Sosyalist
olmak, tek başına politik olmakla ulaşılabilecek bir şey değildir. Bu düzeyde
kalmanın teknik bir akılcılık ve pragmatizmle sonuçlanacağı bile söylenebilir.
Sosyalist olmak, erişilmesi gereken bir mertebedir; doğuştan verili değildir
elbet, erişmek için çabalamak gerekir ama bu çaba, sadece politik olmaktan
fazlasını içerir. Burada gerek politik, gerek etik, gerek sınıfsal, gerekse
ontolojik boyutları ile kozmik düzeyden siyasete, sınıfa, oradan da kişinin şahsiyet
inşasına ve edep-erkânına kadar uzanan bir süreç söz konusudur.
Pratik,
bu sürecin önemli bileşenlerinden biridir. Burada sözü edilen pratik, sadece
politik pratik değildir. Tek başına politik pratik, yine de pragmatizmden
kurtulamayabilir. Buradaki pratiği, daha geniş boyutları ile Melâmîliğin
pratik-ahlaki tutumu ile birlikte düşünmek yerinde olur.
İyiliklerinin
bile bilinmesinden kaçınmak, nefsini terbiye etmek, benlik davasından, her tür
makam-mevki-yükselme derdini geri plana atmak, zalimlere karşı Hakk adına
mücadelede her basamakta yer alabilmeyi kendi benliğine kabul ettirecek bir Melâmî
tutum, sosyalizmin temellenmesi için sağlam bir geleneksel arka plan
sunmaktadır.
Melâmîler,
İbn Arabi’nin tabiriyle, en kâmil ariflerdir.
Melâmîler,
doğru olduğunu düşündükleri mertebelerini yüceltmeden, ilahlaştırmadan umuma,
halka karışırlar. Onların makamı, halkın, umumun makamıdır. Müslümanca
sosyalistleşmek ve sosyalistçe Müslümanlaşmanın sırrı bu noktada gizlidir.
Çağımızda
bu edep ve erkân, maalesef unutulmuş, unutturulmuştur. Artık, farklı şekilleri
ile üstün olmak, farklı olmak, umumdan ayrı olmak, aklı ile, bilgisi ile
övünmek ve mertebe peşinde koşmak, her şeyi metalaştırmak, her şeye mülkiyet
ilişkileri açısından bakmak hâkimdir ve bu olumsuzluklardan sosyalist olduğunu
öne süren kişiler ya da gruplar da uzak değildir.
11
yıl önce başka âleme göçen Müslüm Baba, unutulan edep ve erkânı şarkılarında
hatırlatmaya çalışanlardan biriydi.
Doktriner
düzeyde, ideolojik ve teorik felsefi metinler bağlamında sosyalizme uzak
görünse de onun hatırlatmaya çalıştığı edep ve erkân, kozmik düzeyden politik
tutuma, mazlumdan, fukaradan yana olmaya, kişinin kendisine, yapıp ettiklerine,
konuştuklarına çekidüzen vermesine kadar etkilidir. Bu edep ve erkânın olmadığı
yerde kitabî, teorik sosyalistlik umuma karışmaktan, halkla bir olmaktan uzak
olacak; Fuzulî’nin deyimiyle, “taklit ile arif görünen ârif suretperest”
olmaktan öteye geçmeyecektir. Nitekim, bunca yıldır da geçememektedir.
İstidlâlî
akılsal yöntemle ve duyu verileri ile gerçeğin, Hakk’ın sadece kıyısına
gelinebilir. Bu kıyıya erişmek, gerçeğe yaklaşmak için gereklidir, ama yeterli
değildir. Hakikat metaforu olan okyanusa dalmadan, gerçek ile temas edilemez.
Bu temas, çokluk/madde âleminin “yalan” olduğunu, tek gerçeğin Hakk’ın kendisi,
ya da “Varlık”ın zatı olduğunu anlamaya kapı açar. Bu fark ediş, bu dünyadan
basitçe bir nihilist vazgeçiş değildir; bundan daha ötede anlamlara sahiptir.
Gazalî,
İbn Arabî, Şeyh Bedreddin gibi derinlikli kişiler de bunları hem kendi yaşam
öyküleri ve deneyimleri ile hem de teorik tarzda anlatmışlardır. Burada
vazgeçilen şey, şirkin kendisidir ve bu şirk, mal-mülk biriktirme sevgisi,
benlik tapıncı, kendi bilgisini yüceltme, kula kulluk gibi biçimlerde tezahür
eder. Bu dünyadan vazgeçiş, daha üst bir ilke adına yapılır. Hakk, bu üst
ilkeyi meydana getirir.
Wittgenstein’in
deyimiyle; “Dile getirilemeyecek olan (bana gizemli gelen ve dile getiremediğim
şey), dile getirebildiğim her neyse onun anlam kazandığı zemini sağlıyor belki
de.”
“Tanrı
istemezse yaprak düşmezmiş” diyen biri için “Kul günahkârsa Tanrı ne yapsın”
demek bir çelişki gibi görünüyor ilk bakışta ya da ilk dinleyişte... Ancak,
büyük sufi bilgelerin de anlattığı gibi, bu çelişki görünürdedir.
Hakk’ın
ilmi, potansiyel olarak her şeyi ayan-ı sabitede içerir. Bu sonsuz bilgi,
sonsuz bir an gibidir; insan için ise süreler vardır ve insanlar, o süreç
içinde iradeleri ile eylerler. Bu eyleyişler, ayan-ı sabitedeki arketiplerin
sonsuz potansiyeli içinden her birini fiile çıkarır her an. Aslında burada
eyleyen, bir yönüyle Hakk’ın kendisidir, ama bir yönüyle de değildir.
Bu
evrendeki her şey; insanlar, sınıfsal ilişkileri, iradeleri ve politik
tutumları da Hakk’ın tecellileri, tezahürleridir. Tıpkı Spinoza’nın bahsettiği
varoluş tarzları gibi...
Varlık’ın
her mertebesi kendisine uygun düşen eylemi yapar, Hakk açısından bakıldığında.
Bu düzeyde iman ile küfür arasında bir fark yoktur.
Ama
halk düzeyinde bu fark vardır ve mühimdir.
Tenzih
ve teşbihin gerilimli birlikteliğidir bu, İbn Arabi’nin dediği üzere...
“Ahlak ölçüleri ve
kuralları fiillerin Hakk’a değil, halka nispet edildiği mertebede geçerlidir.” [İbn
Arabi]
Bedreddin
der ki “Varolan her şey haktır. İyilik kötülük nispidir, izafidir ve varlık
mertebesinde aşağı indikçe ortaya çıkar.”
Hakk
düzleminde küfr ve iman ayrımı yok, ama halk düzeyinde yanlış ile doğruyu, iyi
ile kötüyü ayırt etmek gerekir.
Bir
de tabii ahlakî olarak kabul edilen ile Sünnetullah, yani doğa yasası arası
ayrım da var burada... Bu da son yıllarda çok unutulan bir şey, artan modernlik
ve bilimcilik, bilim tapınıcılığı ile birlikte...
Bir
şeyin doğada bir şekilde olması, o oluş şeklinin doğru ve insanlar için de
geçerli olduğu yanılgısını, çarpık düşüncesini oluşturdu son on yıllarda...
Popüler bilim yazıcılığı bu anlamda etkili oldu. Bütün sosyal ilişki ve çelişkileri nörobilime, evrimsel biyolojiye indirgeme yönünde kaba fizikalist, indirgemeci bir “maddeli idealizm” tutumu her yere hâkim olmaya başladı.
Ahlak,
sorumluluk gibi kavramlar, basitçe beyinsel ya da evrimsel süreçlerin
türevlerine indirgendi. Bu indirgemenin sadece bir yönüyle doğru olduğu, diğer
yandan, geniş toplumsal ilişkilerdeki öneminin bilimci tutumlar sonucu azaltıldığı
unutuldu, dikkatlerden kaçırıldı.
Oysa,
gelenek başka bir şeyden bahseder.
İlim
ile bilmek en alt düzeydir. Gereklidir ama yeterli değildir. İnsan onunla
yetinirse mevhumda takılır kalır, kendini tam bilemez, o yüzden hak olanı da
bilemez. Üstelik sadece ilim, zalimliğe götürür; kişiyi kendi kendine yeterli
zannettirerek azdırır, nefsini kuvvetlendirir, kibir verir.
“Kimine
aşk nedir anlatılmamış.” Aşk ya da Işk… Fuzuli diyor ya “Işk imiş her ne var âlemde/ilm
bir kil-u kal imiş ancak.”
Evrenin
varoluşunun, maddelerin oluşmasının temelidir. Kadın erkek arasi aşk, bunun bir
küçük modelidir sadece, bu sevgiden çocuk doğar, yani yaratma vasfının insana
tecelli eden çok küçük bir parçası... Hakk da yarattıklarını sever. Eğer bir
insanda sevgi yoksa ondan hiçbir şey olmaz.
Sevginin
küçümsendiği, aşk/ışk’ın cinselliğe, hedonizme indirgendiği ve tüketim çağının
sindirimine bırakıldığı; kentsel-dijital-cinsel-ekolojik dönüşümün yeni
kapitalizmin yakıtı ve motoru olarak tasarlandığı önümüzdeki dönemde insan
yaşamının her alanının, duygu ve düşüncelerin, sevgi ve merhametin bile metalaşmasına,
yozlaştırılmasına karşı durmanın yolu, kozmik düzeyden bireysel düzeye uzanan
edep ve erkânı hatırlamaktan, sosyalizmi Melâmî tavırla cem etmekten, tekniğin
kısırlaştırıcı niteliğine karşı Hakkı/Varlık’ı hatırlamaktan geçiyor.
Müslüm
Baba’nın şarkıları, bu anlamda bizlere bir “meselemiz” olması gerektiğini,
meselemizi “alın yazımız” gibi benimsememiz gerektiğini hatırlatan bir işlev de
görüyor. Tabii, derdi ve meselesi olanlar için...
Tevfik Ziya
3 Mart 2024
0 Yorum:
Yorum Gönder