Mahir Çayan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mahir Çayan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mart 2024

, ,

Mahir Çayan ve Sömürge Devrimciliği

Devrimcilerin devrimcileşmesi,
kitlelerin devrimcileşmesi için belirleyici önkoşuldur.

[Rudi Dutschke]

 

Ülkedeki sosyalist hareketin 71 kopuşuna kadarki temel sorunlarından biri, pratikten alabildiğine kopuk oluşu, belli nedenselliklere saklanıp ya da bunları bahane edip, devrimci bir çıkış ve savaş bağlamı yaratma konusunda gerekli olan eylemlilik anlayışından uzak olmasıdır. 

Bu pasifist konumlanma sosyalist hareketin şehirlerde dar bir entelektüel çevrede sıkışıp kalmasına, Kemalist rejime soldan destek vermesine (kaldı ki Kemalistler, sosyalistleri hiçbir zaman müttefik görmediler) ve bu bağlamda, teorik olarak devrimci Marksist anlayıştan uzak, “burjuva solu” başlığı altında tarif edebileceğimiz bir tarzda var olmasına sebep olmuştur.

Sosyalist hareketin mevcut konumuna belli ölçülerde eleştirel bakan Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli gibi isimlerse teorisyenliğin ötesine, yani pratik bir savaşçılığa geçiş yapamamaları, teorilerinde de her ne kadar çatışmalı olsalar da TKP’den taşıdıkları sosyal şoven, pasifist yönleri tam anlamıyla aşamamaları, ikircikli bir durumda kalmalarına sebep olmuştur. 71’se sosyalist hareketin pasifist duruşunu gerçek anlamda kıran bir kopuş yaratmıştır.

71 kopuşunun önderlerinden olan Mahir Çayan, gerek ulusal bağlamdaki eylemleri uluslararası devrimci mücadelenin de bağlamı içine katabilmesi (Elrom eylemi üzerinden Filistin mücadelesiyle kurulan bağ) gerek Sibel Erkan’ın rehine alındığı eylemde olduğu gibi pasifizmin tüm söylemsel kategorilerinden sıyrılarak şiddeti her yönüyle devrimci pratiğin içine katması gerekse de dönemin uluslararası devrimci teorilerinin belli parçalarında bulunan kategorileri bütünsel bir devrimci teoride birleştirip derinleştirmesiyle (suni denge, şehir-kır gerillası diyalektiği, yeni sömürgecilik, evrim-devrim dönemlerinin iç içeliği) güçlü bir kuramsal ve pratik miras bırakmıştır.

Bu yazıda, Mahir Çayan’ın dönemsel olarak gelişim çizgisini ve bugün Mahir’in devrimci mirasını nasıl okumak gerektiğini ele alacağım.

Erken Dönem

Mahir Çayan’ın erken dönemi olarak 1969’da Türk Solu, sonrasındaysa Aydınlık Sosyalist Dergi’de olan ve 71’deki kopuşa kadar olan süreci değerlendirebiliriz. Bu dönem, Dev Genç’in militan ve çekirdek kadrosu olarak Mihri Belli etrafında konumlanan Mahir Çayan ve arkadaşları TİP’in pasifist, devrimciliği demokrasicilik mücadelesine indirgeyen barışçıl-parlamentarist geçiş anlayışına karşı devrimci bir şema yaratmaya çalışmışlardır. Ancak bu şema, yaşanılan ortamın doğası gereği, zaaflı doğmuştur. Bunun nedenleri şu şekilde sıralanabilir:

1. Hareketin sözcüsü konumundaki Mihri Belli’nin, Mao’nun tezlerinden esinle oluşturduğu ama içinde milliyetçi ve reformist zaaflar taşıyan MDD anlayışının yetersizliği;

2. Tarihsel olarak TKP’den kaynaklanan Kemalist-aydınlanmacı hastalıkların bünyede hâlâ varlığını sürdürmesi.

Mahir Çayan, ilk yazılarında TİP yöneticisi Sadun Aren ve Emek yazarlarından Kenan Somer ile tartışmalarında iki nokta üzerine yoğunlaşır. Birincisi, TİP’in sosyalist devrim tezi ve bu bağlamda Mahir’in “yanına alabileceği, tarafsızlaştırabileceği güçleri karşıya atmak olarak”[1] tanımladığı durumun etkisi üzerinedir. İkincisiyse sosyalist devrim tezinin barışçıl geçiş üzerinden ele alınmasıdır. Mahir, ikinci başlıkta devrimci bir çıkış kurmuş, emperyalizmin nükleer silâhlarda dâhil olmak üzere yoğun bir şekilde silâhlanmaya gittiği, üçüncü dünya halklarının kurtuluş iradesine karşı işgal politikalarını harekete geçirdiği, kendi içindeki demokratik hareketlere de faşizmi toplumsal alanda yeniden ortaya çıkartarak saldırdığı bir süreçte barışçıl geçişin bir hayalden ibaret olduğunu, Marx’ın on dokuzuncu yüzyıl İngiltere ve Amerika’sı için yaptığı analizlerin günümüzde hiçbir geçerliliği olmadığını net bir şekilde açıklamıştır.

Birinci başlık, yani “yana alınacak veya tarafsızlaştırılacak güçlerin karşıya atılması” bölümü ise içinde teorik zaaflar bulunduran bölümdür. Teorik zaafın nedeni, birincisi düşmanının dışsallaştırılması, ikincisi içte var olmayan bir sınıfa dair girilen beklentilerdir. Açarsak; düşmanın dışsallaştırılması, soyut bir antiemperyalizm ve bağımsızlık söylemi kurularak proletaryanın içteki tekelci burjuvaziye karşı bilinçlendirme noktasında eksik bırakılmasıdır.

TİP’in SD formülasyonu, ezilen halk kitlesi arasında ittifak ağını kurma noktasında eksiktir ama düşmanın somutlanması bağlamında daha nettir (buna karşılık, TİP gerekli mücadele hattını kurmaz). Mahir Çayan’ın ise antiemperyalist söylemi öncelik alması ve tekelci burjuvaziye vurgu yapmaması somut-pratikteki düşmanın üstünü kapamaktadır. Öyle ki Mahir; “fabrika işçinin, toprak köylünün” sloganındaki “fabrika işçinin” bölümünü önümüzdeki devrimin sloganı olmadığı için eleştirmektedir.[2] Bu tutum ise niteliği belirsiz küçük burjuvalar ve çekirdek hâlinde olduğu düşünülen “milli” burjuvazi için yapılmaktadır. Mahir’in erken dönemdeki MDD yazılarında anti-oligarşik bir söylemi oturtmaması eksik yönüdür.

Mahir’in küçük burjuvazi konusunu ele alışı ise Kemalizm tespitleriyle iç içedir. Bu tespitlerde ise tarihsel TKP’den kalan aydınlanmacı anlayışın yarattığı zaafların yansıması vardır. Mahir erken dönem yazılarında, Kemalizmin “sağ-sol diye metafizik bir ayrıma tutulmasını”[3] eleştirerek, Kemalizmin sağ-sol olarak ayrılamayacağını, Kemalizmin sol olduğunu ancak küçük burjuvazinin veya asker-sivil aydın zümrenin kendi içinde sağ-sol diye ayrılabileceğini belirtmiştir. Kemalizmi ise “küçük burjuva devrimciliğinin işgal altındaki bir ülkede emperyalizme karşı isyan bayrağı”[4] ve küçük burjuva milliyetçiliği olarak tanımlamıştır. Diğer yandan, Kemalizmin belirli bir iktisat politikası olmadığını, “emek ve sermaye arasında bocaladığını” söylemiştir.

Bu tespitlerle ilgili öncelikli olarak sondan başlarsak; Kemalizmin belirli bir iktisat politikası olmadığı doğru değildir. Kemalizm, İzmir İktisat Kongresi’nde ve sonraki yıllarda ortada olduğu gibi açık bir şekilde kapitalizmin inşasından ve sermayeden yana konum almıştır. 1923-32 arasında sermayenin kendi eliyle gelişimini beklemiş, otuzlu yıllardaysa devletin kapitalist gelişime aktif bir şekilde dâhil olmasıyla sermayeyi güçlendirmeye çalışmıştır. Otuzlu yıllarda işletilen devletçi politikaların emekten yana konum almak ya da bocalamak değil, sermaye birikim sürecini devlet kredileri ve yatırımları eliyle hızlandırma gayesiyle alakası vardır. Kemalizmin bu süreçte 1927’de Adana-Nusaybin Demiryolu grevinde Fransız şirketine direnen işçilere ateş açarak yaptığı saldırı, 1 Mayıs yasakları, devrimciler üzerinde oluşturduğu baskılar da sınıf karakterini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Kemalizmin küçük burjuva devrimcisi olduğu ve antiemperyalistliği konusunu da ele alırsak; Kemalizm küçük burjuva devrimcisi değil reformisttir. Kemalizmin ne üretim ilişkileri ne de politik iktidar düzleminde gerçekleştirdiği devrimci bir dönüşüm vardır. Üretim ilişkileri açısından bakarsak; 1923’den çok önce burjuvazi üretim ilişkilerinde egemen konuma gelmişti. Cumhuriyetle birlikte burjuva üretim ilişkileri daha da geliştirildi. Politik iktidar açısından bakarsak; 1908’de gerçekleşen İkinci Meşruiyet (bir devrim aranıyorsa buraya bakılmalı) ve sonrasında Bab-ı Ali baskınıyla zaten burjuvazi politik iktidarı da ele geçirmiş, feodal Osmanlı hanedanının varlığı sadece simgesel konuma düşmüştü. 1923 ile birlikte bu simgesel olgu kalkıp, fiili olan resmileşti. Ama niteliksel bir değişim olmadı bu.

Dolayısıyla Cumhuriyet, Marksist tarihsel okuma açısından burjuvazinin reform sürecidir. Devrim değil. Kemalistler de bu burjuva reform sürecinin yürütücüleri olmuşlardır. Devrimci değil reformist oldukları gibi, muğlak bir tanım olan küçük burjuvayla değil, doğrudan burjuva karakterleriyle tanımlanmalıdırlar.

Mahir de erken dönem yazılarının aksine, son dönem yazılarında bu yönde bir yenileme yapmıştır zaten: “1919-23 harekâtı reformist burjuvazinin harekâtıydı.”[5] Ancak bu tespitine rağmen Cumhuriyet’i devrim olarak tanımlamaya devam etmiştir. Antiemperyalizm meselesine gelirsek; Kemalizm antiemperyalist değil, tam tersi, savaşın ortalarından itibaren emperyalizmle uzlaşarak ülkenin yeniden sömürgeleşmesinin yolunu açandır. Emperyalist bir dönemde kapitalizmin ulusal ekonomileri ortadan kaldırıp tüm ekonomileri küresel olarak bütünleştirdiği bir çağda kapitalist yolu seçmek yeniden sömürgeleşmeyi kabul etmekti, öyle de oldu. Dolayısıyla emperyalizm çağında Kemalizme “milli burjuva” sıfatı biçmek, kapitalizmin olduğu bir ülkede bağımsızlık ve milli ekonomi aramak gerçekçi değildir.

Son olarak, Kemalizmi “antiemperyalizm (milli kurtuluşçuluk)” ve “laiklik” ekseninde okuyup bu payeler üzerinden sol bir rol biçmek, dar bir bakış açısıdır. Kemalizm, yukarıda açıkladığımız gibi, antiemperyalist değildir. Laik olması ise onu solcu yapmaz. Kürdistan’da yürüttüğü işgal politikaları ve katliamlar, Dersim soykırımlarıyla sömürgeci bir iktidardır Kemalizm. Bunun yanında, yoksul köylüler, işçiler ve sosyalistler üzerinde daimi bir baskı politikası yürütmüştür. Bu nedenlerle Kemalizm, başından beri emperyalizme bağımlı, sömürgeci ve faşist bir iktidar olarak var olmuştur.

Birçok noktada tarihsel TKP ve TİP’in düzene bağlanan bakış açısından bir kopuş gerçekleştiren Mahir, Kemalizm konusunda bunu yapamamıştır. Mahir’in yarım bıraktığını İbrahim Kaypakkaya tamamlar. Yine de THKP-C’yi ve genel olarak 71’i devrimci öznelerin ilk kuruluş süreci olarak okursak, içinde eskiden kaynaklı birtakım zaaflar taşınması normaldir. Bunu geliştirmesi gerekenler, onların mirasını bayrak alanlardır.

Bu zaafların olabileceğini Mahir de açıkça belirtmiştir.

“Bu hareket, revizyonizmin uzun yıllar etkin olduğu bir ortamda yeşermiş, gelişmiş ve güçlenmiştir. O yüzden işler ne kadar sıkı tutulursa tutulsun, başlangıçta, şu veya bu ölçüde, bu ortamın izlerini içinde taşıyacaktır. Tersini düşünmek idealizmdir. Bu kalıntılar, savaş içinde, savaşıla savaşıla atılacaktır.”[6]

71 Kopuşu: Devrimciliği Netleştirme

71’le birlikte pratik ve teorik kopuş net olarak sağlanır. Mihri Belli’ye dair mücadele yöntemi konusunda legalite ve şehri esas alması, örgütsel bağlamda Menşevik demokratizmden kopamaması ve bunların sonucu olarak, küçük burjuva zümrelerden (askeri darbe) beklentilerle, devrimcilikten uzak bir proletarya söylemi arasında yalpaladığı konusunda eleştiri getiren Mahir, devrimci bir çıkışın oluşumuna önderlik eder. Pratikte, THKP-C’nin kurulumu ve şehir gerillası eylemleri başlarken, teorik olarak da geliştirilen yeni kavramsallaştırmalarla devrimciliğin teorik olarak dayanacağı zemin kurulur. Bunu, Mao ve Che’de bulunan teorinin bağımsız bir alandan çıkarılıp devrimci politikaya zemin hazırlaması için kullanılan bir şematizme olumsal anlamda dönüştürülmesi olarak değerlendirebiliriz.

Bu dönüşümde ilk somutlanan düşmanın dışsallıktan çıkarılmasıdır. MDD tezinde bulunan “milli burjuvazi” kavramsallaştırması terk edilmiş, emperyalizmin üçüncü bunalım döneminde geliştirdiği yeni sömürgeci metotta feodal sınıfların yerine yerel tekelci burjuvaziyi hâkim kıldığı ve bu sınıf üzerinden kurulan ekonomik ağla emperyalizmin ülkenin en ücra köşelerine ulaşarak içselleştiği belirtilmiştir.[7]

Sonuç olarak, antiemperyalist ve antifeodal devrim söylemi ile çelişkiyi doğrudan emperyalizm ile halk arasında alarak düşmanı dışsallaştıran söylem terk edilmiş, düşmanı içselleştiren ve somutlayan “baş çelişkinin oligarşi ile tüm halk arasında olduğu” tespiti yapılıp, emperyalizm oligarşinin içinde yer alması üzerinden karşıtlaştırılmıştır.[8]

Düşmanı ve savaşılacak hedefi oligarşi ve onun kolluk kuvvetleri üzerinde somutlayan Mahir Çayan, emperyalizmin içselleşip, gizli işgal altında tuttuğu bir ülkede oligarşi ve emperyalizmin kitleler nezdinde gerçek yüzünü ortaya çıkaracak, yani suni dengeyi dağıtacak yegâne olgunun silâhlı propaganda olduğunu söylemiştir. Silâhlı propaganda, Osmanlı’dan beri var olan ve Cumhuriyet döneminde tek parti diktasıyla pekiştirilen merkezî devlet otoritesini sarsarak devletin tanrısallığını yok edecek, diğer yandan, devrimcilere propagandalarını yapma ve gerçekleri açıklama yolunda silâhların sarsıcı etkisiyle normalde ulaşabilecekleri toplumsallıktan çok daha fazla alan açacaktır. Silâhlı mücadelede öncü savaşın şehirde başlatılarak, devamında kıra geçişin yapılacağı diyalektik yöntem, evrim-devrim aşamalarının reddedilerek devrimciliğin doğrudan inşa edilmesi, emperyalist kapitalizmin bir yandan sosyalist kamp, diğer yandansa bilişsel devrimin etkisiyle ABD öncülüğünde yaşadığı bütünselleşme ve yeni sömürgecilik, kökeni batı yeni solunda bulunan Mao ve Che’nin de kullandığı kitlelerin ekonomik ve ideolojik hegemonya üzerinden pasifleştirildiği “Suni Denge” kavramı ve Gramsci-Althusser’den esin taşıyan hegemonya anlayışı üzerinden Mahir Çayan, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemine özgü anti-sömürgeci bir kuramı inşa etmiştir. Mao’nun devrimci kuramı, devrimci politikayı verili anda var edebilmek için kullanması gibi, o da bu kuramını devrimci sıçramayı var etmek için kullanmıştır.

Çayanist Kurama Bugünden Bakmak

Çayanist kuram, açtığı temel başlıklarda bugünün devrimcileri için (halk savaşı, suni denge, silahlı propaganda, emperyalizmin içsel bir olgu olması) yol göstermeye devam etmektedir. Halk savaşına giden yolda Latin Amerika devrimcileri ve Carlos Marighella’dan esinlenerek şehirlerde başlatılan öncü savaşı ve silâhlı propagandayı ekleyen ama halk savaşının gerçekleşeceği asıl alan olarak kıra işaret eden Mahir Çayan’ın çizgisini bugünün sömürge devrimcileri Nikaragua devrimi, El Salvador ve Kuzey İrlanda iç savaşları deneyimlerinde görüldüğü üzere, kentin çeperlerinin halk savaşının gerçekleşeceği asıl mevzi olarak geliştirebilmelidir. Suni denge kavramı, günümüzde yaşanan tüm adaletsizliklere ve sömürüye rağmen insanların neden bunlara karşı harekete geçmediği, silâhlı propaganda ise bu bağlamda insanları harekete geçirecek, devletin kitleler üzerinde baskı ve ideolojik aygıtlarıyla kurduğu hegemonyayı kırabilecek bir gerçeklik olarak varlığını korumaktadır.

Emperyalizmin içsel bir olgu olması ve yeni sömürgecilik kavramsallaştırmaları da günümüzde emperyalizmin emtia, eşya, tüketim nesneleri, teknolojiyi kullanım biçimi ve ideolojik şekillendirmeler üzerinden kurduğu uluslararası sömürgeci ağ, bu sömürgeci ağın ortak mekanizmaları ve içsel çatışmalarının sınırlarını kavramak açısından hâlâ işlevselliğini korumaktadır.

Sonuç olarak;

Mahir Çayan’ın geliştirdiği sömürge devrimciliği pratik ve kavramsallaştırmalarıyla bugün Kürdistan’da kırılan suni denge ve örgütlü mücadelenin çok gerisine düşmüş TDH açısından yeniden incelenmeyi ve devrimci bir bağlamda geliştirilmeyi gerektirmektedir. Gerek pratikte Elrom eylemi gibi silâhlı propaganda açısından etkili eylemler ve bunların suni dengeyi kırmadaki rolü gerekse de teorik olarak emperyalizmin altmışlarda girdiği yeni evreyi okuyarak geliştirilen çözümlemeler devrimciler açısından bir başlangıç özelliğini korumaya devam etmektedir.

Bekir Sami Paydak
2 Nisan 2017

Dipnotlar:
[1] Mahir Çayan, Toplu Yazılar, s. 22.

[2] A.g.e., s. 25.

[3] A.g.e., s. 112.

[4] A.g.e., s. 111.

[5] A.g.e., s. 329.

[6] A.g.e., s. 192.

[7] A.g.e., s. 286.

[8] A.g.e., s. 289.

30 Mart 2023

,

Devrim Yapma Cesareti


“Savaşçı” veya “barışçı yol” Marksizmin meselesi değildir. “Savaş veya barış ikilemi, marksistlerin değil, revizyonistlerin meselesidir.”

Marksizmin ustalarına göre, ister parlamenter eylem içinde olsun ister olmasın, Marksist bir partinin kudreti ancak belli bir noktaya çıkar, ondan sonra partinin gücü donmuştur. Hatta partinin pasifistliği nedeni ile yığınlar partiden uzaklaşabilir. Bu nedenle “parlamenter eylem içinde bulunan bir Marksist parti, hiçbir zaman oyların çoğunluğunu alamaz” dersek, herhalde kehanette bulunmuş olmayız.

Marksistler bu gerçeği bildikleri için öyle “barışçıl geçiş”, “oyların %51’i” vb. ile kafa yormazlar. Marksistler için tek şey önemlidir; Konjonktürün, yani belirli bir toplumda, tarihin belirli bir anında, sınıflar ve güçler ilişkisinin kendileri için elverişli olup olmamasıdır.

Marksist literatürde son derece önemli olan bu kavram üzerinde, soruna -tartışmamıza- nihai düğümü atacağı için biraz durmak gerekiyor.

Bay Somer’in, Emek dergisinin beşinci sayısındaki “Marksist İlkeleri Nerede Bulacağız” çevirisinde, yazının sahibi ünlü Marksist düşünür Louis Althusser tarafından Lenin’in bu kavramının Marksistler için ne kadar önemli olduğu belirtilmektedir.

Althusser:

“Ve eğer Marx ve Engels’ten sonra meydana gelmiş en büyük teorik olayların izi bulunmak istenirse, bunları Lenin’in teorik metinlerinden çok, siyasi metinlerinde aramak gerekir. Lenin’in en derin ve en verimli teorik bulguları, her şeyden önce siyasi metinlerde, yani onun siyasi pratiğinin ‘özetini’ teşkil eden şey içinde saklıdır. Sadece bir tek örnek vermiş olmak için, şunu söyleyeyim: Lenin’in siyasi metinleri (durumun ve durumdaki değişmelerin tahlilleri, alınan kararlar ve bunların sonuçlarının tahlilleri vb.) göz kamaştırıcı bir ısrarla, bize son derece önemli teorik bir kavram verir: ‘aktüel uğrak ya da ‘konjonktür’ kavramı. Lenin’in Marksist bir partinin eylemi içinde bu partinin mücadelesini yönetmek için üretmiş bulunduğu bu kavram (ya da ilke) sadece tarihi materyalizm için değil […] diyalektik materyalizm için de temel bir Marksist ilkedir. […] Bu ilkenin Lenin’in siyasi yapıtlarından çıkartılması düşünülmeksizin pratik durumda kaldığı da maalesef bir başka gerçektir. Teorik bir hazine şuracıkta, el altında Lenin’in siyasi yapıtlarında gizliydi, ama kimse ‘keşfedemedi’ bu hazineyi ve kısır kaldı.”

demektedir.

Görüldüğü gibi, Althusser, bu kavramın Marksizm-Leninizm için bir hazine olduğunu söylemektedir.

Tabii, siz bay Somer, bu çevirinizden bir şey anlamadınız. Eğer anlasaydınız, yaptığınız tahrifatın anlaşılacağını düşünerek, Lenin’in taktik ve şiarlarını Lenin’i Dühring’in düzeyine indirgeyen bir biçimde yorumlamaktan kaçınırdınız. Bu “konjonktür” kavramının ne anlama geldiğini merak edip araştırsaydınız, “Barışçı veya savaşçı yol” ikileminin Marksizme ait olmadığını görürdünüz.

Kısaca özetlersek; “politik konjonktür” veya “aktüel uğrak” kavramı, belli bir toplumda, tarihin belli bir anında o toplumdaki sınıflar ve güçlerarasındaki kuvvet dengesinin objektif durumu” anlamına gelir.

Bir örnekle, bu kavramı iyice somutlaştıralım. Örneğin Frasa’nın bugünkü iktisadi gelişme düzeyi (objektif şartlar) bir proletarya devrimi için olanaklıdır. Ancak Lenin’in “ihtilalci bunalım” diye belirttiği bir kriz olmadan, bu ülkede proletarya devriminin olabilmesi olanaksızdır. (Subjektif şartların hazır olması gerekir.) Ve 1968 Mayısına kadar, Fransa’da proletarya devrimi için uygun bir ortam yoktu. Fakat 1968 Mayısında, spontane olarak başlayan ve anarşist Cohn Bendit’in geliştirdiği öğrenci hareketleri, bir anda on milyon işçiyi sokağa döktü; işçiler fabrikaları işgal ettiler, kızıl bayraklar astılar vb.

İşte “Aktüel Uğrak”, Lenin’in ünlü kavramı.

Bilindiği gibi, ani bir kıvılcım, subjektif şartlar oluşturdu ve Fransa’yı devrimin eşiğine getirip bıraktı. Fakat Fransız Marksist partisi, böyle bir uğrağın bir daha hiç gelmemezcesine  -kısa bir zaman dilimi içinde- gidişine seyirci kaldı, pasif kaldı.

Partinin pasifliğinin bir sonucu olarak, ayaklanan, fabrikaları işgal eden işçi kitlelerinin umutları hayal kırıklığına dönüşürken, de Gaulle iktidarı da içinde bulunduğu panikten kurtularak, yığınların bu hayal kırıklığından yararlanarak duruma hâkim oldu.

İşte bu pasif tavır, Marksist ustalara göre, gerçekte, eylem için yeteneksizliğin ve de korkaklığın maskesidir. Yine Marksist ustalara göre, devrimcilerle oportünistleri ayıran temel kriter, nihai olarak “devrim yapmaya”, “harekete geçmeye” cesaret edip etmemede düğümlenmektedir.

Lin Piao, bunu açıkça belirtmektedir:

“Son çözümlemede mesele, devrim yapmaya cesaret edip etmeme meselesidir. Bu gerçek devrimcileri ve Marksist-Leninistleri sahtelerinden ayırt eden en şaşmaz mihenk taşıdır.”

Mahir Çayan
[Türk Solu, 19 Ağustos 1969, Sayı. 92., s. 11.]
Kaynak

05 Mart 2011

, ,

Fidel-Guevara ve Küba Deneyi


Fidel-Guevara ve Küba Deneyi Karşısındaki Tavrımız

 

Yeni oportünizm, Küba devrimi deneyi karşısında şaşkın ördek gibidir. Kimilerine göre Küba, sosyalist bir ülke değildir. Küba’da devrim olmamıştır. Bazılarına göre de, “evet Küba’da devrim olmuştur ama bu, dar deneyci bir anlayışın tesadüfî sonucudur”. [Bkz. H. Berktay, Proleter Devrimci Aydınlık, Sayı: 16, s: 327) Ve bunlara göre eğer Amerikan emperyalizmi uyanık davranmış olsaydı, bu devrim olmazdı! “Gerek Küba hâkim sınıflarının ve gerekse Amerikan emperyalizminin uykuda olmasından gelen koşullarda Küba tecrübesi başarıya ulaşmıştır.” (H. Berktay, P. Devrimci Aydınlık, Sayı: 16, s: 326) Yani bunlara göre Küba devrimi mucizevî bir olgudur. İşte, sergilenen bilimsel sosyalist düşünce(!), daha doğrusu katledilen Marksizmin diyalektiği!

Metafizikçi, devrimleri tesadüf ve mucizelerle açıklar. Onun için örneğin, Fransız burjuva devrimi bir tesadüftür. Fransız devrimi, metafizikçi tarafından XVI. Louis’nin zayıf ve yumuşak bir insan olmasıyla açıklanır. “Güçlü bir insan olsaydı, devrim olmazdı” der. Hatta ona göre “Varennes’de XVI. Louis yemeğini kısa kesseydi, yakalanmaz ve tarihin akışı değişirdi.”[1] Oysa bilimsel sosyalist anlayışta mucize ve tesadüf açıklamalarına yer yoktur. Mucize ve tesadüf, Lenin'in deyişiyle, “ne tabiatta ne de tarihte vardır.” İşte biçimle özü birbirine karıştıran, öz yerine biçimde kesinkes ilkeler arayarak dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmaya kalkanların teoride sonu, metafiziğin bataklığında kulaç atmaktır!

Bilimsel sosyalist dünya görüşü, Küba devrimini Amerikan emperyalizminin ve Küba hâkim sınıflarının bir anlık gafleti ile açıklamaz. Küba tecrübesinin başarıya ulaşması dünya kapitalizminin bugünkü durumu ile ilgilidir.

Lenin, Küba gibi sömürge bir ülkenin bir sıra iç devrimlerle sosyalizme geçmesinin ilk etabı olan anti-emperyalist savaşı kazanabilmesi için şu üç şartın var olmasını önermektedir:

“Ezilen bu ulusların ahalisinin önemli bir kısmının çabalarının koordinasyonu... veya uluslararası durumun özellikle uygun olması (örneğin emperyalistlerin müdahalesinin zayıf düşmesi, aralarındaki bir savaş ve kendi çelişmeleri vs. sebebiyle felce uğraması) veya büyük devletlerden birinin proletaryasının aynı anda burjuvaziye karşı koyması gereklidir.”[2]

Bugünkü emperyalizmin III. genel bunalım döneminin ayırt edici özelliği, bütün bu etkenlerin bir araya gelmiş olmasıdır. Dünyanın üçte biri sosyalisttir. Ezilen uluslar, her geçen gün emperyalizme öldürücü yumruklar indirmektedir. Dünya, sürekli altüst oluşlar içindedir. Artık dünya kapitalizmi son nefesini vermektedir. Küba devrimi, ne dar deneyci bir anlayışın tesadüfî bir sonucudur ne de mucizevî bir olaydır. Küba devrimi, can çekişen emperyalizmin zorunlu bir sonucudur!

Küba devrimini Amerikan emperyalizminin önleyebilmesini mümkün görerek “Amerikan emperyalizmi uyanık davransaydı, bu devrim olmazdı” diye açıklamak, revizyonizmin ta kendisidir.[3] Bu, emperyalizmin “her şeye kadir” olduğunu söylemek, dolayısıyla stratejik planda onu (emperyalizmi) gözde büyüterek dünya halklarının, özellikle Latin Amerika halklarının devrimci mücadelelerinin zaferine inanmamaktır! İşte pasifizm ve pasifizmin ideolojisi budur!

Tesadüfler ve mucizeler ve de sol oportünistler, Marksizm-Leninizm hazinesini derinleştirmezler. Oysa Küba tecrübesi ve onun önderleri, Marksizm-Leninizm hazinesini derinleştirmiş ve zenginleştirmişlerdir! “Sen halk savaşından yana mısın, yoksa gerilla savaşından mı” diyerek saçma sapan bir ikilem ortaya atan yeni oportünizme göre, Küba’da halk savaşı hiçbir zaman olmamıştır. Oysa gerilla savaşı, halk savaşının ilk iki aşamasının temel mücadele şeklidir.

Biz, “kahraman Küba halkı, bir halk savaşı vererek Milli Demokratik Devrimi yapıp sosyalizme geçmiştir” diyoruz. Ve Küba deneyi, Fidel Castro ve Che Guevara hakkında görüşlerimiz açıktır: Şimdi Ekim ihtilâlinin deneyine ilaveten, Çin'de, Doğu Avrupa Sosyalist ülkelerindeki, Kore, Vietnam ve Küba’daki devrimci deneyler mevcuttur. Bu ülkelerin muzaffer devrimcileri, Marksizm-Leninizm ve Ekim ihtilâlini zenginleştirmiş ve geliştirmiştir. Çin’den Küba’ya kadar bütün bu devrimler, istisnasız silâhlı mücadele ile ve silâhlı emperyalist saldırısına ve müdahalesine karşı savaşmakla kazanılmıştır. Küba halkının silâhlı ayaklanması 1953 yılında başlamıştır. Amerikan emperyalizmi ve Küba’daki kuklası Batista’nın yönetimini devirmeden önce iki yıldan fazla bir devrimci halk savaşı vermiştir. [China in Revolution, History, Documents and Analysis, Yayına Hz.: Verasimons, s: 404-5. 31 Mart 1964’te yayınlanan SBKP Merkez Komitesinin açık mektubu üzerine Çin KP’nin yorumu]

Evet, Küba Devrimi Marksizm-Leninizm hazinesine büyük bir katkıdır. Ve Küba devriminin muzaffer proleter devrimcileri olan Fidel Castro, Che Guevara ve arkadaşlarından bizim gibi yarı-sömürge ülke Marksistlerinin öğreneceği pek çok şey vardır. Çünkü biz, Marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye'sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!

Küba sosyalist devriminin muzaffer proleter devrimcilerine “küçük-burjuva devrimcileri”, “sol oportünistler” demek, ihanetin, oportünizmin ta kendisidir. Ve bu görüşü saflarımızda yaygınlaştırmaya çalışanların kişiliklerinden bütün Türkiyeli proleter devrimcileri şüphe etmelidir.

“Proleter Devrimci” Aydınlık’ın eyyamcı yazarı, bizim “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” yazısında Fidel Castro’ya atıfta bulunmamızı eleştirmektedir. [Bkz. Ş. Alpay, P. D. Aydınlık, Sayı:17, s: 366] Biz, daima Marksizm-Leninizm hazinesine katkısı olan muzaffer proleter devrimcilerine atıfta bulunduk ve her zaman da bulunacağız.[4] Yeni oportünizmle aramızdaki küçücük(!) fark da burada ya! Onlar, Amerika’nın sözde devrimcileri kampüs “Mao”istlerine, biz ise Marksizm-Leninizm hazinesini geliştiren muzaffer devrimcilere atıfta bulunuyoruz!

Latin Amerika’daki proleter devrimci çizgi hakkında son derece önemli bir sorunu da bu bölümü bitirmeden açıklayalım. Şu iki hususun özellikle karıştırılmaması gerekir:

Bütün Latin Amerika ülkelerinin “sanayinin geri kalmışlığı ve tarımın feodal karakteri” ortak özellikleri olduğunu belirterek, “anti-emperyalist mücadelede, halkın çok büyük çoğunluğunu, işçi sınıfının, köylülerin, aydınların, küçük-burjuvazinin ve ulusal burjuvazideki en ilerici tabakaların çıkarları yönünde bir kurtuluş programı üzerinde birleştirmemiz gerekmektedir.” (ikinci Havana Deklarasyonu'ndan) diyerek, bütün Latin Amerika ülkelerinin önlerindeki devrimci adımın Milli Demokratik Devrim olduğunu söyleyen Fidel Castro ve arkadaşları ile Milli Demokratik Devrim stratejisinin geçerliliğini üretim ilişkisi olarak feodalizmin varlığına bağlayarak, Latin Amerika ülkelerinde “tarımda azgelişmiş kapitalizm hâkimdir ve de milli burjuvazi yoktur” diyerek, bu ülkeler için sosyalist devrim stratejisini öneren A. G. Frank, A. Shah, vs. gibi yazarçizer takımını ayırmak gerekir, bir.

Fidel Castro’nun, Che Guevara’nın görüşleriyle özellikle Debray’nin dogmatik önerilerini kesinlikle karıştırmamak gerekir, iki. Silâhlı halk savaşının, emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmanın tek yolu olduğu gerçeğine karşı çıkarak, barışçı bir yoldan da devrimin zafere ulaşabileceğini mümkün gören W. J. Pomeroy bile bu gerçeği açıkça itiraf etmektedir. Bakın ne diyor Pomeroy: “Debray’nin oldukça dogmatik formüllendirmelerinin, çoğu kez kendi adlarına konuştuğunu sandığı Kübalı önderlerin beyanlarından ayırt edilmesi gerekir.” Hele “Debray’nin Devrimde Devrim kitabı KKP’nin resmi görüşüdür. Bu kitap, Küba’da 2,5 milyon basılıp dağıtılmıştır” demek, gerçeği ahlaksızca tahriften başka bir şey değildir. Çünkü bu kitap, KKP’nin görüşlerini dile getiren Simon Torres ve Jullo Arende tarafından, “Debray ve Küba Tecrübesi” başlıklı yazı ile Monthly Review’ün 1968 Haziran sayısında çok sert bir şekilde eleştirilmiştir. Bu eleştirinin ana çizgileri şunlardır;

1. Debray’nin “askerî liderliğin temel unsur olması gerekir” önerisi yanlıştır. Tam tersine, siyasal çalışma esastır. Ve askerî yan, politik liderliğe tabi kılınmalıdır.

2. Debray’nin “burjuva şehir-proleter kır”, “Llana-Sierra” şeklinde yaptığı ayrımını, bir sınıf çatışması olarak ortaya koyması, Leninist bir analiz değildir.

Yazının “Kim Kimi Yarattı” başlıklı kesiminde, Debray’nin “Küba”da foco, partiyi yarattı” iddiasının yanlış olduğu belirtilerek, devrim için partinin şart olduğu ileri sürülmektedir. Simon Torres ve Julio Arende, Lenin’in Ne Yapmalı kitabına atıflar yaparak, Debray’nin ekonomist bir görüşe sahip olduğu sonucuna varmaktadırlar.

Ancak bütün ülkelerin pasifistleri, bu farklılıkları görmemezlikten gelerek Debray’nin dogmatik formülasyonları ile Latin Amerika'daki proleter devrimci çizgiyi özdeş tutmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, Progressive Labour adlı Amerikalı sözüm ona “Mao”cu bir parti, bütün bu farklı ideolojileri Debreizm başlığı altında toplayarak F. Castro, Che Guevara ve arkadaşlarını sol oportünizmle(!) suçlamaktadır.[5] Ve ülkemizde de, kampüs “Mao”izminin şubesi olan yeni oportünizmin sözcüleri, tıpkı Amerikalı ideologları gibi, bu farklı ideolojileri (yani A. G. Frank, Debray oportünist çizgileri ile Kübalı muzaffer proleter devrimcilerinin Leninist çizgisini) karıştırarak, Debray’nin kitabına atıfta bulunarak, F. Castro-Che Guevara’yı eleştirmeye kalkmaktadırlar. Yeni oportünizmin sözcüleri, kırlardan şehirlerin fethedilmesini öneren Latin Amerikalı muzaffer proleter devrimcilerini Debray’nin dogmatik formülasyonları ile mahkûm edip, onların Leninist çizginin dışında olduklarını söyleyerek, büyük proleter devrimcisi Mao Tse Tung’u da Amerikanca yorumlayarak korkaklıklarına ve ihanetlerine ideolojik kılıf bulacaklarını zannetmektedirler!

Emperyalizmin ölüm saatlerinin yaklaştığı bu III. genel kriz döneminde, Marksist-Leninist hareket, yeni oportünizmin iddia ettiği gibi, Castro-Guevara çizgisine karşı verilecek olan mücadele ile değil, modern revizyonizmin şehirlere öncelik tanıyarak, kırlara ikinci dereceden önem veren, köylülerin giderek “Köylü” halkların devrimci potansiyelini küçümseyen “sol”, işçi sınıfının dışında sosyalizme geçişi mümkün görerek barış içinde bir arada yaşamayı savunan sağ çizgilerine karşı, neo-Troçkist, neo-Blankist... kısaca her çeşit sağ ve “sol” sapmalara karşı verilecek mücadeleler ile güçlenecek ve emperyalizmi çökertecektir. Castro-Guevara ve bütün Latin Amerikalı proleter devrimcilerini “sol oportünist” ilan eden ağızlar bütün ülkelerin pasifistleridir!

Mahir Çayan

Dipnotlar
[1] George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, s. 179.

[2] (A. Propos de la Brochure de Junius C. 1, s:336) Arzumanyan, Dünya Kapitalizminin Bugünkü Bunalımı, s. 2.

[3] Karşı devrimcilerin dikkatini çekmek için bu tip yorumları Ticaret Odalarının bastırdığı anti-komünist broşürlerin yazarları yapmaktadır.

[4] Yeni oportünizmin bir sözcüsü, bizim F. Castro’ya atıfta bulunmamızı eleştirmektedir. Diyelim ki, F. Castro “Sol oportünist”(!). Bir “Sol oportünist”ten aktarma yapmak eleştiri konusu olacak fahiş bir hata mıdır? Hayır. Lenin Ne Yapmalı’da, Marx ve Engels’in hainlikle suçladıkları anti-marksist Lassalle’a atıfta bulunmaktadır. Bu bayımızın mantığına göre Marx’ın ihanetle suçladığı Lassalle’a atıfta bulunduğu için Lenin de aynı oportünist çizgiyi, Lassalle ile paylaşmış olmaktadır.

[5] Progressive Labor’da Debreizmin eleştirisi uzun uzun hikâye edilmektedir. Hatta John Kily imzalı yazıda Che Guevara yalancılıkla bile suçlanmaktadır.

05 Ekim 2008

, ,

Mahir Çayan'ın Diyalektik Devrimciliği

I
“Burjuvazi” sözcüğü, kaleyle çevrili şehir anlamındaki Latince “burgus” sözcüğünden geliyor. Arapçadaki “burc” da kaleyi ifade ediyor. Bu yönüyle burjuvazi, şehirde yerleşik olup, köylüyle (serfle) toprak ağalığı ve aristokrasi arasındaki sınıfa, yani kısacası, feodal dönemin orta sınıfına denk düşüyor. 
Burjuvazi, bu dönemde, halk isyanlarının kazanımlarının üzerine oturuyor, onları kendi hanesine yazıyor, onlara ideolojik, politik ve teorik manalar yükleyip, gelecekteki iktidarı için onları birer silâha dönüştürüyor.
Yeni dönemin, yani kapitalizmin orta sınıfları, özellikle masonlar, Yahudiler ve alt Hıristiyan mezheplerle örülü ara toplumsal katmanlar, zanaatkârlar, esnaf, küçük üreticiler ve meslek erbabı, burjuvazinin feodal dönemdeki bu silâhlarını devralıyor, onları kendi sınıfsal-politik çıkarları için kullanıyor. Ama Marx ve Engels diye iki Alman çıkıyor, İngiliz ve Fransız menşeli bu orta sınıf yönelimine, proletarya adına, elde kılıç saldırıyor. Marksizm, Sanayi Devrimciliği ile Fransız Devrimciliği arasına sokulan bir kama olarak biçimleniyor.
Küçük üretici ya da meselâ ayakkabı ustası, ürününü başından sonuna yönetiyor. Başı ve sonu o oluyor. Çivisini o çakıyor, derisini o boyuyor. Ama bir burjuva geliyor, ayakkabı fabrikası kuruyor, o fabrikaya işçiler alıyor, bu işçiler, ürünün başını da sonunu da görmüyorlar ve toplam işlemin sıradan bir bileşeni oluyorlar. Bu, fiilî toplumsal ilişkileri de belirliyor. Zanaatkâr, kendi esamisinin okunmadığını, hükmünün kalmadığını görüp isyan ediyorken, işçi, sınıfsallaşma gerilimiyle, genel isyana dâhil oluyor. Usta, adam yurduna konulmak, işçi, yeni yurdu emektaşlarıyla birlikte kurmak için kollarını sıvıyor.
Kapitalizmin burjuvalara da hükmeden genel seyrine karşı ara sınıflar, kimi tepki tarzlarına bir biçimde dâhil oluyorlar. Yeni dönemin orta sınıfı, feodal dönemin orta sınıfından, burjuvaziden ödünç aldığı silâhları kapitalizme yöneltiyor. Bu silâhlar, belli durum ve dönemlerde kapitalizmin genel seyrinden eti ve ruhu yaralanan burjuvaziye merhem oluyorlar. 
Tepki biçimleri üç alanda cereyan ediyor: dinî, millî ve sınıfî. Yeni orta sınıf ideolojisi, siyaseti ve teorisi, bu oluşumlarla birebir ilişki kuruyor. Kendi biricikliğine halel getirdiğini düşündüğü kapitalizme karşı gene burjuvazinin silâhlarıyla genel gidişata saldırıyor.
Marx ve Engels’in, genel anlamıyla marksizmin ilk oluşum evresi, feodaliteden akıp gelen fiilî devrimlerle hiçbir şekilde bozulmaya uğramadığı düşünülen orta sınıf siyasetine, ideolojisine ve teorisine elde kılıç saldırmakla biçimleniyor. İki yanı keskin, yani tutanı da kesen bu kılıcı bırakmak, marksizmi de bir tür orta sınıf ideolojisine, siyasetine ve teorisine terk etmek anlamına geliyor. Onu başlangıç noktası belirleyen, örneğin Marx’ı böylesi bir noktaya indirgeyen ideoloji de orta sınıf siyasetine kapaklanıyor.
Marx teoride, özelde bilimlerde belli bir başlangıç noktası belirleyerek oradan hareket edenleri alaycı bir üslupla eleştiriyor. Ama kimi marksistler, onu ve marksizmi de kendi biriciklikleri adına, kendi öznellikleri şahsında tekil-biricik özneye dönüştürüyorlar. Bu, şeytanı kapıdan kovup onu bahçe kapısından içeri almak anlamına geliyor. Tüm nesnellikleriyle karşılanması gereken dinî, millî ve sınıfî tepki biçimleri, bu hareketlerin önder konumlarına gelen orta sınıflar nezdinde ve onların biricikliğinde lime lime ediliyorlar. 
Orta sınıf, ayakkabıyı tek başına yapmak istediğinden, eylem sürecinde de başkalarına tahammül edemezken, örneğin mazlum bir dinin veya milletin proleterleşen kesimleri ve genelde işçiler, hep başkalarına muhtaç olduklarını bilerek hareket ediyorlar.
Dinî hareketin içine girip dincileşen orta sınıf, kendi dinini biricik addediyor, onu buradan alıp semavî bir boşluğa fırlatıyor. Millî hareketin içine girip milliyetçileşen orta sınıf, kendi milletini biricik addediyor, onu buradan alıp mitolojik bir başlangıç noktasına mahkûm ediyor. Sınıfî hareketin içine girip işçicileşen orta sınıf, kendi sınıfını biricik addediyor, onu buradan alıp kiliastik bir nihaî noktaya kilitliyor. Hiçbiri mülkiyet ilişkisi (kendinin olan din, millet ve sınıf) üzerinden düşünmeyi bırakıp (dine, millete ve sınıfa) âit olamıyor.
II
Türkiye’de Suphi geleneği, Şefik Hüsnü kırılması, ardından Suphi’nin maceracı olarak kodlanması, desantralizasyon ve “barış içinde bir arada yaşama” siyasetiyle burjuva siyasasına kul olma, komünist hareketin genel akışını veriyor. Süreklilik ve akış, teorik ve pratik olarak, gene masonik ve Yahudi aydınlarca gerçekleştiriliyor. 61’de TİP kuruluyor, önceleri aydın bir başkan istemeyen işçiler, buna mecbur kalıyorlar ve Aybar, parti başkanı oluyor.
Boran, Aybar ve Aren, TKP genel sekreteri Zeki Baştımar’ın örgütlediği kadrolar. Bu isimler, parti içinde muhalif kimi isimlerin TİP içinde siyaset yapmasına izin vermiyorlar. Daha doğrusu, Baştımar ve ekibi, Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı gibi isimleri içeren muhalif kesimi kendi inşa ettiği legal alanda istemiyor. Hiç partili olmamış, ama siyaseten ve ideolojik olarak yedekte duran Doğan Avcıoğlu da bu ekibe dâhil oluyor ve altmışlar, sağ TKP ile sol TKP’nin kavgasına şahit oluyor. 
Gençliğin kopuşu, pratikte ve teoride, bu iki kanadın devrimci eleştirisi ile gerçekleşiyor. Aybar-Boran-Aren çizgisi ile Avcıoğlu-Belli-Kıvılcımlı çizgisini dikine kesen devrimci bir hat çıkıyor: Deniz-Mahir-İbrahim. Gençlerin kopuşu (hurucu) sadece düzenden değil, onun yedeğine, vicdanî eleştiriciliğine çekilmiş Sovyet tipi KP’lerden de kopuşu ifade ediyor.
Bu kopuşun devrimciliğinin iç diyalektiği, doğrudan Mahir’in teori ve pratiğinde ifadesini buluyor. Kendisini “proleter sosyalist” olarak kodlayan Mahir, ülkedeki sınıf mücadelelerinin üniversite kampüslerinde ve gençlik hareketi içinde yansıyan devrimci politik sürecin “proletarya”sı içinde örgütleniyor. Her iki çizgi ile verdiği teorik mücadelede belirgin bir sınıf kini ile hareket ediyor. Mahir, o günün marksizminde devrimci sınıfın politik öfkesini ve bilincini ifade ediyor.
Mahir’in devrimciliği, diyalektiğin, verili gerilim, çelişki ve çatışmaların somut maddî seyri olarak vücut buluyor. O gerilimi, çelişkiyi ve çatışmayı kendi huzurlu yuvalarında aklîleştirenlere, sakinleştirenlere, etkisizleştirenlere ya da donduranlara karşı diyalektiğin kendi imiş gibi cevap veriyor. O, her iki çizginin kavgası içinde oluşmuş düğümü kesip atıyor.
Mahir’i, bu yönüyle, içeriden ya da dışarıdan Latin Amerika solculuğuna kilitlemeye çalışanlar, onun burada yaptıklarını etkisizleştirmek, ehlileştirmek niyetiyle hareket ediyorlar. (Aynı tespit, İbrahim ve ona giydirilen dar maoist gömlek için de geçerli.) 
Mahir’in diyalektik devrimciliği, öznelcilikten, benmerkezcilikten ve örgütçülükten azade bir seyir izliyor. Kızıldere, bunun en önemli göstergesi oluyor.
III
Diyalektik eşitlikle (ahlâk: iç hukuk), maddîcilik özgürlükle (hukuk: dış ahlâk) ilişkili. Diyalektik maddîcilik, burjuva patentli eşitlik-özgürlük kurgularını, yalanlarını parçalamadıkça teoride alan bulamıyor. Özneler, işlerine geldiği biçimiyle, eşitlikçi ya da özgürlükçü olup bir kovuğa yerleşiyorlar. İki şeyin yan yana gelip aynı maddî alana oynamakla belirli bir çatışma sürecine girmesini, maddiyat koşulluyor. Maddeden bağımsız diyalektik, diyalektikten azade maddîlik olmuyor. Bu ön tespit, marksizmin, ruh ya da düşünce yerine madde koyarak, aynı idealizmi arka kapıdan sokmamasını güvence altına alıyor. Marksizmin bir orta sınıf ideolojisine dönüşmesini, onun belli bir diyalektikten ve maddîlikten azade var olup düzene teslim olmasını ya da belli sınıfsal siyasetler arasında arabuluculuk yapmasını engelleyecek sigortaları temin etmenin tek bir yolu bulunuyor: diyalektik devrimcilik, yani maddiyatın belli durumlara müdahale edilerek devrimcileştirilmesi.
Diyalektikçi olmakla diyalektik olmak ya da maddîci olmakla maddî olmak, farklı şeyler. Diyalektikçilik arabuluculukla, maddîcilik ise teslimiyetle sonuçlanıyor. Arabuluculuk ve teslimiyet, birbirilerini süreçte tamamlıyor. 
Maddenin kaotik niteliğinden kaçıp diyalektikçi, kendi eşit düzlemini muhafaza etmek için paralel, eski dünya algısındaki tepsi misali, düz bir maddiyat tasavvur ediyor; bu tasavvur, maddîcinin vatanı oluyor ve oradaki huzura teslim oluyor.
Devlet ve burjuvazi, birlikte ya da ayrı olarak, sola saldırıyor. Bu saldırı, solda bazen arabulucu, bazen de teslimiyetçi tepkilerin verilmesine, zamanla bu tepkilerin kurumsallaşmasına sebep oluyor. Devletin ve burjuvazinin sınıfsal-politik saldırılarına karşı sol, doğası gereği, belli bir sınıfsal-politik cevap üretiyor, ancak bu cevap, örgütlerin bekası, kendini savunma refleksleri içinde eriyip gidiyor.
Saldırı sonunda sağ salim çıkmak için bazen maddiyat, bazen de diyalektik askıya alınıyor ve arabuluculuk ya da teslimiyetçilik, genel siyasetin adı oluyor. Örgüt bekası ile kendi yaşamsallıkları arasında doğal, organik ilişki bulunan şefler, düşmanın saldırısına karşı solun içinde adsız, sözsüz verilen sınıfsal-politik cevabı içeride boğuyorlar ve bu cevabın sol dâhilinde devrimci bir sonuç üretmesine mani oluyorlar.
Sol içindeki sınıflar mücadelesinden daima orta sınıflar galip çıkıyorlar. Bu da bütünleyici ve parçalayıcı kolektif faaliyeti akamete uğratıyor. Sol denilen olgu, gerisin geri, ana rahmine dönüyor, kendisinin döllendiği altmışların diliyle konuşuyor ve bu üç devrimci genç önderin kopuşlarını anlamsızlaştırıyor. Onların sınıfsal, devrimci faaliyeti by-pass edilip, tekrar altmışların dünyasına hapsolunuyor. Sol, kendi öznelci çıkarları adına, kendisini millî ve dinî olana yabancılaştırıp, onlar içinde devrimci bir hat açmayarak ve demokrasi marketinde duran özel bir mamul niyetine kendisini satarak var olabileceğini zannediyor.
Sol, sadece temsiliyetlere bakıyor, birebir, öznelerarası muhataplığa kul oluyor. Bu, kendisinin bir biçimde örgütlemeye çalıştığı tarihsel-toplumsal kesimleri de aynı anlayışla görmesini getiriyor. Bu temsiliyet anlayışı, ister istemez, burjuva siyaset anlayışına bağlanıyor. Teslimiyet, kendi temsiliyetini buluyor. 
Solun iç sınıfsal devrimini gerçekleştirip bu fasit daireyi kırması için kendi rahmini, altmışları, TİP’i ve onun teorik/pratik zemini TKP’yi parçalaması tek koşulmuş gibi görünüyor.
IV
Mahir’in diyalektik devrimciliği, teoride “devrimci diyalektik”le mümkün olabiliyor. Bu olmadığında Mahir, dikine devrimci bir hat çekerek eleştiriye tâbi tuttuğu altı isimlik iki ayrı teorik ve politik hatla paralel düzleme yerleştiriliyor ve bu da onun diğer altı isimle yatay ilişki kurmasını koşulluyor. Mahir’in devrimciliğinin diyalektik niteliği, belli maddî çıkarlar adına askıya alınınca, onun iki hattı dikine kesen seyri yatay düzleme yerleştiriliyor ve bu, sözkonusu devrimciliğin tarihsel anlamda yaptıklarının içini boşaltıyor: biraz Mahir, biraz Kıvılcımlı ya da biraz Mahir, biraz Boran vs… Bu formüllerin fiilî geriliminden kaçanlar ise ülke dışından esen rüzgârlara saçlarını bırakıyorlar. Oysa üç genç önderin, özellikle Mahir’in sağ ve sol TKP ile savaşarak marksist devrimci özgün bir hat açtığı ve bu hattın gelecekteki devrimin ayak izlerini açığa çıkarttığı görülmüyor. Görmeyenlerin sınıfsal-politik nitelikleri sorgulanmayı bekliyor.
Yol tasavvurunda psikolojik ve teorik bir maraz mevcut: sorunlar, sanki o yol üzerinde bir tümsek gibi karşılanıyor, her şeyi ile sorunsuzluğu temsil eden yol, zamanla bu yanılsamayı kitleselleştiriyor. O, sadece kendi toplumsal-tarihsel çelişkilerinden kaçıp, kendilerine güvenli sığınaklar arayanların hayat planı hâline geliyor. Burada sınıfsız-sınırsız, çelişkisiz bir seyir hayat vaat ediliyor. Yol tasavvuru, esasında Mahir’i bir tümsek olarak görüp aşıyor, onun devrimini metafizik âleme fırlatıp atıyor.
Yol tasavvuru, belirli bir başlangıç noktasını ve öznesini de ön gerektiriyor: bu Deniz, Mahir ya da İbrahim oluyor, ama onlar, yolun her kesintisinde geriye doğru parçalanıyorlar, eziliyorlar, istismar ediliyorlar ve geçersizleştiriliyorlar: her yolculuk, kendi içinde başka bir yolculuk barındırıyor. Her yol soyutlaması, alttaki aslî güzergâhı gizliyor, bu güzergâh, sorunsuz, düz, kesintisiz, çelişkisiz bir sürecin sınıftan-sınırdan münezzeh özneleri olduğunu zannedenlerin yolu oluyor. Bu yolda Mahir Mahir’likten, Deniz Deniz’likten, İbrahim İbrahim’likten çıkıyor ve özel mabetlerin köşesine yerleştirilmiş ikonalara dönüşüyor. Kurumsal kilisenin hükümdarlar adına İsa ve havarilerinin komünal hayat tarzları dâhilinde somutladıkları teorilerini toprağa gömmesi gibi, bu isimler de kurumsallığa kurban ediliyorlar.
Mahir’in diyalektik devrimciliği, ortaya vurup süreci parçalıyor, Mahir’ciler içindeki ana eğilim ise onun maddiyatını ruhanî, diyalektiğini metafizik bir alana fırlatıp orta yolcu oluyor. Mahir, Marx misali, altmışlardan yetmişlere geçişte orta sınıf siyasetine kılıç sallıyor, ancak onun izinden gittiğini söyleyenlerin önemli bir kısmı, o kılıcı orta sınıfların eline teslim ediyor ya da kitleyle bu sınıfsal kesimler arasında arabuluculuk yapıyor. Bu da TİP ve TKP siyasetinin geriye dönüşsüz olarak devrime uğratılmasına mani oluyor. Salt belli kesimlerin temsilcisi olmaya indirgenen bir tür siyaset zuhur ediyor. Halk da bu şekilde kompakt bir “özne” nesne statüsünde tanımlanıp bireyin mecazı olarak kullanılıyor, buradan da yeri geldiğinde devlete, yeri geldiğinde demokrasiye âlet ediliyor. Halkçılık döne dolaşa liberalizmi yeniden üretiyor.
Mahir, diğer genç önderler gibi, “TİP”teki hayâlî, sahte kurguya saldırıyor. Aydınlar, gençlik ve işçi sınıfı (halk) arasında kurulduğu varsayılan yanılsamalı dengeyi önemli ölçüde gençlik hareketinin burjuva temsiliyetine, özgül varlığına vurarak bozuyor. İlgili denge içinde gençliğin kireçleşmesine bu şekilde mani oluyor.
Burada kılıcını öncelikle orta sınıf siyasetinin temsilciliğine soyunmuş olan aydınlara vuruyor. Bu, marksizmi doğrudan halkla, sınıfla baş başa bırakmanın yöntemi olarak somutlanıyor ve Türkiye marksizmi masa başında, kapalı kapılar ardında değil, somut mücadele alanında devrimci anlamda özgülleşme imkânı buluyor.
Gençlik hareketinin devrimci harekete doğru sıçraması bu sayede oluyor. Ama sonrakiler, onları yeniden sağ ve sol TKP’nin TİP içinde ve dışında kurdukları okul dersliklerine oturtuyorlar. Diğer bir eğilim ise onları Çin, Küba ve Arnavutluk menşeli okullara sokmak oluyor.
V
Türkiye solu denilen özgül varlığın toplum ve tarih içi, doğal sınırları olmalıdır. Her ne kadar şu veya bu biçimde tarih, toplum ve doğa dışı olduğu zannıyla hareket eden bileşenleri varsa da bu, gerçeği değiştirmez. Sözkonusu zannın da gerçeği değiştiren bir yanı yoktur, sadece bu zannın, gerçeğin dönemsel değişimlerine ayak uydurmasından söz edilebilir.
Türkiye solunun bir sınırını Kürt hareketi, diğer sınırını Müslüman hareket, diğer bir sınırını ise AB siyaseti çiziyor. Bu üçüne ayrı ayrı ya da bütünlüklü bir saldırı içinde kendi solunu tarif edenler, ister istemez kendilerini kemalizme, oradan da Fransız Devrimciliğine bağlıyorlar. Bunun görece mutlak bileşkesi altmış solculuğu oluyor ve sol, ana rahmini hiç mi hiç parçalamıyor. Ancak bu kadar dirence rağmen bahsi geçen sınırlar, solu daha fazla kendi içine büzüyor. 
Her kabuk, kendi içine doğru büyüyor. Bu kabuk, sömürü ve zulme karşı mücadele ile parçalanmayı bekliyor. Bu noktada solun birilerinin nazarında gerçek olduğunu zannettiği özgül varlığından hukukî ve ahlâkî manada vazgeçmesi gerekiyor. Bu da onun kendi ana rahmini parçalaması ile mümkün. Latin Amerika ya da kısmen (Orta)doğu edebiyatı ile bu zorunluluk görmezden geliniyor, ama zorunlu adımlar kendilerini her dönem hissettiriyorlar. 
Sol, kendi özgül varlığının sınırlarını birilerine göre çizerken, o varlığın sınıfsal niteliğini de sorgulamak zorunluluğu ile yüzleşiyor. Sorgulamadığı noktada neyin “sol”u olduğunu göremiyor. Yatıp kalkıp “sosyalizm”, “işçi sınıfı”, “ezilenler”, “halk” ya da “örgüt-parti” ile düşünmek, onu kurtarmıyor.
Solun önder yapısı, teorik ve pratik düzlemde sınıfsız ve sınırsız, soyut bir özne imiş gibi davranıyor. Yukarıdaki sınırları aşma iradesi gösterenler, belli bir sınıfsallıkla hareket ediyorlar ve bu hareket, daha çok orta sınıfların güdümünde biçimleniyor.
Sol denilen gövdenin sınırlarını genişletmek için sınırın öte yanıyla muhabbet kurma niyetinde olanlar da aynı dertle hareket ediyorlar. Solu bitmiş, tamamlanmış, granit, su sızdırmaz, tam bir özne olarak tasavvur eden bu kesimler, kendilerini sınırladıkları bu üç unsurla kavgalı ya da onlarla çift dinlilik yaparak uzlaşma yolları arıyorlar.
Oysa aradaki sınırların sınıfsal temeli, seyri, niteliği incelenmeli, sorgulanmalı. “Biz iktidar olursak Kürtlerle barış olur, Müslümanlar bireysel vicdanları ile Allah'larını bulurlar ve ülke, bizim sayemizde AB’ye girer.” türünden kripto niyetlerle bir yere varılamaz. “Bu sınırlar biz varız diye var” ön tespiti ile tüm sürece, o sınırların seyrine, başlangıcına ve bitim noktasına kendisini dayatmasının bir anlamı yok.
Sol, kendi öznel sınırlarına saldıranların sınıfsallığına tâbi. Bunlar, her daim özgürlük timsali olmuş laik özneler. Dolayısıyla, solun kendi “iç” sınıfsal devrimi ile hakiki, kolektif sınırlarını görmenin yollarını bulmalı. Bu devrim, belli bir örgüte, kişiye, dergi bürosuna ya da yayına bağlı bir durum değil. Sol, gelecekteki devrimin seyrini içinde duyuyor, yaşıyor olmalı. Devrim gökten zembille inmeyecekse bu “iç” devrim hakikat olmalı. Devrimciler, hakikatin savaşçılığını yapmalılar.
Bu hakikatin kimi boyutları Kürtlerde ve Müslümanlarda görülebilir. Onların vurdukları yerler, solun iç sınıfsal mücadelesi ile göreceği sınırları ele veriyor.
Solun sınırlarını muhafaza etmek isteyenle, o sınırları aşmak isteyen, aynı yerde duruyor. Sınırlarla tanımlı siyaset, sömürüyü ve sınıfı unutuyor, sınıfsallaşma eğilimlerini törpülüyor. Bu anlamda o sınırlardaki cereyan eden sınıflar mücadelesinin “burjuva” tarafına hizmet ediyor.
Her fiilî durumda “sol diye bir şey yok!” diye bakılmalı ve eyleme geçilmeli. Kamuoyuna ya da solun bütününe seslenen ideolojik gevezeliklerin politik-devrimci sonuçları olmadığı görülmeli. Öznel faaliyet, salt politik ve devrimci olanda tanımlı kılınmalı. Politikanın ve devrimciliğin teorik ve pratik imkânları verili sol denilen şeye göre belirlenmemeli. Bu imkânlar, sol-sağ ayrımının oluştuğu tarihsel-toplumsal momentleri nesnelleştirecek teorik ve pratik faaliyetle görülebilmeli.
Solun gördüğü yerde politika ve devrimcilik yok, bu görü, kısmen sınıfa, kısmen devrime, kısmen de iktidara kör. Bunlar arasında uygun, masa başı kombinasyonları kurmanın anlamı kalmadı. Öncelikle solun bu üç unsuru ayrı zaman ve uzamlara fırlatan niteliği sorgulanmalı. “Sınıf partisi”, “devrim partisi” ya da “iktidar partisi”, solun bu burjuva politik ve devrimci gerçeğinde oluşmuş hipermarketinde basit bir reyon olmanın ötesine gidemez. Ayrı ayrı ya da bütün olarak “sınıf, devrim ya da iktidar benimle başlar ve biter” diyen solun bileşenleri, her şeyden önce kuru ideolojik laf yığınlarıdır ve asla proleter anlamda politik ve devrimci değildirler.
VI
Köylülük, sunî denge, öncü siyaset gibi Mahir’in alâmet-i farikası olan unsurlar devrimcidirler, ama Mahircilik başlığı altında köylücüleşmek, sunî dengecilik ve öncücülük, eni sonu apolitiktir ve devrimcilik dışıdır.
Genel seyir itibarıyla Mahir’e ait bu unsurlar, kopuşu belirginleştiren bileşenler. Köylülük vurgusu, Lenin’le başlayan, sınıflar mücadelesinin politik, ideolojik ve teorik tezahürlerini fabrika duvarlarının dışında karşılama iradesi Mahir’de somutlanıyor. Sunî denge, toplumsallığını toplumculuğa indirgeyen eski solun hatasını devrimcileştiriyor ve söz konusu toplumsallığın dönüşmesini sağlıyor. O zamana dek dışsal, yabancı birer unsur olarak kurgulanan emperyalizmin ve devletin toplum içindeki etkilerine mesafe alınmasını koşulluyor. Halkın şiddet aygıtlarını kendi içinden üretebilmesinin imkânlarını araştırıyor. Taşıma suyla değirmen döndürülmüyor ve o şiddet aygıtları bilfiil örgütleniyor. Öncü siyaset ise halkın kendi gücünü iktidar mücadelesine teksif edecek hattın oluşmasına katkı sunuyor. Halka ya da sınıfa önsel, mutlak, kendinden menkul uhrevî bir politiklik ve devrimcilik atfedilmiyor, onların öne doğru çıkardığı politik ve devrimci kolun siyasî ve ideolojik alana müdahale etmesi sağlanıyor.
Mahir, basit tercüme yanlışlarını sorgularken bile, sınıfsal bir güç olarak hareket ediyor. Bu, onun teorinin, kendi pratiğine paralel biçimde, adsız, sözsüz, kolektif, ezelî ve ebedî niteliğine dâhil olmanın kavgasını verdiğini gösteriyor. Mahir, tercümelerdeki öznelci rötuşların hesabını sorarak, teorinin herkese açık hâle gelmesi için uğraşıyor, entelektüel mastürbasyon yapmak için değil! (“Çünkü biz, marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz, dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için marksizmi öğreniyoruz.” (Mahir Çayan) “Dünyanın Türkiye’si” ifadesi bile, başı sonu net belli olmayan dünyanın Türkiye kesitine koşulsuz dâhil olan bir devrimciliği anlatıyor. Bu, kimi milliyetçi, kemalist Türkiyeciliklere, Türkiye merkezli bölge ve dünya anlayışlarına karşı onu şerbetliyor.)
Mahir, “barışçıl” yöntemlerle “savaşçıl” yöntemleri karşı karşıya getirenlerin oportünist olduklarını söylüyor. Bugün ise millet, birbirini bu karşıtlığı önkabul üzerinden karşı tarafta olmakla eleştiriyor. Toplumsal devrimcilerle politik devrimciler, karşı karşıya geliyorlar. Tarihte güçlü dayanakları olanlarla toplumsal bağları olanlar çatışıyorlar. Doğucularla batıcılar birbirlerini yiyorlar.
Marx'çılarla Lenin'ciler, Stalin, Mao ve Che bağlamında birbirlerini eleştiriyorlar. Politik devrimi ve toplumsal devrimi ayrı ayrı düzlemlerde, metafizik âlemde, uhrevî boyutta kuran ve kendisine kapatan, girişi kendisinin verdiği izne tâbi kılan özneler, kendi koltukları için kavga ediyorlar. İki ekibin kavgası, politikleşen dinamiklerin toplumsallığını, toplumun belli kesimlerinin politikleşmesini çöpe atıyor. Kısacası, bir taraf politikayı, diğer taraf toplumu kendisine kapatıyor.
Her ikisinin politik-devrimci ayrışması ve farklı bir düzlemde kolektivize edilmesi noktasında, Mahirler önemli bir miras bırakıyorlar. Sağ ve sol oportünizm ile ilgili olarak yaptığı ayrımın da gösterdiği üzere, öznelciliğin ve nesnelciliğin devrimci-politik hareketin karşısında tel tel dökülmesi gerekiyor.
Mahirler, bir avuç gencin isyanını aşan nitelikte, marksist devrimci bir faaliyet yürütüyorlar. Onları dar anlamda gençlik hareketi başlığı altında inceleyip çöpe atanların, hâlâ onların mirası ve fiilî devrimciliği ile nefes alabildikleri görülüyor.
Kopuş devrimcidir ama kopuşçuluk, o kopuşun devrimci etkisini ve niteliğini siler. Mahirler, kopuşçuluk edebiyatı ile koptukları yere yeniden bağlanmakta ve orada boğulmaktadır. Salt kendi öznelliğini pragmatik, oportünist bir üslupla korumaya, bu koruma siyasetini tüm sola mal etmeye çalışma, solun sınırlarını verili hâliyle kabul etme ya da onu kendi öznelliği adına aşıp sınır ötesindeki unsurları istismar etme, Mahir’in devrimciliğinde yazılı olan şeyler değildir. Politika, hele ki devrimci politika, sorumluluk, elini taşın altına koyma meselesiyse -ki Mahir'lerin hiçbir şey değilse bile öğrettiği bu olmalı- sınırların muhafazasına ya da öznenin bekasına kilitlenip o sınırların aşılarak sınırötesi operasyonlar yapılması, sadece kendinden menkul, kendine mesul, kendi evinin önünü süpüren, “kendine Müslüman” birey-özneler üretilmesi, apolitiktir, hattâ sürdürüldüğü takdirde antipolitiktir.
Bizi bugün böylesi bir apolitizmden ve antipolitizmden kurtaracak olan, Mahirleri de kesip bugüne gelen proleter devrimci akıl ve iradedir.
Eren Balkır
5 Ekim 2008