13 Mart 2024

Batılı Sol Entelijansiya II


Bugün Batı soluna hâkim olan kimlik politikasının ve çokkültürcülüğün oynadığı rolü ve gördüğü işlevi nasıl anlamak gerekiyor?

Kimlik politikası, tıpkı onunla ilişkili olan çokkültürcülük gibi, uzun zamandır burjuva ideolojisini tanımlayan kültürcülüğün ve özcülüğün günümüzdeki tezahürüdür. Özcülüğün meselesi, kapitalizmin maddi tarihinin sonucu olan toplumsal ve ekonomik ilişkileri doğallaştırmaktır. Örneğin, kimliğin ırk, ulus, etnisite, toplumsal cinsiyet, cinsellik gibi farklı biçimlerini zaman içerisinde değişen ve belirli maddi güçlerin sonucu olan, tarihsel süreçte inşa edilmiş yapılar olarak görmek yerine bu biçimleri, politik kitlenin sorgulanamayacak temeli olarak doğallaştırıyor ve onlara bu şekilde muamele ediyor. Bu türden bir özcülük, ilgili kimliklerin ardında işleyen maddi güçleri, bunun yanında, o kimlikleri kuşatan sınıf mücadelelerin üzerini örtüyor. Bu, bilhassa egemen sınıf ve yöneticilerinin işine gelen bir şey, zira bu insanlar, sömürgelikten kurtuluş mücadelelerinin, materyalist ırkçılık karşıtı ve patriarka karşıtı mücadelelerin taleplerine tepki geliştirmek zorunda. Bunlara verilecek en iyi cevapsa özcülük üzerine kurulu kimlik politikasıdır. Bu politika, gerçek sorunlara sahte çözümler önerir, çünkü o, hiçbir zaman sömürgeleşme sürecinin, ırkçılığın ve kadına yönelik zulmün maddi zeminiyle uğraşmaz.

Judith Butler gibi teorisyenlerin çalışmalarında gördüğümüz, kimlik politikasının özcülük karşıtı versiyonları ise bu ideolojiden köklü bir kopuş gerçekleştirmez.[36] Bireylerin veya birey gruplarının sorgulayabildikleri, kurcalayabildikleri, yeniden icra edebildikleri söylem yapıları olarak ifşa etmek suretiyle bu kategorilerin bazılarını yapısöküme uğrattıklarını iddia eden ve yapısöküm pratiğinin idealist parametreleri dâhilinde çalışan bu teorisyenler, kolektif sınıf mücadelesinin temel alanları olarak bu kategorileri üretmiş olan kapitalist toplumsal ilişkilerin tarihini hiçbir şekilde materyalist ve diyalektik bir analize tabi tutamazlar.

Bu teorisyenler, ayrıca reel sosyalizmin bu ilişkileri dönüştürme mücadelesinin o köklü ve derin tarihiyle de ilgilenmezler. Bunun yerine, onlar, yapısöküm pratiğinden ve Fukocu soykütük anlayışının tarih dışına atılmış hâlinden istifade ederler, buradan da toplumsal cinsiyet ve cinsiyetler arası ilişkilere dair fikirler üfürürler. Bu teorisyenlerin elinden, sınıf mücadelesinin yerini çıkar grupları savunusuna bıraktığı liberal çoğulculuğa teslim olmaktan başka bir şey gelmez.

Buna karşılık, Domenico Losurdo’nun önemli çalışması Sınıf Mücadelesi’nde ortaya koyduğu biçimiyle, Marksist gelenek, sınıf mücadelesini çoğul yapısı dâhilinde anlama konusunda kapsamlı ve zengin bir tarihe sahiptir. Yani Marksist gelenek içerisinde toplumsal cinsiyetler, uluslar, ırklar ve ekonomik sınıflar (ayrıca cinsellik anlayışları) arası ilişkiler konusunda bir dizi savaş yaşanmaktadır. Bu kategoriler, kapitalizm koşullarında kendilerine has hiyerarşi biçimleri edinmiş olduğundan, Marksizm mirasının en iyi unsurları, bu kategorilerin tarihsel kökenlerini anlama ve radikal manada dönüştürme çabası içinde olmuşlardır. Hane içerisinde kadına dayatılan kölelik, ulusların ve ırksal açıdan aşağı görülen halkların emperyalist boyunduruğu kırma mücadeleleri, bu yönde ortaya konmuş çabalara uzun süredir tanıklık etmektedir.

Bu tarihin kesintili bir seyir dâhilinde ilerlediği, yapılacak daha çok iş olduğu açık. Bu, kısmen İkinci Enternasyonal gibi burjuva ideolojisine ait kimi unsurlarca lekelenmiş bazı akımların Marksizm içerisinde varolması ile ilgili bir durumdur. Gene de, Losurdo gibi isimlerin ortaya koyduğu biçimiyle, komünistler, bu sınıf mücadelelerinin öncüsü olmayı bilmiş, bu sorunların ana kaynağı olan kapitalist toplumsal ilişkilere inmek suretiyle, ataerkil hâkimiyeti, emperyalist tabiyeti ve ırkçılığı aşmak adına kimi çabalar ortaya koymuşlardır.

Önde gelen emperyalist ülkelerde, bilhassa ABD’de geliştirildiği biçimiyle, kimlik politikasının amacı, sanki komünistler kadın sorununu veya millet/ırk sorununu hiç düşünmezlermiş gibi, kendisini alabildiğine yeni bir bilinç olarak takdim etmek amacıyla, söz konusu tarihi gömmektir. Bu sebeple, kimlik politikası üzerine kafa yoran teorisyenler, kibirli bir üslupla ve cahilce bir yaklaşımla bu tür sorunları ilk kez kendilerinin ele aldıklarını, bunun yanında, o kaba indirgemeci Marksistlerin ekonomik determinizmini aştıklarını iddia ediyorlar.[37] Dahası, bu kişiler, söz konusu sorunları sınıf mücadelesinin işlediği alanlar olarak görmek yerine, kimlik politikasını sınıf politikasına mani olacak bir tür takoz olarak kullanıyorlar. Sınıfı analizlerinin parçası kılacak bir adım attıklarında ise sınıfı yapısal bir mülkiyet ilişkisi meselesi yerine kişisel kimliğe indirgiyorlar. Dolayısıyla, görüngülere odaklanan, yüzeysel çözümler sunuyorlar, yani sosyo-ekonomik düzenin sosyalist dönüşümü üzerinden emekçilerin hayatla ev içi kölelik ve ırkçı aşırı sömürü üzerine kurulu ilişkilerini dönüştürmek yerine temsil ve sembolizm meselelerine odaklanıyorlar. Bu kimlik politikası teorisyenleri, sorunun köküne inemediklerinden, anlamlı ve sürdürülebilir bir değişime öncülük edemiyorlar.

Adolph Reed’in nüktedan diliyle ifade ettiği biçimiyle, kimlikçiler, mevcut sınıfsal ilişkilerin sürmesinden, ülkeler arasındaki emperyalist ilişkilerin devam etmesinden memnunlar. Bu tespitle birlikte, bir de ezilen gruplarının egemen sınıf içerisindeki temsiliyle meslek sahibi-yönetici katman arasındaki orana da bakmak gerekiyor.

Sınıf politikasının ve sınıfsal analizin Batı solundan sökülüp alınmasına sunduğu katkının yanında, kimlik politikası, solu belirli kimlik meseleleriyle ilgili, gerçek hayattan kopuk tartışmalar dâhilinde solun bölünmesi sürecine de önemli katkılar sundu. Ortak düşmana karşı sınıfın birliğini tesis etmek yerine kimlik politikası, emekçi halkı ve ezilenleri öncelikle belirli toplumsal cinsiyetlerin, cinsel kimliklerin, ırkların, milletlerin, etnisitelerin, dini grupların vs. üyesi olarak tanımlamaları konusunda teşvik etmek suretiyle, onları böldü ve kendince gasp etti. Bu bağlamda, kimlik politikasının dayandığı ideoloji, gerçekte daha derinde bir sınıf politikasıdır. O, işçileri ve ezilenleri daha kolay yönetmek için onları bölmeyi amaçlayan burjuvazinin politikasıdır. Dolayısıyla, emperyalizmin merkez ülkelerinde meslek sahibi-yönetici sınıf katmanının hâkim politikasının kimlik politikası olması, kimseyi şaşırtmamalı. Kurumlara ve bilginin dolaştığı ortamlara hâkim olan bu politika, Reed’in doğru bir yaklaşımla, “çeşitlilik endüstrisi” dediği alanda kariyer sahibi olmanın ana araçlarından biridir. Kimlik politikası, herkesi kendisini ait olduğu özel grupla tanımlamaya ve imtiyaz sahibi olduğu temsiliyet ilişkisi dâhilinde salt bireysel çıkarları peşinde koşmaya teşvik etmektedir.

Duyarcılık, aynı zamanda bazı insanları sağın kucağına atmak gibi bir sonuç da doğurmaktadır. Eğer hâkim politik kültür, rekabetçi bireycilikle birleşmiş bir kabile zihniyetini teşvik ediyorsa o vakit beyazların ve erkeklerin çeşitlilik endüstrisi üzerinden haklarından mahrum kaldıkları sürece karşı kendilerini sistemin “mağdurlar”ı olarak görmenin ürünü olan özel ajandalarıyla çıkmalarında şaşılacak bir yan bulunmamaktadır. Bu anlamda, sınıfsal analizden mahrum olan kimlik politikasını, sağcı hatta faşist dizilimlerden sorumlu tutmak gerekmektedir.

Son olarak şunu da belirtmem gerek: bu kimlik politikası, Lenin’in Avrupa solu içerisinde emperyalizmin ana ideolojik araçlarından biri olduğunu söylediği sosyal şovenizm ile Yeni Sol içerisinde ideolojik köklere sahip. Hedefe konulan ülkelerde böl-yönet stratejisi, dini, etnik, milli, ırki veya toplumsal cinsiyetle alakalı çatışmalar körüklenmek için kullanılıyor.[38] Kimlik politikası, aynı zamanda emperyalist müdahaleler ve iç siyasete karışma, ülkeyi istikrarsızlaştırma kampanyaları için dolaysız bir kılıf olarak da iş görüyor. Bu noktada, Afganistan’da kadınları özgürleştirme davasının arkasına saklanıyorlar, bu emperyalist politika dâhilinde Küba’da “ayrımcılığa” uğradığı söylenen Siyahi repçileri destekliyorlar, Latin Amerika’da “ekososyalist” Yerli adaylara arka çıkıyorlar, Çin’deki etnik azınlıkları “koruyorlar” ya da ABD imparatorluğunun kendisini ezilen kimliklere cömertçe yardım eden güç olarak takdim ettiği, herkesin bildiği propaganda temelli operasyonları yürütüyorlar. Semboller üzerine kurulu kimlik politikasının emperyalizme gerekli kılıfı sağladığı, onun sınıf mücadelelerinin maddi gerçekliğiyle bir bağının bulunmadığı görülmeli. Bu anlamda, kimlik politikası da nihayetinde bir sınıf politikasıdır: o, emperyalist egemen sınıfın politikasıdır.

Slavoj Žižek, bugün dünya genelinde solcu akademisyen çevrelerinde epey etkili olan, birçok tartışmaya sebep olmuş, itirazlarla yüzleşmiş bir isim. Onu neden “kapitalizmin saray soytarısı”[4] olarak nitelendiriyorsunuz?”

Žižek, emperyalist teori endüstrisinin bir ürünü. Michael Parenti’nin de ifade ettiği biçimiyle, kapitalist dünyada emekçi halkın istihdam, barınma, sağlık hizmeti, eğitim, sürdürülebilir çevre gibi konularla ilgili gerçek ve maddi mücadeleler vermek zorunda kaldığı koşullarda, gerçeklik, herkese o radikal yüzünü gösteriyor. Bu anlamda, halk radikalleşiyor, birçok insan, yüzünü Marksizme dönüyor, çünkü insanların üzerinde yaşadıkları dünyayı gerçek manada o izah ediyor, yüzleştikleri mücadelelerin anlamını o veriyor, net ve uygulanabilir çözümleri o sunuyor. Bu sebeple, kapitalizmin kültürel aygıtı emekçi ve ezilen halk kitleleri nezdinde Marksizme yönelik olarak oluşan ilgiyi ortadan kaldırmayı zorunlu görüyor. Bu konuda geliştirdiği, özellikle meslek sahibi-yönetici sınıfın üyelerini ve gençleri hedef alan taktiklerinde kültürel aygıt, Marksizmin temel özünü çarpıtan, alabildiğine metalaştırılmış bir versiyonunu reklâm ediyor. Böylelikle Marksizmi meta güdümünde olan toplumdan kurtuluşun kolektif ve pratik çerçevesi olmaktan çıkartıp, onu diğer her türden meta gibi alınıp satılan, moda hâline gelmiş bir markaya dönüştürmeye çalışıyor.

Žižek, böylesi bir proje için her yönden en uygun isim. O, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nde büyümüş antikomünist bir muhbir. Kendisinin de her fırsatta dile getirdiği biçimiyle, Batı’da kariyer sahibi olmak için çabalayan bir küçük burjuva aydın olarak edindiği öznel deneyim, bir şekilde ona sosyalizmin gerçek niteliğine dair tanıklıkta bulunma konusunda özel bir hak bahşediyor. Sosyalist Yugoslavya’daki deneyimlerine dair anlattığı kişisel hikâyeler, nesnel analizin yerini alıyor. Şan şöhret ve para arayışında olan bir oportünist olarak Žižek, kendi sosyalist vatanını bugün Batılı kapitalist ülkelerden aşağıda olan bir ülke olarak görüyor, çünkü (ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait bir yayın olan) Foreign Policy’nin dünyanın en önemli düşünürleri arasında gösterdiği Žižek, kendisine kariyer basamaklarını tırmanma fırsatı sunan Batılı kapitalist ülkelere hizmet etmeye mecbur.

Žižek, Sosyalist Yugoslavya’da sosyalizmin ortadan kaldırılması konusunda oynadığı rolü böbürlenerek anlatıyor. Kendisi, Yugoslav Komünist Partisi’nin CIA tarafından desteklenmekle suçladığı önde gelen muhalif dergi Mladina’nın [“Gençlik”] en önemli siyaset yazarlarından biriydi. Ayrıca Liberal Demokratik Parti’nin kurucularından olan Žižek, Slovenya’nın ayrılması sonrası yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde partinin adayı oldu ve seçim sürecinde “devletteki reel sosyalizme ait ideolojik aygıtın parçalanması sürecine somutta katkı sunma” sözü verdi.[40] Ufak bir oy farkıyla seçimi kaybeden Žižek, kapitalizmin yeniden tesis edilmesi sonrası işleyen, halkın büyük çoğunluğunu hayat koşullarının iyice kötüleşmesine sebep olan kapitalist şok terapisi süreci boyunca Sloven devletine ve iktidar partisine açıktan destek sundu. Kurucuları arasında bulunduğu, özelleştirme yanlısı parti, Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya girme fikrine destek sunan parti olarak, emperyalist kampla bütünleşme yönünde ilerleyen sürece katkıda bulundu.

Ben, bu Doğu Avrupalı liberali, “kapitalizmin saray soytarısı” olarak görüyorum, çünkü onun derdi Marksizmin “kuyruğuna teneke bağlamak”. Žižek, tam da bu sebeple, kapitalist toplum içerisinde hâkim olan güçlerin yoğun olarak desteklediği bir isim. O Marksizmi, kurtuluşun ve özgürleşmenin gerçek maddi mücadelelerden beslenen kolektif bilimi olarak anlamak yerine, oportünist bir yaramaz çocuğun küçük burjuva politik duruşundan ibaret olan, düşünsel hileye dayalı provokatif bir söylem olarak görüyor. Ondaki muziplik, haylazlık ve yüzüne geçirdiği “komünist” maskesi, burjuvazinin hoşuna gidiyor, ayrıca kısa süreliğine eğitimsiz kişilerin dikkatini çekiyor. Žižek, tıpkı bir soytarı gibi insanları bir yandan sinir etmeyi bir yandan da güldürmeyi meziyet hâline getirmiş bir isim. Bu becerisi, dijital çağda beğeni ve takipçi sayısına da yansıyor.

Žižek, aynı zamanda Hollywood’un genelde burjuva kültür aygıtının ürettiği ürünleri satma konusunda da iyi. Sermaye, bu kesesini süreç içerisinde dolduran düzenbazı epey seviyor. Tüm iyi soytarılar gibi o da saray adabının sınırlarını biliyor ve o adaba saygısı neticesinde reel sosyalizmi aşağılıyor, kapitalizme uyum fikrini satıyor, hatta doğrudan emperyalizme destek çıkıyor. Burjuva basınının bazen onu dünyanın “en tehlikeli aydını” olarak tanımlamasının nedeni, Žižek’in Marksizmin emperyalizmle mücadele ve sosyalist bir dünya inşa etme projesine zarar veriyor olması.

Nesnel düzlemde yukarı çıkma ile öznel planda sağa kayma arasındaki oranın doğruluğunun bir ispatı olarak Žižek, emperyalizme verdiği antikomünist destekle birlikte daha da gericileşti. Örneğin son dönemde Afrika’da yeni sömürgeciliğe karşı koyma çabalarıyla ilgili olarak şu türden bir yorumda bulundu: “Orta Afrika’daki ‘sömürgecilik karşıtı’ ayaklanmaların Fransız yeni sömürgeciliğinden daha kötü olduğu çok açık.”[41]

Son yaptığı açıklamalardan birinde ise bu sefer desteklediği devrim tipini resmediyordu. Nahil Merzuk’un polis tarafından katledilmesi sonrası 2023 yılının yaz aylarında Fransa’da yaşanan isyanları ele alan Žižek, ne zaman tutarlılığı olan bir laf etse illaki istifade ettiği Marksizme başvurdu ve gene önemli bir Marksist görüşü dile döktü. Ona göre, ayaklanmaların zafere ulaşabilmesi için örgütlü bir stratejiye ihtiyacı vardı. Bu strateji yoksa ayaklanmalar başarısız olurdu. Ardından da başarılı bir devrim konusunda şu örneği verdi: “Protestolar ve ayaklanmalar, ancak 2013-2014’te Ukrayna’da gerçekleşen Maidan ayaklanması gibi özgürlükçü bir vizyon üzerinden gerçekleştirildiği takdirde olumlu bir rol oynayabilir.”[42]

Oysa herkesin bildiği üzere Maidan ayaklanması, ABD ulusal güvenlik aygıtının kışkırttığı ve desteklediği faşist bir darbeydi.[43] Yani Žižek, esasında Samir Amin’in “Avrupai/Nazi darbesi” olarak nitelendirdiği emperyalizm destekli faşist bir darbeyi başarılı bir devrime yol açacak “özgürlükçü vizyonun olumlu örneği” olarak görüyordu.[44] Bu konum yanında, ABD-NATO’nun Ukrayna’da yürüttüğü vekâlet savaşına sadakatle verdiği destek, bize “dünyanın en tehlikeli aydını” olmanın ne anlama geldiği konusunda bir şeyler söylüyor: Žižek, komünist maskesi takan, esasında faşistlere hayran olan biridir.

ABD, uzun zamandır Batı’da liberal demokrasi modeli olarak görüldü. Oysa siz, Amerika’da demokrasi olmadığı düşüncesindesiniz.[45] Bu konuyla ilgili bakış açınızı izah edebilir misiniz?

Nesnel bir ifadeyle, ABD’de hiçbir zaman demokrasi diye bir şey olmadı. Bir cumhuriyet olarak kurulmuş olan ABD’nin tüm o kurucu babaları demokrasiye açıktan düşmandı. 1787’de Filedelfiya’da düzenlenen Anayasa Kongresi’nde alınan notları içeren Federalizm Belgeleri de ilkin yerleşimci koloniler üzerine kurulan maddi yönetişim pratiği de bu düşmanlığı açık bir biçimde ortaya koyuyor.

Herkesin bildiği gibi, Bağımsızlık Beyannamesi’nde “acımasız ve yabani Kızılderililer” olarak anılan, yerli nüfusuna da Afrika’dan getirilen kölelere de kadınlara da yeni kurulan cumhuriyette demokratik bir hak ve yetki verilmedi.[46] Aynı durum, sıradan beyaz işçiler için de geçerliydi. Terry Bouton gibi akademisyenlerin detaylarıyla ortaya koyduğu biçimiyle:

“Birçok sıradan beyaz erkek, neticede Amerikan Devrimi’nin kendi ülkülerini ve çıkarlarını asli hedef kılan hükümetler kurmadığını düşünüyorlardı. Bilâkis, bu kişiler, devrimin elitlerinin hükümeti kendi faydalarına olacak şekilde biçimlendirmiş, sıradan halkın bağımsızlığını ortadan kaldırmışlardı.”[47]

Her şeyin ötesinde Anayasa Kongresi denilen pratik, başkanı, yüksek mahkemeyi veya senatörleri halkın seçmesine izin vermiyordu. Tek istisna, temsilciler meclisiydi. Ancak burada da meclise girmek için gerekli vasıfları eyaletlerin yasama organları belirliyordu. Ülkede oy kullanma hakkına sahip olmak içinse mülkiyet sahibi olmak gerekiyordu.

Dolayısıyla, o dönem ilericilerin bu konuyu eleştirmelerine hiç şaşırmamak gerek. Örneğin Patrick Henry ABD’nin demokrasi olmadığını söylüyordu.[48] George Mason ise yeni yapılan anayasayı “özgür insanlar arasından despotik bir aristokrasi tesis etme konusunda ortaya konulmuş cesurca girişim” olarak nitelendiriyor, “dünyanın böylesine daha önce hiç tanık olmadığını” söylüyordu.[49]

Her ne kadar “cumhuriyet” terimi, o dönemde ABD’yi tanımlamak için yaygın olarak kullanılıyor olsa da bu durum, uyguladığı soykırım politikaları sebebiyle “Kızılderili Katili” olarak anılan Andrew Jackson’ın popülist bir başkanlık kampanyası yürüttüğü 1820’lerin sonlarından itibaren değişmeye başladı. Jackson, Massachusetts ve Virjinya’daki soyluların düzenine son veren sıradan Amerikalının kullandığı anlamıyla kendisini demokrat olarak takdim eden bir isimdi. Yönetişim tarzında hiçbir yapısal değişikliğin yapılmamış olmasına rağmen Jackson gibi siyasetçiler, elit kesimin diğer üyeleri ve onlara bağlı idareciler, “demokrasi” terimini cumhuriyeti tanımlamak için kullanmaya, bunun yanında, dolaylı olarak cumhuriyetin halkın çıkarlarına hizmet ettiğini söylemeye başladılar.[50] Bu gelenek devam edip bugüne dek geldi. Günümüzde “demokrasi”, oligarşik burjuva düzenini ifade eden bir örtmece olarak kullanılıyor.

Öte yandan, ABD’de iki yüz elli yıldır süren sınıflar mücadelesi dâhilinde demokratik güçler egemen sınıftan önemli tavizler kopartmayı bildiler. Bu süreçte seçmen kurulu feshedilmiş, yüksek mahkeme yargıçları ömürlerinin sonuna dek görevde kalma imkânından mahrum kalmamış olsa da, halk, senatörleri ve başkanı seçme imkânına kavuştu. Seçme hakkının kapsamı, kadınları, Afrikalı-Amerikalıları ve Yerli Amerikalıları kapsayacak şekilde genişletildi. Bunlar tabii ki savunulması, kapsamının genişletilmesi, tüm seçim ve kampanya sürecine yönelik, meselenin temeliyle ilgili demokratik reformlar üzerinden yorumlanması gereken kazanımlar. Fakat bunlar, önemli demokratik mevziler olsalar da onların plütokrasinin hâkimiyeti üzerine kurulu olan sistemi zerre değiştirmediklerini de görmek gerek.

Çok değişkenli istatistiki analizi temel alan oldukça önemli bir çalışmada Martin Gilens ve Benjamin I. Page, “ekonomi sahasının elitlerinin ve iş dünyasının çıkarlarını temsil eden örgütlü grupların ABD hükümetinin politikaları üzerinde somut etkilere sahip olduğunu, öte yandan, sıradan yurttaşların ve kitle temelli çıkar gruplarının hiçbir etkiye sahip olmadıklarını, olsa bile bu etkinin çok düşük düzeyde olduğunu” ortaya koydu.[51] Bu plütokrasi üzerine kurulu yönetim biçimi, sadece ülke içerisinde değil, uluslararası planda da işliyor.

ABD, kendisindeki iş dünyasını temel alan antidemokratik yönetim tarzını her yere dayatmaya çalıştı. William Blum’ın yoğun çalışmanın ürünü olan araştırmasına göre, İkinci Dünya Savaşı ile 2014 arası dönemde ABD ellinin üzerinde yabancı hükümeti devirmeye çalıştı ki bu hükümetlerin büyük bir kısmı iş başına seçimle gelmişti.[52] ABD, demokrasi değil, plütokratik bir imparatorluktur.

Ülkedeki plütokrasi biçimini ifade etmek için “burjuva demokrasisi”, “biçimsel demokrasi” ve “liberal demokrasi” gibi tabirler kullanılıyor. Bugün plütokratik düzende belirli biçimsel demokratik hakların var olduğu ve bunların emekçi halkın elde ettiği birer zafer olarak görülmesi, bu kazanımların öneminin hiçbir şekilde ufaltılmaması gerektiği tabii ki doğru ve bu gerçeği vurgulamak tabii ki kıymetli. Ama bir yandan da bizim nihayetinde, ABD’deki devlet üzerinde tesis edilmiş oligarşik kontrolü ve sınıf mücadelesiyle elde edilmiş önemli hakları da içerecek biçimde, yönetişim tarzlarının karmaşık yönlerini ele alacak diyalektik bir değerlendirme yapmamı gerekiyor.

Kaynak

Dipnotlar:
[36] Bkz.: Tita Barahona, “Judith Butler, la pope del ‘feminismo’ postmoderno, y su apoyo al capitalismo yanqui,” Canarias-semanal, 7 Nisan 2022, Semanal ve Ben Norton, “Postmodern Philosopher Judith Butler Repeatedly Donated to ‘Top Cop’ Kamala Harris,” 18 Aralık 2019, Bennorton. Türkçesi: İştiraki.

[37] Bu konuda benim “Critical and Revolutionary Theory” isimli makalemde Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya ve Nancy Fraser’a yönelttiğim eleştirilerime bakılabilir. Türkçesi: İştiraki.

[38] Stephen Gowans, Washington’s Long War on Syria (“Washington’ın Uzun Suriye Savaşı -Montreal: Baraka Books, 2017) isimli çalışmasında birçok güzel örnek sunuyor.

[39] Gabriel Rockhill, “Capitalism’s Court Jester: Slavoj Žižek,” 2 Ocak 2023, CounterPunch. Türkçesi: İştiraki.

[40] Youtube’da yayınlanan, 1990’daki seçim tartışmasına ait kayda bakılabilir: “Slavoj Žižek—1990 Election Debate in Slovenia,” 9:40, yüklenme tarihi: 18 Mayıs 2021, Youtube.

[41] Slavoj Žižek, “Why the West Will Keep Losing in Africa: Neocolonialism Is Giving Birth to a Wretched Authoritarianism,” 4 Eylül 2023, New Statesman.

[42] Slavoj Žižek, “The Left Must Embrace Law and Order,” 4 Temmuz 2023, New Statesman.

[43] Örneğin bkz.: Collon, Ukraine: La Guerre des images ve Pepe Escobar, “Why the CIA Attempted a ‘Maidan Uprising’ in Brazil,” 10 Ocak 2023, Cradle.

[44] Samir Amin’in tespiti şu şekilde: “Kiev’de gerçekleşen Avrupai/Nazi darbesi olarak nitelendirebileceğimiz olayı üç güç örgütledi. Bu üç gücün demokrasiyi savunduğunu ve onun tesis etmek için politikalar geliştirdiğini iddia eden Batılı medya kuruluşları yalan söylüyorlar.” [Samir Amin, “Contemporary Imperialism,” MR 67, Sayı. 3 [Temmuz-Ağustos 2015]: s. 23–36).

[45] Bkz.: Gabriel Rockhill, “The U.S. Is Not a Democracy, It Never Was,” 13 Aralık 2017, CounterPunch.

[46] Yayına Hz.: John Grafton, The Declaration of Independence and Other Great Documents of American History 1775–1865 (Mineola, New York: Dover, 2000), 8. Ayrıca bkz.: Roxanne Dunbar-Ortiz, An Indigenous Peoples’ History of the United States (Boston: Beacon Press, 2015) ve David Michael Smith, Endless Holocausts (New York: Monthly Review Press, 2023).

[47] Terry Bouton, Taming Democracy: “The People,” the Founders, and the Troubled Ending of the American Revolution (Oxford: Oxford University Press, 2007), 4.

[48] Yayına Hz.: Ralph Louis Ketcham, The Anti-Federalist Papers and the Constitutional Convention Debates (New York: Signet, 2003), 199.

[49] Yayına Hz.: Herbert J. Storing, The Complete Anti-Federalist, Cilt. 2 (Şikago: University of Chicago Press, 2008), s. 13.

[50] Her ne kadar bu genel çerçevesini kimi yönlerden sorunlu bulsam da kitabın üçüncü bölümünde dile getirdiğim iddialara dair somut deliller sundum: Gabriel Rockhill, Contre-histoire du temps présent: Interrogations intempestives sur la mondialisation, la technologie, la démocratie (Paris: CNRS Éditions, 2017). Çalışmanın İngilizcesi de mevcut: Counter-History of the Present: Untimely Interrogations into Globalization, Technology, Democracy (Durham: Duke University Press, 2017).

[51] Martin Gilens ve Benjamin I. Page, “Testing Theories of American Politics: Elites, Interest Groups, and Average Citizens,” Perspectives on Politics 12, Sayı. 3 (Eylül 2014): s. 564.

[52] Bkz.: William Blum, Killing Hope: US Military and CIA Interventions Since World War II (Londra: Zed Books, 2014), ayrıca “Overthrowing Other People’s Governments: The Master List”, WB.

0 Yorum: