16 Şubat 2013

,

Anakronik


“Marx’ın intihalciliği” sakızını çiğneyip duruyorlar. Diyorlar ki, “Marx’ın özgün bir fikri yoktu, o, kendinden önceki isimlerden bazı cümleleri aşırmaktan başka bir şey yapmadı.”

Tarihsel bir kişiliğe “bud” misali tapmanın elbette ki anlamı yok. “Put” sözcüğü, o bildiğimiz “Buda” heykelciklerine atfen üretilmiş. Marx’ın heykelciklerini pazara çıkarmanın kıymeti kalmadı. Ama gene de şu söylenmeli: Marx’ın “intihalciliği” tespiti, on dokuzuncu yüzyılda Avrupa bir devrim coğrafyası olmasaydı, geçerli olabilirdi. Demek ki intihalcilik eleştirileri, ya coğrafyanın devrimden temizlendiği momentte arz-ı endam ediyor ya da bu eleştiriler, devrimi coğrafyadan arındırmak için dillendiriliyor.

Liberal ağız, kapitalizmin zamana hüküm koyma derdini mutlak, ilahi bir ilke olarak üstleniyor. Zamanın tarihe doğru daralmasına karşı direnç, hep bu ağızda ve ağızdaki sakızda karşılığını buluyor. Marx’ın kelâmı, tam da Avrupa devriminde anlam ve değer kazanıyor. Politik niteliğini burada buluyor. Avrupa’dan çıktığında sudan çıkmış balığa dönüyor. İşte o vakit Lenin oluyor nefesin adı.

Velhâsıl; Marx, politikleşmiş ve devrimcileşmiş bir coğrafyanın örgütlediği tarihsel bir kişilik. O, politikanın ve devrimcinin koşulladığı bir hurucun kolektif öznesi. O özneye örgütlenmişsen Marksistsin, örgütlenmemişsen ve onu burada tasfiye etmenin derdindeysen liberal.

* * *

Anakronizm, Leonardo da Vinci’nin 1498 tarihli Son Yemek tablosundaki portakaldır. İsa’nın son yemeğini anlatan resimde, on beşinci yüzyılda Portekizlilerin kıtaya getirdikleri portakal da kendisine yer buluyor. Burada İsa’nın güncelle bağı kurulmak istenmiş olabilir ya da bu resim, Avrupa’daki sömürgeci zenginliğin kendisine İsevî bir dayanak bulmak istemesi olarak da anlaşılabilir.

İkinci anakronizm türü ise Bizans sarayının sergilendiği bir Türk filminde kralın düşmanına “mikrop” demesidir. Mikrop, ilk kez 1675’te keşfedilmiş ama nasıl olmuşsa, iki yüz yıl önce Bizans sarayında, üstelik bir küfür olarak kullanılabilmektedir.

Mekânın topluma ve coğrafyaya doğru daralmasına dönük itiraz ise muhafazakâr kesimde dil buluyor. Bunların itiraz biçimleri de liberallerle ortak yönler taşıyor. Her ikisi de anakronizm batağına batmaya mecbur.

Liberalizm ve muhafazakârlık, su olup efendilerinin düşmanlarına ait dayanakları eritmek derdindedir. İlki zamanı, ikincisi mekânı bu amaçla kullanır. İkisi arasındaki rekabetin halesine kapılmamak gerekir. Sonuçta iki yaklaşım da toplumsal-tarihsel dayanaklarımızı çürütmek, parçalamak gayesini güder. Dayanakları zayıf ya da eksik olanların muhafazakâr veya liberal birikime yaslanması, bu noktada kaçınılmazdır.

* * *

İsmail Beşikçi, özellikle doksanlarda, Kürd hareketinin koşulladığı ve var ettiği tarihsel bir kişiliktir. Bilim insanı namusu ile Kürd’ün maruz kaldığı zulme bakmış, bilimi namluya sürme konusunda önemli adımlar atmıştır.

Ancak ya Kürd hareketi onun ya da o Kürd hareketinin genel bağlamından çıktı ki bugün aykırı bir pozisyona savruldu. Bir tür anakronizme meyyal laflar sıralıyor son demde. Beşikçi, tarihin her momentinde bugünkü “Kürdistan”ı arayıp buluyor ve bu “Kürdistan”ı bitmiş, kemale ermiş bir olgu olarak zamana teşmil ediyor. Bu tepkinin liberallerdeki “bırakın şu silâhları artık” sakızını çiğnediğini görmek gerekiyor. Tüm tarihte kafadaki Kürdistan’ı aramak, bu andaki Kürdistan’ı silme çabasının bir sonucu.

Olumlu ya da olumsuz anlamda Kürd hareketini öldürmek, bu türden zaman ve mekân tasarımlarının eşliğinde gerçekleşiyor. İsmail Beşikçi, diyelim on altıncı yüzyılı anlatırken, aklının bir köşesinde bugünün muhayyel Kürdistan’ı konuşuyor ve o günkü dinamikleri bu Kürdistan’a göre ayrıştırmaya ve anlamaya çalışıyor. Anakronik bir üslupla, İsa’ya portakal yediriyor ama İsa’ya portakal yedirmenin onu zehirleyeceğini görmüyor. Belki de görüyor.

* * *

Lenin, Marksizmin dünyevîleşmesi geriliminde tanımlı. Bu ise ancak burjuvazinin toplum ve tarih dayatmasından kurtulmakla mümkün. Burjuvazi ve düşman, “Çar” mecazı üzerinden, karşıya alınıyor. Bu amaçla komünist hareket “öncü parti” kavramıyla tanışıyor. Lenin’in Kautsky’den “intihal” ettiği bu fikriyat, Rus topraklarında dönüşüyor. Zamana hüküm koymak isteyenler, kavramın kronolojisini çıkartırken, arada bir sızı misali yaşanan hurucu, dönüşümü, sıçramayı görmüyorlar ve kavramı kendi kirli sularında eritip yok edeceklerini zannediyorlar.

Öncü parti meselesinin masonizme, karbonarilere ve Hristiyan tarikatlara dek uzanan bir yanı var. Meselenin burjuva sele kapılmaya, rüzgâra saçlarını kaptırmaya karşı kolektif bir direnç oluşturma yönü görülmeli. Karbonariler de parçalanmış İtalya’nın birliği mücadelesinde pazarın ve egemenlerin oyununa kapılmamak için sırra çekiliyorlar ve o şekilde hareket ediyorlar. Öykünme burada.

Öncü parti, kitlenin kendiliğinden mücadelesinin dışında, onu arkadan itip toparlayan, yeri geldiğinde öne geçip hedefe götüren bir lokomotif. Öncü partinin devrimden ve politikadan azade olanların bir gizli tarikatı olarak örgütlenmesi, tabiî ki sorunlu.

Öncü parti, tıpkı Kürdistan gibi, iki yönden çekiştiriliyor ve genel bağlamından çıkartılıyor. Ondaki politik ve devrimci boyut es geçiliyor. Öncü partiyi tarihten ve toplumdan silmek için o, ya zamana ya da mekâna teşmil ediliyor. Lenin, içi sızlamayanların, derisinde bir milim yara izi istemeyenlerin ikonasına ya da şeytanına dönüşüyor.

* * *

Murat Çakır, çok şey söyleyen ama hiçbir şey anlatmayan İsmail Beşikçi eleştirisinde, öncü parti meselesini hiç anlamamış olan Rosa’nın eteğine tutunup, “emekli ol İsmail Hoca” diyor. Milliyetçiliği küçük burjuva olarak etiketleyip, “demokratik cumhuriyet”i proleter ilân ediyor. Mazlumların milliyetçiliği ile zalimlerin milliyetçiliğini eş kefede değerlendirdikten sonra, çıkınındaki tüm ulusötesi ve ulusaşırı, dünyacı ezberini İsmail Beşikçi’nin suratına çalıyor.

“Ne mozaiği, mermer mermer!” diyen Alpaslan Türkeş gibi, tüm dünyayı mermer pürüzlüğünde görmeyi arzulayan Çakır, esasında yeryüzü haritasında bir Kürdistan görmek istemediğini aşikâr ediyor ve onca Kürdün muradını hiç yerine koyuyor. Paris’te kahvaltı, Londra’da öğle yemeği, New York’ta akşam yemeğini yiyen burjuvaların pratik hayatını hayal olarak mazlumlara pazarlıyor, “böyle olmak varken, niye daha Kürdistan diye tutturuyorsunuz” diyor. Oysa Kürd, Paris’te vuruluyor, Londra’dan kovuluyor, New York’un dayağını ve hançerini yiyor.

Doksanların politik bir çentiği olarak İsmail Beşikçi, Murat Çakır gibilerin hayal dünyalarını bozan tehlikeli bir unsur gibi görünüyor. Bazı Ak Partici borazanlar gibi, İsmail Beşikçi’yi Kemalizmin yanına atmaya yelteniyor ama pazarını düşündüğü için bunu yapamıyor ve arkadan dolanıyor.

Tarihsel annesi Rosa Luxemburg da Marx’tan aldığı ezberle millet ve parti meselesinde bu türden çentiklere, kesiklere hep alerji geliştiriyor. Luxemburg, Lenin’in öncü partisini despotik buluyor. Politik ve devrimci dönüşümü görmezden geliyor.

Marx, yaşadığı dönemde Avrupa’nın Ruslar tarafından fethedileceği korkusu içinde yaşayan aydınlar içinde düşünüyor ve doğu meselesini buradan ele alıyor. Osmanlı’nın parçalanmasına bu nedenle karşı çıkıyor, zira o dönemde Osmanlı, Avrupa’yı Ruslara karşı koruyan bir istinat duvarı görevi görüyor.

Rosa da kendi ülkesi Polonya’nın bağımsızlığına bu nedenle karşı çıkıyor. Marx ve Bakunin arasındaki kavga da böylesi bir jeopolitik boyuta sahip. Lenin-Rosa arasındaki gerilim de aynı ortamda doğuyor. Sonrasında Rosa’ların katli ardından yoldaşları, onları ihbar edenin Moskovacı Karl Radek olduğunu söylüyorlar.

Avrupalı solcular, sol komünistler, Rus coğrafyasının devrimcileşmesini ve politikleşmesini asla anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar. Bugün Avrupa’da anakronik anlamda Rosacı olmak, politika ve devrim dışılık demek oluyor. Bugün kimileri, troçkistleşmemek için Rosa’nın eteğine sarılıyorlar. Troçkistleşmek, İngiliz-Amerikan çizgisine çekilmek gibi bir anlama sahip.

* * *

Sınıf, millet ve din bayrağı altında toplaşıp zalime, sömürene karşı başkaldırmış tüm âdemoğlunu zamansız-mekânsız bir “ezilen” bayrağı altına toplamak nafile. Öyle bir bayrak yok. O, devrimsizliğin ve politikasızlığın bayrağı sadece. Bu açıdan, ezilenciliğin zaman ve mekân bağlamında muhafazakâr ve liberal külliyattan beslenmesi tesadüf değil. Tarihteki belli bir başarının ezberlenmesi ve bunun tüm zamana veya mekâna teşmil edilmesi, çıkışsız.

Sınıfın, milletin ve dinin politik ve devrimci anlamda dönüşüme uğradığı momentler elbette önemli. Ama bu momentlere ilişkin malumatını satanlardan da uzak durmak gerek. Zira onlar, o momentin ölümüne dair basit birer mecaz. Mecazın sürekli yinelenmesi, asıl söylenecek sözü de öldürüyor. Devrime ve politikaya dair edebiyat, hem devrimin ve politikanın öldüğü noktada vücut buluyor hem de ters yönde devrim ve politika imkânlarını da öldürüyor.

Kürdistan’ı on altıncı yüzyılda arayıp bulmak, bugünkü Kürd mücadelesinin ya bitimine işaret ediyor ya da bitirilmesi iradesine. Oysa mücadele, hâlâ devam ediyor.

1789’u bugünde aramak, bugünkü kurtuluş mücadelelerini Avrupa tasarımına bağlamak, 9. Senfoni’den başka marş tanımamak anlamına geliyor. İlerlemeci bir tasarımla, “geleceğin sosyalizmi için yolları temizliyoruz” deniliyor ama asıl temizlenenin sosyalizmin dayanakları olduğu görülmüyor.

Ezilencilik, Marx, Lenin gibi politik-devrimci momentleri silmek için var. Bu yaklaşımı, sınıfın, milletin ve dinin toplumsal-tarihsel planda var ettiği tüm politik-devrimci momentlerin silinmesi muradı olarak okumak mümkün.

Eren Balkır
16 Şubat 2013

0 Yorum: