03 Mart 2024

Müslüm Gürses ve Unutturulan Edep-Erkânı Hatırlamak


Sosyalist olmak, tek başına politik olmakla ulaşılabilecek bir şey değildir. Bu düzeyde kalmanın teknik bir akılcılık ve pragmatizmle sonuçlanacağı bile söylenebilir. Sosyalist olmak, erişilmesi gereken bir mertebedir; doğuştan verili değildir elbet, erişmek için çabalamak gerekir ama bu çaba, sadece politik olmaktan fazlasını içerir. Burada gerek politik, gerek etik, gerek sınıfsal, gerekse ontolojik boyutları ile kozmik düzeyden siyasete, sınıfa, oradan da kişinin şahsiyet inşasına ve edep-erkânına kadar uzanan bir süreç söz konusudur.

Pratik, bu sürecin önemli bileşenlerinden biridir. Burada sözü edilen pratik, sadece politik pratik değildir. Tek başına politik pratik, yine de pragmatizmden kurtulamayabilir. Buradaki pratiği, daha geniş boyutları ile Melâmîliğin pratik-ahlaki tutumu ile birlikte düşünmek yerinde olur.

İyiliklerinin bile bilinmesinden kaçınmak, nefsini terbiye etmek, benlik davasından, her tür makam-mevki-yükselme derdini geri plana atmak, zalimlere karşı Hakk adına mücadelede her basamakta yer alabilmeyi kendi benliğine kabul ettirecek bir Melâmî tutum, sosyalizmin temellenmesi için sağlam bir geleneksel arka plan sunmaktadır.

Melâmîler, İbn Arabi’nin tabiriyle, en kâmil ariflerdir.

Melâmîler, doğru olduğunu düşündükleri mertebelerini yüceltmeden, ilahlaştırmadan umuma, halka karışırlar. Onların makamı, halkın, umumun makamıdır. Müslümanca sosyalistleşmek ve sosyalistçe Müslümanlaşmanın sırrı bu noktada gizlidir.

Çağımızda bu edep ve erkân, maalesef unutulmuş, unutturulmuştur. Artık, farklı şekilleri ile üstün olmak, farklı olmak, umumdan ayrı olmak, aklı ile, bilgisi ile övünmek ve mertebe peşinde koşmak, her şeyi metalaştırmak, her şeye mülkiyet ilişkileri açısından bakmak hâkimdir ve bu olumsuzluklardan sosyalist olduğunu öne süren kişiler ya da gruplar da uzak değildir.

11 yıl önce başka âleme göçen Müslüm Baba, unutulan edep ve erkânı şarkılarında hatırlatmaya çalışanlardan biriydi.

Doktriner düzeyde, ideolojik ve teorik felsefi metinler bağlamında sosyalizme uzak görünse de onun hatırlatmaya çalıştığı edep ve erkân, kozmik düzeyden politik tutuma, mazlumdan, fukaradan yana olmaya, kişinin kendisine, yapıp ettiklerine, konuştuklarına çekidüzen vermesine kadar etkilidir. Bu edep ve erkânın olmadığı yerde kitabî, teorik sosyalistlik umuma karışmaktan, halkla bir olmaktan uzak olacak; Fuzulî’nin deyimiyle, “taklit ile arif görünen ârif suretperest” olmaktan öteye geçmeyecektir. Nitekim, bunca yıldır da geçememektedir.

İstidlâlî akılsal yöntemle ve duyu verileri ile gerçeğin, Hakk’ın sadece kıyısına gelinebilir. Bu kıyıya erişmek, gerçeğe yaklaşmak için gereklidir, ama yeterli değildir. Hakikat metaforu olan okyanusa dalmadan, gerçek ile temas edilemez. Bu temas, çokluk/madde âleminin “yalan” olduğunu, tek gerçeğin Hakk’ın kendisi, ya da “Varlık”ın zatı olduğunu anlamaya kapı açar. Bu fark ediş, bu dünyadan basitçe bir nihilist vazgeçiş değildir; bundan daha ötede anlamlara sahiptir.

Gazalî, İbn Arabî, Şeyh Bedreddin gibi derinlikli kişiler de bunları hem kendi yaşam öyküleri ve deneyimleri ile hem de teorik tarzda anlatmışlardır. Burada vazgeçilen şey, şirkin kendisidir ve bu şirk, mal-mülk biriktirme sevgisi, benlik tapıncı, kendi bilgisini yüceltme, kula kulluk gibi biçimlerde tezahür eder. Bu dünyadan vazgeçiş, daha üst bir ilke adına yapılır. Hakk, bu üst ilkeyi meydana getirir.

Wittgenstein’in deyimiyle; “Dile getirilemeyecek olan (bana gizemli gelen ve dile getiremediğim şey), dile getirebildiğim her neyse onun anlam kazandığı zemini sağlıyor belki de.”

“Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş” diyen biri için “Kul günahkârsa Tanrı ne yapsın” demek bir çelişki gibi görünüyor ilk bakışta ya da ilk dinleyişte... Ancak, büyük sufi bilgelerin de anlattığı gibi, bu çelişki görünürdedir.

Hakk’ın ilmi, potansiyel olarak her şeyi ayan-ı sabitede içerir. Bu sonsuz bilgi, sonsuz bir an gibidir; insan için ise süreler vardır ve insanlar, o süreç içinde iradeleri ile eylerler. Bu eyleyişler, ayan-ı sabitedeki arketiplerin sonsuz potansiyeli içinden her birini fiile çıkarır her an. Aslında burada eyleyen, bir yönüyle Hakk’ın kendisidir, ama bir yönüyle de değildir.

Bu evrendeki her şey; insanlar, sınıfsal ilişkileri, iradeleri ve politik tutumları da Hakk’ın tecellileri, tezahürleridir. Tıpkı Spinoza’nın bahsettiği varoluş tarzları gibi...

Varlık’ın her mertebesi kendisine uygun düşen eylemi yapar, Hakk açısından bakıldığında. Bu düzeyde iman ile küfür arasında bir fark yoktur.

Ama halk düzeyinde bu fark vardır ve mühimdir.

Tenzih ve teşbihin gerilimli birlikteliğidir bu, İbn Arabi’nin dediği üzere...

“Ahlak ölçüleri ve kuralları fiillerin Hakk’a değil, halka nispet edildiği mertebede geçerlidir.” [İbn Arabi]

Bedreddin der ki “Varolan her şey haktır. İyilik kötülük nispidir, izafidir ve varlık mertebesinde aşağı indikçe ortaya çıkar.”

Hakk düzleminde küfr ve iman ayrımı yok, ama halk düzeyinde yanlış ile doğruyu, iyi ile kötüyü ayırt etmek gerekir.

Bir de tabii ahlakî olarak kabul edilen ile Sünnetullah, yani doğa yasası arası ayrım da var burada... Bu da son yıllarda çok unutulan bir şey, artan modernlik ve bilimcilik, bilim tapınıcılığı ile birlikte...

Bir şeyin doğada bir şekilde olması, o oluş şeklinin doğru ve insanlar için de geçerli olduğu yanılgısını, çarpık düşüncesini oluşturdu son on yıllarda...

Popüler bilim yazıcılığı bu anlamda etkili oldu. Bütün sosyal ilişki ve çelişkileri nörobilime, evrimsel biyolojiye indirgeme yönünde kaba fizikalist, indirgemeci bir “maddeli idealizm tutumu her yere hâkim olmaya başladı.

Ahlak, sorumluluk gibi kavramlar, basitçe beyinsel ya da evrimsel süreçlerin türevlerine indirgendi. Bu indirgemenin sadece bir yönüyle doğru olduğu, diğer yandan, geniş toplumsal ilişkilerdeki öneminin bilimci tutumlar sonucu azaltıldığı unutuldu, dikkatlerden kaçırıldı.

Oysa, gelenek başka bir şeyden bahseder.

İlim ile bilmek en alt düzeydir. Gereklidir ama yeterli değildir. İnsan onunla yetinirse mevhumda takılır kalır, kendini tam bilemez, o yüzden hak olanı da bilemez. Üstelik sadece ilim, zalimliğe götürür; kişiyi kendi kendine yeterli zannettirerek azdırır, nefsini kuvvetlendirir, kibir verir.

“Kimine aşk nedir anlatılmamış.” Aşk ya da Işk… Fuzuli diyor ya “Işk imiş her ne var âlemde/ilm bir kil-u kal imiş ancak.”

Evrenin varoluşunun, maddelerin oluşmasının temelidir. Kadın erkek arasi aşk, bunun bir küçük modelidir sadece, bu sevgiden çocuk doğar, yani yaratma vasfının insana tecelli eden çok küçük bir parçası... Hakk da yarattıklarını sever. Eğer bir insanda sevgi yoksa ondan hiçbir şey olmaz.

Sevginin küçümsendiği, aşk/ışk’ın cinselliğe, hedonizme indirgendiği ve tüketim çağının sindirimine bırakıldığı; kentsel-dijital-cinsel-ekolojik dönüşümün yeni kapitalizmin yakıtı ve motoru olarak tasarlandığı önümüzdeki dönemde insan yaşamının her alanının, duygu ve düşüncelerin, sevgi ve merhametin bile metalaşmasına, yozlaştırılmasına karşı durmanın yolu, kozmik düzeyden bireysel düzeye uzanan edep ve erkânı hatırlamaktan, sosyalizmi Melâmî tavırla cem etmekten, tekniğin kısırlaştırıcı niteliğine karşı Hakkı/Varlık’ı hatırlamaktan geçiyor.

Müslüm Baba’nın şarkıları, bu anlamda bizlere bir “meselemiz” olması gerektiğini, meselemizi “alın yazımız” gibi benimsememiz gerektiğini hatırlatan bir işlev de görüyor. Tabii, derdi ve meselesi olanlar için...

Tevfik Ziya
3 Mart 2024

0 Yorum: