Ne yazık ki İştirakî, solun söylemeye çekindiğini
söyleyen, söylemeye mecbur olandır. Üryan haliyle, çıkarsız ve hesapsız, sadece
doğruyu ve hakikati söylüyor oluşunun rahatsızlığa sebep olduğu açıktır. Ali
Şeriati vurgusuyla, o, hakikati yapayalnız kalma pahasına dillendirmeye
mecburdur. Ona “siz zaten yapayalnızsınız” diye küfredenler, yanıldıklarını
hiçbir zaman bilemeyecekler.
Hakikat, dil bulmak zorundaydı.
2005’te Mustafa Suphi’yi, üstelik TKP’liler eliyle
darağacında sallandırdılar, biz, ona küfredenlerin devletin yeni TKP’sini
kurduğu koşullarda, önderimizin çıplak etini o darağacından indirip bayrak
yaptık. Bugün görüyoruz ki TKP geleneğinden gelmeyenler dahi, Maria’yı da
anarak sulandıranlar çıksa da, Suphilere sahip çıkıyorlar. Az da olsa birileri,
onlardaki politik-ideolojik hikmeti, anlamı ve önemi sorguluyor. Bugüne hat
çekiyor. Bu, tek başına önemli bir gelişme. Neticede solun, sosyalist hareketin
birilerine ve güç odaklarına göre yeniden tanımlandığı, içeriklendiği döneme
müdahale, Suphilerin bayrağı ile yapıldı.
Sonra çözüm süreci geldi, çattı. Ardını, arkasını,
politik, ideolojik, teorik boyutlarını sorguladık. Kurulan masanın ve ürünü
olan HDP’nin sınıfsal-politik niteliğine baktık. Burada da ölçümüz, Bakû’den
çıkan kızıl sancaktı. O sancakta simgelenen, ezileni kanı, sömürülenin teri
idi.
Bakû’yü “milliyetçiliğin, gericiliğin” kaynağı olarak
gösterenlere inat, “ilerici” kabul ettikleri HDP’yi tartıştık. Bu sebeple
birileri, “Bakû solu geriye çekmiştir” diye yazı yazmak zorunda kaldı. Bizi VP
ve HKP ile yan yana göstermeye çalıştı. Beyhude küreklerdi bunlar. Bu ithamı
dillendirenler, VP-HKP’nin ardındaki devletle anlaşmalı, akçeli işlerin kulu
kölesi olmuş kişilerdi.
İğvaya, ışıltıya, koltuk önerilerine, “buyurun siz de
delege olun, HDP’de grup oluşturun” kandırmacalarına, yıldıza, alkışa
aldanmadan, HDP’nin getiri ve götürülerini Marksizm-Leninizmin terazisinde
tartmaya çalıştık. Alan açılan solun ve başka kesimlerle ilişkilendirilen solun
niteliğini sorguladık. “Ben, devleti yeniden inşa ediyorum. Kürtleri de devlete
yerleştiriyorum” sözünü kitaba dökülmeden önce duyduk, anlamaya çalıştık. O
devleti yeni dönem bağlamında sorguladık.
Sonra Gezi geldi. Halkın kavgasının içinde olup içinde
düşündük, içindeyken yazdık. Park forumlarını, o kalkışmanın sınıfsal-politik
niteliğini, menzilini-ufkunu sorguladık. Kurulan forumların birer seçim ofisine
dönüştürülmesine itiraz ettik. “Adayımız Ethem Sarısülük!” dedik. Hep “Parti
olsa ne yapardı?” diye düşündük. Anarşist, liberter, liberal, sosyal demokrat
sulara teslim olanlara inat, Marksist-Leninist olma derdi ve kavgasıyla
yürüdük. Ethem’in ve diğer gençlerin cenazesinde biriken, direnen kitleyle
düşünüp hareket ettik. O gençlerdeki iradeyle sandıkları patlatmak istedik.
Seçim süreciyle Gezi’nin akamete uğramasına karşı çıktık. CHP’nin ve düzenin
dümen suyuna girenleri eleştirdik. Marksizmde bahsi edilen “kretinizm”e kul
köle olunmasına karşı çıktık.
Gezi ile birlikte Kürd ve Müslüman’a yönelik
düşmanlığın bileylendiğini gördük. Özellikle, İslam düşmanlığındaki sınıfsal
ırkçılığı ve faşizmi tespit edip eleştirmeye çalıştık. AKP karşıtlığının
açmazlarını, çıkmaz sokaklarını tartıştık. CHP kucağının komünist hareketi
getirip bırakacağı yere işaret ettik. Bölgedeki Müslüman direncinin farklı
boyutlarını sınıfsal-politik düzeyde idrak etmeye çalıştık. Emperyalizmin
oyunlarına vurgu yaptık. Halkların iradesini küçük burjuva düzeyde pazarlık
konusu kılanları eleştirdik. Açılan devrimci hattı anlamak için uğraştık.
Sonra herkes, CHP’li oldu. CHP muhalefeti, Fuat
Avni’den Sedat Peker’e uzanan hat, sosyalist hareketin bilincini belirledi. Bu
bilinci mecburen eleştirdik. Solun bu süreçte kadrolarını gazeteciliğe ve
akademisyenliğe teslim edişine karşı çıktık. O gazetecilerle ve akademisyenlerle,
militanlık ve kadro olmak adına, uğraştık. Lenin’in vurgusuyla, Ekim Devrimi
varsa artık küçük burjuvazi en iyi hâliyle ajan ve uşak olabilirdi. O uşaklığı
ve ajanlığı Ekim karşıtlığında arayıp bulduk. 2005-2007 momenti sonrası
gelişmeleri o uşaklaşma ve ajanlaşma bağlamında okuduk.
Sonra pandemi geldi. Onun da sınıfsal-politik ve
ekonomi-politik boyutlarını anlamaya çalıştık. Herkes, tekellerden ve onların
yerli uşaklarından gelecek emirleri beklerken, biz maskeyi, aşıyı, kapanmayı,
sınıfsal ve ekonomik boyutlarıyla analize tabi tutmak için uğraştık. “Sağcı,
cahil, geri” olarak görülen halk kitlelerinin tepkilerine örgütlendik.
Burjuvazinin yüce bilim tanrısına tapan solcuların ve sosyalistlerin ajanlığını
ve uşaklığını sorguladık. Bunun AKP sayesinde açığa çıkma ve meşrulaşma imkânı bulan
halk, işçi ve ezilen düşmanlığının neticesi olduğunu gördük. O düşmanlığa karşı
durduk.
Sol, laikliği sorumluluktan ve yükten kurtulmak olarak
anladı. Teslim oldu. Biz, üç beş avukat veya mühendis, bu işler sayesinde kesesini büyütsün, daha
fazla müşteri bulsun diye değil, kentsel dönüşümün, dijital dönüşümün ve
yeşil dönüşümün kitlelerde yol açacağı öfkeye örgütlenmenin, onu
örgütlemenin yollarını hep birlikte bulalım diye bu meselelerle ilgilendik.
Buradaki mesele, ne gazetecilikti ne de akademisyenlik. Devletin bekçilerini ve
sermayenin kâhyalarını bu dönüşümler bağlamında sorguladık. Hiçbir olguyu kendi
hanemize kapatmak, mülk edinmek için ele almadık. Tüm kolektif komünist hareket
içinde ve orada olarak düşünüp yazdık.
Feminizm, lubunizm ve veganizmi de emperyalizm ve onun
ajanları/uşakları bağlamında tartıştık. Bu üç ideolojinin ardındaki somut
sınıfsal-ekonomik güçleri, para kanallarını, onların dövdüklerini ve o dayağı
neden attıklarını sorguladık. “O müthiş bahtiyarlıkla, gideni ve gelmekte
olanı”, AKP karşıtlığının büyüsüne ve halesine kapılmadan, anlamaya çalıştık.
Bu, ajanların ve uşakların ortaya koyamayacağı bir çabaydı. O ajanlar ve
uşaklar, saldırıdan da pandemi sonrası somutlaşan halk düşmanlığından da
nemalanmanın yollarını arıyorlardı.
İştirakî’nin bu kısa ve özet hikâyesinde bir eksik
parçadan bahsetmek gerekiyor. O, hem kılıç kesmesin diye kılıcın kabzasını
tutanlarla hem de o kılıca bir süre sahip çıkıyormuş gibi görünüp başka güçlere
işmar edenlerle, onlara mesaj gönderenlerle uğraşıyor. “Tasfiye” derken, bu iki
kesimin yapıp ettiğinden bahsediyoruz.
Misal, SDP’de ufak bir ayrışma oluyor, hemen bir
vekili, Twitter’dan bizi takibe alıyor. Biz anlıyoruz ki birileri, bizim
üzerimizden bir yerlere mesaj iletiyor. Misal, gene bir gün bir başka vekil,
Ahmet Şık, Twitter’dan bizi takibe alıyor, birkaç gün sonra bu HDP vekili,
partisini eleştiriyor. Bu vekillere başka vekiller, başka isimler ekleniyor.
Bir yere mesaj göndermek isteyen, yalandan İştirakî’ye işaret ediyor. İştirakî,
zarfın üzerine konulan bir işaret olarak kullanılıyor. İçindeki mesajın bizi ilgilendiren
bir tarafı bulunmuyor. Biz biliyoruz ki bu kişi ve kurumların İştirakî’de
somutlanan eleştiri pratiğiyle hiçbir ilişkisi yok.
Küçük burjuvalar, İştirakî eleştirisinin yanında
görünüp o eleştirinin harından kaçtığını sanıyorlar. Ya da o eleştiriyi
bireyselleştirip altını oyarak, ondan kurtulacakları zehabına kapılıyorlar.
Oysa Zülfikar’ımız, olduğu yerde duruyor, bu tür saldırılarla daha da bileyleniyor.
Bu tasfiye girişimlerinin sınıfsal ve politik boyutları kişiselleştirilmeden,
nesnel zeminde sorgulanmak zorunda. Bazı örgütlerin yanımıza yöremize iliştirdikleri embedded aparatçiklerin sebebi ve o sebebin ardındaki sınıfsallık da sorgulanmalı.
Bugün sosyalist hareket, şeflerinin ajanlaşıp
uşaklaştığını gören kadrolarını korumak adına, bazen İştirakî’den yanaymış gibi
poz kesiyor, bazen de onu tasfiye etmek için uğraşıyor. Her iki durumda da
eleştirinin özünü anlamayacak bir yere savruluyor. Parmağı kırmak için
uğraşıyor, işaret ettiği yere küfrediyor.
İştirakî’ye “sizi eylem alanında görelim” diyenler,
aslında şunu demiş oluyorlar: “Söyledikleriniz doğru olabilir, ama pratik
gerçekte insan, mecburen revizyonist, reformist ve oportünist oluyor. Siz de o
gerçeğe girdiğiniz de öyle olacaksınız.” Buradan da “sizin sırtınızda yumurta
küfesi yok tabii” cevabı iliştiriliyor. Ad hominem, mantıksal safsata
üzerine kurulu, teoriyle ve teori içinden düşünememenin sonucu olan fikirler
savruluyor. Kimse, o yumurta küfesinin sahibini, yumurtaların neden kırılmaması
gerektiğini, küçük burjuva özneliğin bugün ne anlama geldiğini, sınıfsal boyutunu
sorgulamıyor. Lenin’in dediği gibi “(bu ahmak Narodnikler) teorinin de bir
pratik olduğunu anlamıyorlar.”
Ezilenin-sömürülenin devrimci iradesi olarak komünist
siyaset, o solculuğa vurmadan alan bulamıyor. Sınıfınıza ve küçük burjuva
varlığınıza yakıştırmadığınız İştirakî’yi hep birlikte toprağa gömelim, ama
gene hep birlikte, o alanı inşa edelim, Mesele, meselemiz bu. O alan, küçük burjuva
ajanlara ve uşaklara vurmadan oluşmayacak.
Eren Balkır
6 Mart 2024
0 Yorum:
Yorum Gönder