25 Şubat 2013

,

Yeni Devrimci Özne


Komünistlerin bireyi ve insanı tanımadıkları, bunları ezdikleri tespiti, sömürenlere ve zalimlere aittir. Onlar, düşmanlarını savuşturmak, etkisizleştirmek için bu lafın arkasına sığınırlar. Bu tespit, esasen şu gerçeği gizler: komünistlerin tanımadıkları ve ezdikleri, sömürenler ve zalimlerdir. Demek ki birey ve insandan kasıt, sömürenler ve zalimlerdir. Burada sömürenler ve zalimler, komünistlerin etki alanında olan ya da olabilecek kitleleri dağıtmak, buraya nifak tohumu sokmak için genel ve mutlak olduğu düşünülen kavramları Kur’an sayfası gibi mızraklarının ucuna asmaktadırlar.

Kitlenin içerisinde süreç dâhilinde bu mızrak ucundaki ilâhiymiş gibi görünen yalana ikna olanlar çıkar. Bunlar, tıpkı “Hakem Olayı”ndaki Musa Eşari gibidirler. Düşmanın iğvasına kapılırlar ve safları terk ederler.

Söz konusu tespite ikna olanlar, bu sefer, insan ve bireye göre tanımlama gayreti içine girerler devrimi ve sosyalizmi. “Komünistler bireyi ve insanı eziyor” cümlesi, örgütsel, politik, ideolojik ve teorik tüm hücreleri bir bir likide eder. Ardından likidasyon edebiyatı yapıp kendi ilâhi bireyine ve insanına herkesin ram olmasını ister.

Tekrar: “komünistler bireyi ve insanı eziyor” diye vaveyla kopartanlar, sömürenler ve zalimlerdir. Bu cümledeki bireyden ve insandan kasıt, onların bizatihi kendi varlıklarıdır. Birey ve insan, sömürenlerin ve zalimlerin kendilerinden yola çıkarak şekillendirdikleri, ruhunu kendilerinin üflediği birer puttur.

Birey ve insan kurgusuna ram olmak, sömürenler ve zalimlerin varoluşlarını süreklileştirme becerilerine öykünmenin bir sonucudur. Oysa sömürenlerden ve zalimlerden ancak onların zayıf noktaları öğrenilebilir. Güçlü noktalarını öğrenmek ve kendi varlığımızda yinelemekse düşmana teslim olmaktır. Birey ve insan deliklerinden içimize düşmanın nefesi, ruhu sızar. Birey ve insan putunu düşmanın zayıf karnı olarak okumak mümkündür esasında. Ama ters yönde bir işlem yapılmakta, bu putlarla belirli bir saygı ve korku ilişkisi geliştirilmektedir.

Sınıf, millet ve din, birey ve insan denilen ilahi, mutlak düzleme, cennet diyarına ulaşmak için istismar edilebilir. Sınıfçılardaki genel tepkisellik bu yöndedir: onlar, millet ve dinden, tam da egemenlerden öğrendikleri birey ve insan kurgusuna ait cennet diyarına ulaşmak için kurtulmak isterler. Sınıfın kurtuluşu dedikleri, birey ve insanın kurtuluşudur, oysa bu kurtuluş, sömürenlerin ve zalimlerin teline bile dokunmaz. En fazla, sömürenlerin ve zalimlerin kendilerine paravan kıldıkları kimi millî ve dinî unsurları kırar.

Yeni devrimci özne arayışları, Diyojen misali, elde kandil, çeşitli kulvarlarda sürmektedir. Ancak bu arayışın kendisi de Diyojen’in dile getirdiği gibi, “insan aramak”la maluldür. İnsan ve birey dışı her türden devrimci ve sosyalist pratik gölge kabul edilmektedir.

Yeni devrimci özne, birey ve insan eksenine, hizasına göre inşa edilmektir ve bu hiç de yeni, devrimci ve öznel değildir. Yeniliğin, devrimciliğin ve özneliğin egemenlerin birey ve insanına peşkeş çekilmesi sonuçsuzdur.

Bu anlamda ekolojiden, kadına, LGBT’den topraksız köylülere, öğrencilerden Kürdlere herkesi kucaklayan perspektifin yeni, devrimci ve özne olarak pazarlanması mümkün değildir. Bunlar, altmışların Avrupa’sının tükettiği tartışmaların ürünüdür ve oradaki iktidar ilişkileri ile bağlantılıdır. Bir ayağı Avrupa’da olanların oradaki bayat tartışmaları buraya güncelmiş gibi ithal etmeleri çıkışsızdır.

Söz konusu toplumsal kesimler, bir üst gösterene, güce, kudrete göre hizaya çekilmek istenmiştir. Avrupa’nın kaderi bu şekildedir. Avrupaîleşenler, bu hizayı ilâhi kelâm gibi, bir misyoner edasıyla, bu topraklara taşımaktadırlar. Buranın kavgasından, çatışmalarından azade olan bahis konusu misyonerlik, teslimiyet koşullarında filizlenebilmektedir. Birliğe muhtaç Avrupa’nın birleşme yöntemleri Türkiye’ye, özellikle Kürdistan meselesi üzerinden, önerilmektedir.

Üst gösterene göre hizaya çekilen toplumsal bileşenler, oranın zamansallığına kul edilmektedirler. Dolayısıyla, tüm politik ya da politikleşme imkânı olan unsurlar kendi içine kapalı birer “küre” olarak tasavvur edilmekte, böylelikle, ilgili unsurların kolektivize edilmesi, bilenip düşmana yöneltilmesi imkânsızlaştırılmaktadır.

Zamanı hükmü ve ipoteği altına alan liberaller, sahadaki ajanlarına mekân çalışmaları yaptırmaktadırlar. Akademi, bunların şer yuvasıdır. Tüm mücadele, her türlü kolektivizasyondan uzakta, basit, kendine kapalı, pazarlanabilir, mekânlara hapsedilmektedir. İşyeri, beden, mahalle, köy vb. politik teorinin eksenine oturmaktadır. Bu liberal ajanlar, en fazla, Kürd hareketini istismar etmekte, esas olarak Kürd’ün devrimciliğini zamansızlaştırmaya çalışmaktadır. Zamana hüküm ve ipotek koyanlar, bizi bedenlerimizden başlayarak kendi mekânlarımıza hapsetmeyi hedeflemektedirler. Bu yaklaşım kadın, eşcinsel, işçi, ezilen, gecekondulu, tinercileri küçük kürelerin içine hapsetmek istemekte, bunların ilgili kimliklerini pazara birer etiket gibi taşımaktadır. Özgürlük çığlığı, pazarın varoluşuyla ilgili bir meseledir.

Sol, üniversitelerde dağcılık faaliyetleri yürütmüş, bu işi yetmişlerin ve sonrasının gerillacılığına dair ucuz edebiyatla meşrulaştırmış ama sonrasında tüm dağcılık kulüpleri, efendilerinin plazalarının camlarını silen free-lance işçi bulma kurumlarına dönüşmüştür.

Aynı durum, evsizler, tinercilerle ilgili, özellikle eski İslamcı çevrelerin çalışmalarında da vardır. Bugün evsizler ve tinerciler, küçük kapitalist atölyelere işçi yapılmak istenmekte, zenginlerin ev eşyalarını taşıyan hamallara dönüştürülmektedir. Birey ve insan üzerinden her türlü eleştiriye feveran edenler ve tüm politik yaklaşımları ucuz bir tasavvuf edebiyatıyla ezmek isteyenler, onca birey ve insan edebiyatı üzerinden, efendilere uşaklığın propagandasını yapmaktadırlar. Bu, teorik planda birey ve insanın ilâhi bir eksen ve hiza kabul edilmesinin bir sonucudur.

Aynı eksen ve hiza, solda “komünist partinin başında bir eşcinsel ya da başörtülü olsun” talebinde karşılık bulabilmektedir. Komünist parti, tüm toplumsal-tarihsel kesimlerin düşmana karşı, düşmanın üzerine doğru adım atmış, huruc eylemiş, diklenmiş, direnmiş kesimlerinin kolektifidir. Ezeli ve ebedi planda bir eşcinsel ile başörtülüyü, Kürd ile Alevîyi, mutlak olarak yan yana getirmek, sonra bunlara lütufta bulunmak, komünist siyasetin yapacağı iş değildir. O, sadece kavga edeni tanır.

Bir Ermeni, yaşadığı bir olayı şu şekilde anlatır: bir kadına Ermeni olduğunu söyler ve kadın “A biz Ermenileri çok severiz” diyerek sarılır ve birlikte fotoğraf çekilirler. Ermeni, bu durumun kendisini çok üzdüğünü anlatmakta, söz konusu ötekici tavrın ne denli zalim olduğunu söylemektedir. Kadının Ermeni’ye sarılıp fotoğraf çektirmesi, Afrika’ya gelen Avrupalı misyonerlerin tavrına çok benzemektedir. Ermeni, o ânda “esasen ne kadar azız” diyerek üzüldüğünü ifade etmektedir. Yalnızlık hissinin içine oturması, ilgili “Ermeni sevgisi”nin bir sonucudur. Bu sevgi dışlayıcı, ezici ve horgören bir yaklaşımın ürünüdür. Ermeni’yi bu topraklardan, zamandan, mekândan, kolektif pratikten ve kavgadan bağımsız olarak sevmek, tam da o Ermeni’yi topraktan, zamandan, mekândan, kolektif pratikten ve kavgadan uzakta görmek istemekle ilgilidir. Esasen bugün önemli olan, Samatya’da yaşlı Ermeni kadını katleden faşistlerin öfkelendiği gerçeği sevmektir. Ermeni’nin sırtına inen bıçak, hikâyede aktarılan kadın tipindeki kişilerin yanağa kondurdukları öpücükten daha az tehlikelidir. En azından birincisi açıktır ama ikincisi sinsi ve gizlidir. İlki “Ermeniler gelip mallarını alacaklar” korkusunu açıktan dile getirmekte, ikincisi, sevgi gösterileriyle bu korkusunu sinsi bir plana ortak etmektedir.

Emma Goldman, Ekim Devrimi sonrası Sovyet Rusya’ya gelir, gezer, turlar, Amerika’ya döndüğünde de dünyanın en boş ve en anlamsız Sovyet eleştirisini yapar: “Dans edemediğim devrim devrim değildir.” Oysa Bolşeviklere “ben dans etmek istiyorum, bana pist ayarlayın” deseydi, onlar, o zor koşullarda büyük bir lütufkârlıkla gereken imkânı onun için yaratırdı. Esasen Emma’nın derdi bağcıyı dövmek, şarap içip meydanda dans etmektir. İç savaş koşullarında, düşmanın içte ve dışta ağır bir saldırı gerçekleştirdiği ülkede Emma’nın eleştirisi küçük burjuva bir şehirlinin gevezeliği olarak kalmaktadır.

Ekim Devrimi, korkudan eski burjuvaların dilenci kılığına girip sokaklarda saklandığı bir ortam oluşturmuştur. O sokaklarda dans edemediği için hayıflanmak, esasen o burjuvaların bir talebidir. O sokaklarda “birey ve insan eziliyor” diye yaygara kopartanlar, eski kodamanlar, parababaları ve çar sülükleridir. Kadife eldivenlerle, yani burjuva saraylarındaki vals partilerinde kokonaların ellerine geçirdiği yumuşak eldivenlerle devrim yapmak mümkün değildir.

Yeni devrimci öznenin arandığı sokaklar, Kızılordu askerlerinin, toprağı kamulaştıran köylülerin, fabrika çıkışı ortak yönetim sorunlarını tartışan işçilerin sokakları değil, bu sokaklardır maalesef. Eski örgütlerini “bireyi ve insanı eziyor” diye terk edenler, örgütlerinin direndiği yalana örgütlenmişlerdir. Terk edenler, örgüt şeflerindeki birey ve insanı dinamitlemek yerine, onlardan öğrendikleri birey ve insan olma karikatürlerini her yere çizmek istemektedirler. Terk etmenin huruc gibi devrimci bir içeriği yoktur. Nesnel olarak eski örgütler, ulaşamadıkları yerlere militanlarını ajan niyetine göndermektedirler. Genel bağlam ve zemin asla eleştirilmemektedir.

Eleştirilmeyen bağlam ve zemin, devrimci şiddet meselesidir. Eski örgütlerini bu minvalde eleştirip ayrılanlar, nedense daha reformist, daha revizyonist pratiklere bağlanmıştır. “Marksizm-Leninizm, devrimin silâh zoruyla ele geçirilmesini devrimin en yüksek biçimi olarak kabul eder ve bu ilkenin bütün ülkeler için evrensel olduğunu söyler.” diyenler, kendi varlığını “Marksizm-Leninizm” zannetmekte, şiddet meselesini birey ve insan derekesinde ulvileştirmekte ve esasen bugünde hiçbir şey yapmamanın kılıfını örmektedirler. Devrimin silâh zoruyla ele geçirilmesinin devrimin en yüksek biçimi olduğu, yalandan ibarettir. Zira devrimi uzak ihtimal görüp onu bugünden söküp atanlar, devrimi semaya fırlatıp atmak zorunda kalacaktır. Devrim maddî bir gerçeklikse, bugünde izi, titreşimi, sesi, soluğu olmalıdır. Ama devrimi ulaşılamaz bir yükseklikte, bir ütopya olarak pazarlamak, o izleri, titreşimleri, sesi, soluğu boğacaktır.

“Modernizm” sözcüğü “modo” kökünden gelir ve bu kök “hemen şimdi” demektir. O hâlde gelecekteki devrimin silâhını bugünde, hemen şimdi patlatmak modernist bir projedir. Üstelik “iktidarın silâh zoruyla ele geçirilmesi devrimin en yüksek aşamasıdır” diyen, bugündeki her türlü ayrışma ve birleşmeyi anlamlı kılacak bağlamdan da kopacaktır. O kadar şiddet savunusu bugünde ciddi bir geri çekilmeyle sonuçlanacaktır. Zira burada şiddet, birey ve insan eksenine göre tanımlıdır, onların yüceliğine ortak olmak ister. Şiddetin öznesi, bireyin ve insanın dünyasına örgütlenmiştir. O nedenle, devrimin en yüksek biçiminin silâh olduğunu söyleyenler, öncelikle o silâhı taşıyabilecek mutlak, ilahi bireylere ve insanlara muhtaçtırlar. Tam da bu nedenle, eksikli, zaaflı, kırık, kontrolsüz, kirli olanın temizlenmesi silâh için şarttır. Silâhın mükemmel ve tıkır tıkır işleyen mekanizması aynı niteliğe sahip bireyler ve insanlar talep edecektir. Silâhın bu denli edebiyatının yapılmasının nedenini de burada aramak gerekir.

Yeni devrimci özne arayıcılarının, altmışların Avrupa’sında istihbarat örgütlerinin taşeronu olmanın ötesine geçememiş RAF’ta hikmet bulmasının nedeni de buradadır. RAF, Almanya’nın eğretilemesini Filistin’de bulmuş, emperyalizme karşı çıkan kentli küçük burjuvaların haysiyet direnişi olarak somutluk kazanmıştır. Ürdün’deki kamplardan kovulan RAF’lıların oradaki direnci ise gene küçük burjuvacadır ve canını başkasına emanet etme, başkasının omuz çukurunu vatan belleme konusunda zaaf gösterdikleri, bir direniş ve varoluş savaşının kurallarına uyum sağlamadıkları için dışlanmışlardır. Benzer bir ruh hâlini ve yöntemi buraya önermekse sorunludur.

Silâh, sömürenlere ve zalimlere karşı sömürülen mazlum halkın devrimci çıktısı olduğu takdirde anlamlıdır. Silâhın mutlak, mükemmel doğasına örgütlenmekten çok, silâhın sömürülen mazlum halkın eksik, zaaflı, yanlış, kırık ve kontrolsüz gücüne örgütlenmesi esastır. Burada asıl mesele, silâhın mazlum sömürülen halkın arkasında hizalanacağı bir ilahi put olmaması ve halkın savunma/saldırı noktasında önünü açan bir koçbaşı olabilmesidir.

Eren Balkır
25 Şubat 2013

0 Yorum: