranları düştü, aşırı üretim ve aşırı sermaye birikimi, bir sorun hâline geldi. Buna karşılık, işçi ücretlerinin düşürüldüğü, finans ve emlak spekülasyonlarının arttığı (yeni yatırım piyasalarının oluştuğu) koşullarda, hisselerin alındığına, büyük çaplı kurtarma operasyonlarının yapıldığına, (özel sermayenin hayatta kalma kapasitesini muhafaza etmek için kullanılan kamuya ait para anlamında) sübvansiyonlara, ayrıca (ekonominin birçok sektörü için büyük bir itici güç olarak) militarizmdeki artışa tanıklık ediyoruz.

Ayrıca, küresel şirketlerin yabancı ülkelerdeki pazarları ele geçirmesi ve genişletmesi için üretim sistemleri ortadan kaldırılıyor.

Ne var ki bu çözümler, yüzeysel ve geçiciydi. Dünya ekonomisi, sürdürülemez bir borç dağının altında boğuluyordu. Pek çok şirket, kendi borçlarının faizlerini karşılayacak kadar kâr elde edemeyecek durumdaydı ve sadece yeni krediler alarak ayakta kalabiliyordu. Düşen cirolara, azalan kâr oranlarına ve sınırlı nakit akışlarına, ancak borçla dengelenen bilançolar eşlik ediyordu.

Ekim 2019'da bir Uluslararası Para Fonu konferansında yaptığı konuşmada, eski İngiltere Merkez Bankası başkanı Mervyn King, dünyanın “demokratik piyasa sistemi” olarak adlandırdığı sistem için yıkıcı sonuçları olacak yeni bir ekonomik ve finansal krize doğru yürüdüğü konusunda uyarıda bulundu.

King'e göre, küresel ekonomi, düşük büyüme tuzağına saplanmıştı, üstelik 2008 krizinden çıkış süreci, Büyük Buhran'ı takip eden süreçten daha yavaş ilerliyordu. King, o konuşmada, Amerikan Merkez Bankası’nın ve diğer merkez bankalarının politikacılarla kapalı kapılar ardında görüşmelere başlama zamanının geldiği sonucuna varıyordu. 16 Eylül günü repo piyasasında faiz oranları yükseldi. Amerikan Merkez Bankası, dört gün boyunca, günlük 75 milyar dolarlık bir müdahaleyle sürece dâhil oldu. Bu, 2008 krizinden bu yana görülmeyen bir tutardı.

Cardiff Üniversitesi'nde eleştirel teori profesörü olarak çalışan Fabio Vighi'ye göre, o sırada Amerikan Merkez Bankası, Wall Street'e haftada yüz milyarlarca doların pompalanmasını sağlayan bir acil para programını devreye soktu.

Son iki yıldır, “pandemi” kisvesi altında, ekonomilerin kapatıldığını, küçük işletmelerin ezildiğini, işçilerin işsiz bırakıldığını ve insan haklarının yok edildiğini gördük. Kapanmalar ve kısıtlamalar bu süreci hızlandırdı. Bu sözde “halk sağlığı önlemleri”, kapitalizmin krizini yönetmeye çalışanlara hizmet etmekten başka bir işe yaramadılar.

Neoliberalizm, işçilerin gelirlerini ve aldıkları sosyal yardımları kıstı, ekonomiler dâhilinde kilit rol oynayan sektörleri ülke dışına savurdu, talebi sürdürmek ve zenginlerin hâlâ yatırım yapıp bundan kâr elde edebilecekleri finansal Ponzi planları oluşturmak için elindeki her tür aracı kullandı.

2008 çöküşünün ardından bankacılık sektörüne yapılan kurtarma operasyonları, yalnızca geçici bir soluklanma sağladı. Çöküş etkisini, milyarlarca dolarlık kurtarma paketleriyle birlikte, Kovid öncesinde yaşanan çok daha büyük bir patlamayla ortaya koydu.

Fabio Vighi, tüm bunlarda “pandemi'nin rolü olduğunu söylüyor:

“[…] Sanırım bazı insanlar, genellikle vicdansız olan muktedir elitlerin, neredeyse yalnızca üretim dışı olan (seksen yaşın üzerindeki) kişileri öldüren bir virüs karşısında, dünya üzerinde işleyen kâr mekanizmasını durdurmaya neden karar verdiklerini artık merak etmeye başlamıştır.”

Vighi, Kovid öncesi dönemde dünya ekonomisinin başka bir büyük çöküşün eşiğine geldiğinden, İsviçre Ödemeler Bankası’nın, dünyanın en güçlü yatırım fonu olan BlackRock’ın, G7 ülkelerindeki merkez bankalarının ve diğer güçlerin finansal iflası önlemek için nasıl uğraştıklarından bahsediyor.

Kapanma tedbirinin uygulanmasında ve ekonomik işlemlerin dünya genelinde askıya alınmasında asıl amaç, Amerikan Merkez Bankası’nın (Kovid bahanesiyle) zor durumdaki finans piyasalarını yeni basılmış parayla doldurmasına ve hiperenflasyonu önlemek için reel ekonominin kapısına kilit vurmasına imkân sağlamaktı.

Vighi’nin tespitiyle:

“Mart 2020’de borsa, kapanma tedbirinin uygulamaya konulmasının zorunlu hâle gelmesi sebebiyle çökmedi, bilâkis, finans piyasaları çöktüğü için kapanma tedbirleri alınmak durumunda kalındı. Kapanmalarla birlikte ticari işlemler askıya alındı, bu da kredi talebini azalttı, neticede salgın durdu. Başka bir ifadeyle, sıra dışı para politikası ile finansal yapı yeniden inşa edilmeliydi, bu ise ekonominin motorunun durdurulmasına bağlıydı.”

Tüm bu adımların amacı, Kovid “yardımları” kılıfı ardında, Wall Street’i kurtaracak trilyonlarca doların akıtılmasını sağlamaktı. Sonrasında bu yardımları, kapitalizmi yeniden yapılandıracak plan takip etti. İlgili plan dâhilinde küçük işletmeler ya iflasa sürüklendiler ya da tekeller ve küresel zincirler tarafından satın alındılar. Böylelikle, bu yağma ile büyüyen şirketlerin kesintisiz kâr etmeleri güvence altına alınmış oldu. Bunun bedeli, kapanmalar ve hızlanan otomasyon ile milyonlarca insanın işsiz kalmasıydı.

Kovid’le mücadele kapsamında hazırlanan yardım paketlerinin faturasını sıradan insanlar ödeyecek. Eğer finansal kurtarma paketleri plana uygun sonuçlar doğurmazsa, muhtemelen başka bir “virüs” bahanesiyle veya “iklim acil durumu” bahanesiyle tekrar kapanmalar gündeme gelecek.

Burada sadece büyük finans şirketleri kurtarılmıyor. Zaten zor durumda olan ilâç endüstrisi de para kazandıran Kovid aşıları ile önemli bir can simidine kavuşuyor. Zira ilâç şirketleri, geliştirilmesi ve satın alınması için ayrılan kamu fonları ile üretilen bu aşılar sayesinde kurtarılıyorlar.

Öyle ya da böyle, bugün dünya genelinde milyonlarca insanın geçim kaynaklarından mahrum kalışına tanıklık ediyoruz. Ufukta görünen, yapay zekâ ve gelişmiş otomasyon üzerine kurulu üretim, dağıtım ve hizmet temini dâhilinde artık kitlesel bir işgücüne gerek kalmayacak.

Bu süreç, beraberinde kapitalist ekonomik faaliyetin ihtiyaç duyduğu emeği yeniden üretmeye ve sürdürmeye hizmet eden kitlesel eğitim, sosyal yardımlar ve sağlık hizmeti verilmesinin gerekli olup olmadığına, bu alanların geleceğine dair önemli soruları gündeme getiriyor. Ekonomi yeniden yapılandırıldıkça, emeğin sermayeyle ilişkisi de dönüşüyor. Bu da “işin kendisi kapitalistler nezdinde emekçi sınıfların varlığının bir koşulu ise, bugün kapitalistler, artık ihtiyaç duymadıkları bir fazla emek havuzunu neden muhafaza etsinler?” sorusunu sordurtuyor.

Bugün nüfusun büyük bir bölümünün sürekli işsizlik tuzağına düştüğü koşullarda, yöneticiler, kitlesel muhalefetle ve direnişlerle uğraşmak istemiyorlar. Bu sebeple, günümüz dünyası, hareket ve toplanma özgürlüğünden siyasi protesto ve ifade özgürlüğüne kadar birçok farklı özgürlük alanının kısıtlanması için tasarlanmış bir biyogüvenlikçi gözetim devletine tanık oluyor.

Nüfusun giderek büyüyen bir kısmının “üretken olmayan” ve “işe yaramaz yiyiciler” olarak görüldüğü, yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş bir gözetim kapitalizmi sisteminde elitler, bireyciliği, liberal demokrasiyi, özgür seçim ideolojisini ve tüketimciliği, siyasi haklar, yurttaşlık hakları ve özgürlükler gibi “gereksiz lüksler” olarak görüyorlar.

Bir ülkenin “liberal demokrasiden” ne kadar hızlı bir şekilde toplanma ve protestolara müsamaha gösterilmeyen, sonu gelmeyen karantinaların olduğu, acımasız ve totaliter bir polis devletine dönüştüğünü görmek için Avustralya'da süregiden zorbalığa bakmamız yeterli.

Sağlığı korumak adına insanların dövülmesi, yerlerde sürüklenmesi ve plastik mermilerle vurulması ne kadar mantıklı ve anlamlıysa, “hayat kurtarmak” için sosyal ve ekonomik açıdan insanları yıkıma sürükleyen, tüm toplumları mahveden karantinalar da o kadar mantıklı ve anlamlı.

Esasen burada mantık aranmamalı. Ama tabii, olan bitene kapitalizmin krizi açısından bakarsak, her şey çok daha mantıklı gelmeye başlayacaktır.

İlk kapanma kararı alındığında insanlar, zaten 2008 çöküşünü izleyen kemer sıkma önlemlerinin yol açtığı etkilerin çilesini çekiyorlardı.

Devletler, ileride daha köklü ve daha sert sonuçların doğacağını, daha kapsamlı değişimlerin yaşanacağını biliyorlar. Bu nedenle, kitleleri kölelik kıvamına getirme ve daha sıkı bir biçimde kontrol altına alma konusunda oldukça kararlı görünüyorlar.

Colin Todhunter
14 Şubat 2022
Kaynak