05 Aralık 2020

,

Doğru Ahmet

“Tüm ülkelerin işçileri, birleşin!” [1919]

Seksenlerde TRT, çocuklara okulda verilen hayat bilgisi derslerinin uzantısı olarak, bir program yayınlıyordu. Karşıdan karşıya geçmek gibi gündelik konularda doğru olanı Doğru Ahmet, yanlış olanı Bay Yanlış aktarıyordu. Bu tür derslerin ve programların ardında 12 Eylül’ü aramak gerek.

12 Eylül’e anlamlı bir itirazı örgütlememiş olması, solun en önemli zaaflarından birisidir. Teorisini ve siyasetini bu zaaf tayin eder. Dolayısıyla solun sosyalizme ve komünizme dair algısı-bilgisi, Doğru Ahmet programının sınırlarını aşamamıştır.

Sol, tuhaf bir biçimde, her durumda, her fırsatta, her olayda doğruda durmak, doğruyu söylemek gibi bir saplantı içerisindedir. Sanki bir yerlere söz vermiş gibidir. Üstelik sol, o doğru bildiği şeyi sorgulama gereği bile duymamaktadır. Doğrusu bile, mücadeleyle neşterlenmemiş, ayrıştırılmamış, düz, pürüzsüzmüş gibi görünen gerçeklikle tanımlıdır. Doğrunun altı boştur, karşılıksızdır. Bu sebeple işi gücü, egemenlerin o doğruları kabul edecekleri düzeye ve kıvama gelmelerini beklemekten ibarettir.

Devlet ve sermaye vurdukça sol, hata ve yanlış yapma ihtimallerini ortadan kaldıracak bir yere doğru savrulmuştur. O, doğru, saf ve temiz olanın temsili olarak durup efendilerinden övgü almayı siyaset zannetmiştir. Maradona gibi isimler ölünce hemen saflığına, temizliğine vurgu yapma ihtiyacı duyanlar, bu türden bir övgü ve taltif peşindedirler. Bu arayış, solun prangasıdır. Toplumsal kurguda, hiyerarşide ve işbölümünde sol, kendisine ancak bu sayede bir yuva açabileceğini düşünmektedir. O, “geri” halka sopa; “ileri” efendilere sallanan eldir.

Çünkü solun sosyalizmle ve siyasetle ilişkisi, burjuvazinin aydınlanma devrimi ile sınırlıdır, onunla tanımlıdır. Bugün efendiler, Fransız Devrimi’ni krala değil, kiliseye karşı devrim olarak kodlamaktadırlar, çünkü kralın kılına zarar gelsin istememektedirler. Kilise karşıtlığı, yoksul düşmanlığı ile alakalıdır.

Sol için de bu geçerlidir. Sosyalist örgütlerle MHP’li Semih Yalçın, CHP’de o nedenle aynı “psikogenetik kodu” görmektedir. Marksizm ve sosyalist mücadele, CHP ve Kemalizmle sınırlı bir aydınlanma faaliyetinin alt başlığından ibarettir. O mücadele, krala karşı kudret sahibi olmak için verilemez. Kralın kılına zarar veremez. Buna asla izin yoktur. Burjuva aydınlanması ise kralın etrafındaki ideolojik zırhtır.

Meselelere burjuva aydınlanmasının tayin ettiği akılla bakılınca tabiatıyla AKP, başka bir yerden analiz edilmektedir. Sonuçta artık “herkes aynı gemidedir.”[1] Sol, Dünya Ekonomi Vakfı başkanı Klaus Schwab gibi konuşmaya mecburdur. O gemiye biner, kendisine gemi içerisinde bir alan tayin eder. Mücadele etmeden kendisine bahşedilen o alanda AKP’ye karşı sermaye ve ordu içerisinden ittifaklar arar. Gerilimler esnasında figüran olmayı içine sindirir. Kendisi üzerinden birilerine mesaj iletilmesine sevinir. Gemide olduğu için gururlanır. Figüran ve piyon olmak, onun ruhunda vardır. Bugün birilerinin Sovyet gemisinden inmiş olması, aslında hayırlı bir gelişmedir.

Sol, başkanlık sistemini Erdoğan’ın hırsıyla, hevesiyle ve şahsıyla ilişkilendirir. Bunu yaparak Rahmi Koç’u gizler.[2] Suriye, Libya gibi konularda da aynı şeyi yapar, Mavi Vatan projesini yıllar önce hazırlamış olan genelkurmayı aklar. Sol, kendisine düzen içerisinde biçilen rolden memnundur. O rol, Doğru Ahmet rolüdür ve meslekî ideolojilerle tanımlıdır. Bay Yanlış, tabii AKP’dir!

Siyaset, krala karşı kudret mücadelesi olarak tanımlanmayınca akıl sahneden çekilir, vicdanî itiraz öne çıkar. Soyut bir memleketten, soyut bir insandan, soyut değerler kümesinden oklar fırlatılır. Güç biriktirmek, mevzi örmek, düşmana karşı kudret sahibi olmak zorunluluk hâlini aldığında, hemen oradan uzaklaşılır. O vicdan, kendisini burjuvazinin mutlak “İnsan” putuna doğru kapatır. Örneğin o soyut İnsanları çok çalıştırdığı, çok çatışmaya sebep olduğu için Sovyetler’i eleştirir.[3] Ekim’e düşman olan Başkaya gibi Doğru Ahmet’lere atıfta bulunur.

Bu tür isimlere göre, “toplum bir mermerdir, Rodin gibi fazlalıklar atılınca ortaya komünist öz çıkar.” Gün, bu idealist saçmalıkları dile getirenlerin prim yaptığı gündür. Bu lafı eden kişi, onca örgütü dolandıktan sonra en nihayetinde Andre Gorzcu olmuştur.[4] Bu da hayırlı bir gelişmedir.

Geri çekilme, yenilgi, kudretsizlik, teslimiyet, böylesi ütopyacı yalanlarına doğru kapanmaya mecburdur. Gerçekten kaçılır, toplumun en özü kendisi olduğu yalanıyla bir ömür geçirilir. Düşmana karşı anlamlı mevzilerin örülememiş olmasının ceremesini yeni kuşaklar çeker. “En öz benim” diyenler, özne olduklarını zannederler, aslında kendi inandıkları yalanın esiridirler.

Solun siyaseti de teorisi de burjuva aydınlanmacılığının sınırlarına tabidir. Öz ve özne olduklarını zannedenlerin ideolojik gıdası, burjuva aydınlanmacılığıdır. Sol, bu aydınlanmacılığın sınırlarını aşıp onu ana ölçüt olmaktan çıkartmadığı sürece, kralların saraylarına saldıramaz. Saldıracak gücü toplayamaz. İktidar mücadelesi veremez. O, bu mücadeleyi kirli ve kirletici bulmaya mecburdur. Ancak Biden ve Koç'un gemisine binmek ister. Güç olma ihtiyacı dahi duymaz. Gücü burjuvaziyle birlikte tanımladığı, onun kucağına sığındığı, kendisini burjuvaziyle birlikte var kıldığı için, ömür boyu ayna karşısına geçip “ben güçlüyüm” der durur. Bu sebeple eksikliğini görüp güçlenme ihtiyacı da duymaz.

Bu anlamda bugünkü tartışma, ulusal aydınlanmacılarla uluslararası aydınlanmacılar arasındaki atışmadan ibarettir. “Milli burjuvazi”ye ilerleme adına düşman olanların yol açtığı sis perdesine aldanmamak gerekir. Sonuçta beynelmilel burjuvaziye kul olan sol da aynı şeyi istemektedir: Herkes kendisini saçlarından tutup doğrultsun, düzenin çarkları ve süngüleri önünde hizaya geçsin. Bu tarağın dişleri misali oluşan eşitlenme hâlinde sol, hikmet ve anlam bulmaktadır. Kendisi burjuvaziyle güçlü olduğu için, ona karşı kitlelerde oluşan güç birikimlerini tasfiye etmeye mecburdur. Sol, varoluşsal zorunluluk gereği, devrim ve sosyalizm düşmanıdır. O ömrünü, burjuva aydınlanmasının zorunlu olarak sosyalizme evrileceği hayaliyle tüketmeye yazgılıdır.

Ama neticede Doğru Ahmet olmakla yol alınamaz. Kautsky’nin “ya barbarlık ya sosyalizm”[5] sloganıyla onun yoluna revan olunduğunda, dönüldüğünde, “Ekim’in ve Lenin’in günahlarından arınacağım” sananlar, yanılmaktadırlar. Batı’da liberallerin sosyalizme ve Sovyetler’e dair eleştirilerine sarılanlar, sosyalizmi sosyal liberalizm kalıbına dökmektedirler.

Esasen Sovyet eleştirilerinde bir miktar Avrupa’nın hasedi ve kini konuşur. Burjuva aydınlanmacılığı, Avrupa ülkelerinde bu şekilde tepki geliştirmiştir. Moskova’daki devrim sancağı, Avrupa başkentlerini ürkütmüştür. Kısa sürede gerçekleştirilen ekonomik hamle, şaşırtmıştır.

Aslında bir bakıma Sovyetler, o Avrupa başkentlerindeki siyasi-ideolojik yönelime teslim olduğu için yenilmiştir. Stalin ile ilgili edilen küfürlerse onun o başkentlerin sınıfsal-politik yönelimlerini devrimci bir ayıraçla hizaya sokmasının bir sonucudur. Stalin, Avrupa komünistlerinin üzerinde sallanan balyozdur. O gidince Avrupa’nın sosyal demokrat ve liberal çekiçleri, Moskova’nın başına inmeye başlamıştır. Örneğin 1968 diye yüceltilen hareketin önemli bir bileşeni, Sovyet ve sosyalizm düşmanlığıdır. Bugün solcuların büyük bir bölümünün 68 ağzıyla konuşması, oradan da Silikon Vadisi ideolojisi ardındaki isimleri 68’lilik üzerinden yoldaş bellemesi, tesadüf değildir. Bu kişiler, esasen işçinin, ezilenin Ekim ile muktedir olmasını Avrupa'nın sınıfsız-sınırsız İnsan'ıyla eleştirme eğilimindedirler. O sınırsızlıkta sömürgecilik, o sınıfsızlıkta emperyalizm aranmalıdır.

Bugün “Amerikan ve Avrupa devrimleri, üretim güçlerini geliştirmeyi değil, paylaşmayı düşünüyordu” denmesinin sebebi, Davos’tur, AB’dir, NATO’dur. Mevcut krizle birlikte devletin ekonomiye ve siyasete müdahil olmasını isteyen, sadece Ülker gibiler değildir. Tüm paydaşların sürece dâhil olmasını, bizzat tekeller, emperyalistler ve şirketler istemektedirler. Sovyetler ve sosyalizm eleştirileri, Çernobil gibi diziler, bu sebeple gündeme gelmektedir. Bu eleştiriler, Sovyetler’deki sınıflar mücadelesine nasıl müdahale ettiklerini gizlemeye mecburdurlar. Bu eleştirilerin sahipleri için komünizm, okulların kapalı olduğu milli eğitim bakanlığından ibarettir!

Sovyet ve sosyalizm eleştirileri ile bazı dönekler, liberaller, iç ajanlar, efendilerden görev dilenmektedirler. “Toplumun özünde komünizm var, o da benim” diye sağa sola yalan söyleyenlerin kimlere hizmet ettiği açıktır. Bugün Sendika gibi yerlerde çıkan, geçmişe ve sosyalizm deneyimlerine dair eleştiriler ve küfürler, efendilerden görev dilenme girişimi olarak okunmalıdır. “Özdeki komünizm benim” denilerek, “bugünkü duruma, bugünde varolan öncüllerden türeyen koşulların var ettiği hareket olarak müdahale eden komünizm” kapı dışarı edilir. Artık öncüle, koşula ve duruma bakmaya gerek yoktur, tek mesele, bu tür solcular gibi, bireysel hayatını komünizm zannetmekte, başkalarına bunu bu şekilde yutturmaktadır.

Çünkü Doğru Ahmetçilik, bir geri çekilme, teslim olmuşluk, diz çökmüşlük hâlidir. Eyleme geçen, hata yapacağını bilir. Hata yapma cüreti olmayansa, eyleme geçemez. Kolektif mücadele, bireysel hazza, hezeyana ve fanteziye indirgenir. “Ben çalışmayı sevmem” diyen de sadece kendisine “organik domates” yetiştirmek isteyen de üretim güçleri teorisini buradan eleştirir. Tüm bunlar, burjuva aydınlanmacılığına göre tarif edilmiş teori ve pratiğin birer sonucudurlar. O teori ve pratik, nihayetinde sahibine zarar gelsin istemez. Bu anlamda Sovyetler ve Çin gibi deneyimler, “bugün efendilere nasıl zarar verebiliriz?” sorusu üzerinden eleştirilmeli, buradan ilerletilmelidirler. Bugün tekellerin, emperyalistlerin plan ve projelerine uygun teorileri pazara çıkarmanın bir anlamı yoktur.

Eren Balkır
5 Aralık 2020

Dipnotlar:
[1] Metin Çulhaoğlu, “Evet, Bu Kez Herkes Aynı Gemide!”, 11 Kasım 2020, İleri. Çulhaoğlu’nun sosyalistliği de zaten elli küsur yıl öncesinin gemisiyle alakalı. O, Sovyetler'in ülkede kurduğu işletmeler kadar sosyalistti. Gemide olmayı her daim çok sevdi. Hep devletin solcusuydu.

[2] “12 Eylül harekâtından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ve yönetmelik çıkartmak için aylar geçmesini gerektiriyordu.” [DİSK-AR, “Emeğe Karşı Sermaye Darbesi”, Eylül 2020, s. 8, DİSK.] Rahmi Koç, devamında şunları söylüyor: “Yani her şey güçlükle, uzun zaman içinde gerçekleştirilebiliyor, her şeye politik açıdan bakılıyordu. Askerî yönetim altında fark, alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından, çok hızlı hareket edilebiliyordu.” Başkanlık rejimini Erdoğan’ın heva ve hevesinin bir sonucu zannedenler, bu sözlere dönüp dönüp bakmalı.

[3] Nabi Kımran, “Geçmiş ve Gelecek: Sosyalizm Üzerine Notlar”, 27 Kasım 2020, Sendika.

[4] Nabi Kımran, “Boş Zaman, Doğa, Komünizm”, 3 Aralık 2020, Sendika.

[5] Ian Angus, “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık Sloganı”, 21 Ekim 2014, İştiraki.

0 Yorum: