Dan
Wadada Nabudere [15 Aralık 1932-9 Kasım 2011] Uganda’nın önemli
akademisyenlerindendir. Afrika’nın birliğini savunan yazar, Marcus Garvey
Panafrika Enstitüsü’nün kurucusudur. Aşağıdaki yazı, Nabudere’nin Emperyalizmin
Politik Ekonomisi isimli çalışmasından alınmıştır.
● ● ●
Ekim
Devrimi, yeni bir dönemi başlattı. Tarihte ilk kez uluslararası proletaryayı ve
dünyanın ezilen halklarını temsil eden sosyalist devlet, emperyalizme
günlerinin sayılı olduğu konusunda ikazda bulundu. “Tüm ülkelerin işçileri ve
tüm ezilen halklar birleşin” sloganı, ilk kez gündeme geldi. Proletarya yeni
müttefikler kazandı. Bu ittifaklar, tekelci kapitalizm koşullarında gerçekleşen
kapitalist gelişmenin yaşadığı çelişkilerin bir sonucuydu.
1917’de
Sovyetler, tazminata ve ilhaka izin vermeyen bir barış anlaşması yapılması
çağrısında bulundu. Ayrıca Sovyetler, silâh zoruyla ilhak edilmiş toprakların
özgürleştirilmesini, işgal altındaki topraklardan askerlerin çekilmesini ve
savaş esnasında kayıplar yaşamış halkların bağımsızlığının verilmesini talep
etti. Ayrıca Sovyetler, parçası olduğu ülkeden ayrılmak isteyen ulusal
grupların politik geleceğine karar verme noktasında halk oylaması yapılmasını
ve ulusal azınlıklara demokratik haklarının verilmesini istedi. Alınan kararın
asıl önemli yanı, onun aynı ilkelerin sömürge halklar için de uygulanmasını
istemesiydi. Buna göre sömürge halklar, kendi kaderini tayin hakkına ve
bağımsızlığa kavuşacaklardı. Kararda gizli işletilen diplomasi mahkûm edilirken,
bir yandan da açık halk diplomasisinin yürütülmesi talep edilmekteydi.
Sağlam
temeller üzerine oturtulmuş, ahlakî açıdan güçlü ve propaganda amacıyla ilân
edilmiş tüm bu devrimci talepler, emperyalistleri ciddi ölçüde rahatsız etti.
Avrupalı güçler, Bolşeviklerin itirazını pek ciddiye almadılar, ilhak ettikleri
yerleri ve sömürgeleri terk etme konusunda hiçbir şey yapmadılar. Buna karşılık
ABD başkanı Wilson, Sovyetler’in itirazını ciddiye aldı ve On Dört Maddelik
Program’ını hazırladı. Program, gizli diplomasiyi Sovyetler gibi reddeden ve
kendi kaderini tayin hakkı ilkesini onaylayan bir tür karşı-manifestoydu. Ama
burada Wilson, esas olarak Avrupa dışındaki sömürge topraklarından söz
ediyordu.
Bu
epey iddialı olan ilkeler, ABD’nin baskısıyla, diğer kapitalist ülkelerce kabul
edildi, sözlü olarak kimi taahhütlerde bulunulmuş olmasına rağmen bahsi geçen
ilkeler, Versay Anlaşması’nda dikkate alınmadı. Wilson’daki liberalizmin tüm
dünyayla ilgili olarak hazırladığı programın özünü teşkil eden kendi kaderini
tayin hakkı ilkesi, esasen programın beyan edilmesinden kısa bir süre sonra
gerçekleşen Bolşevik devrime Wilson tarafından yapılan müdahaleler üzerinden
açıktan ihlal edildi.
Savaşın
ardından ABD, kilit sektörlerdeki üretimi artırması için yeni pazarlara ihtiyaç
duyduğunu anladı. Doğu Avrupa’nın emperyalizmin kontrolünden çıktığı savaş
sonrası dönemde Sovyetler’in gerçekleştirdiği saldırı ile birlikte emperyalizm,
elinde kalanı koruma ihtiyacı ile yüzleşti. Yeni politika uyarınca kendi
kaderini tayin hakkı fikrine yoğunlaşılacak, böylelikle emperyalizme ilericilik
maskesi takılacak, tüm inisiyatif Sovyetler’in elinden alınacaktı. Bu politika,
ABD’ye hiçbir şey kaybettirmez, aksine onun ekonomisini güçlendirirdi.
Sömürgeciliğin ortadan kaldırılmasını isteyen ABD stratejisi, bu anlamda
emperyalizmin bir ürünüydü. Yeni sömürgecilik stratejisi, bu politikadan neşet
etmişti.
Emperyalizmin
bu yeni politikayı uygulamaya koymak istemesinin bir sebebi daha vardı.
Avrupa’da özellikle yeni sömürgecilik sahasında “komünizmin yol açtığı yıkım”,
özgürlük ve demokrasiden yana durduğu ölçüde emperyalizm için bir sorun teşkil
etmiyordu. “Komünist yıkıcılık”la ilgili korkunun köklerini emperyalizmde
aramak gerekmekteydi. Emperyalizm, tam da bu sebeple söz konusu yıkıcılığa
hassasiyet geliştirdi. Emperyalistler, Üçüncü Dünya’ya dayatmak istedikleri
“demokrasi” ve “özgürlük” modelinin burjuvazinin Avrupa, Amerika ve Japonya’da
ekonomik kalkınma düzleminde elde ettiği sonuçlara yol açmayacağının gayet açık
farkındaydı.
Avrupa’da
burjuvazi, feodalizmi ve krallık rejimlerini ezilen köylülerin kitlesel desteği
ile alaşağı etmişti. Gelgelelim bu türden bir burjuva devrimin ihtiyaç duyduğu
koşullar sömürgelerde mevcut değildi. Avrupa’da feodalizmin yıkılışı,
köylülüğün feodal sömürüden kurtulmasına ve ekonomik kalkınmaya sebep olmuş, bu
süreçte yeni bir sömürü biçimi olan ücretli emekle tanışılmıştı. Ancak
sömürgelerde ve yarı sömürgelerde köylü kitlelerin emperyalizm koşullarında bu
türden bir ekonomik kalkınmaya ve kurtuluşa tanıklık etmesi imkânsızdı.
Emperyalizm,
kapitalizm öncesi toplumların tümüyle dönüşmesine izin veremez, hatta tam
aksine, bu toplumların dönüşümüne mani olur, onları tekelci kapitalizmin
ihtiyaçlarına tabi kılar. Bazı sömürgelerde burjuvazinin iktidarı ele
geçirmesiyle kapitalizm gelişmeye sebep olsa da 1880 sonrasında ele geçirilen
bir sömürgede veya yeni elde edilen bir sömürgede bu türden bir gelişimin
yolunun açılması mümkün değildir.
Emperyalizmde
kapitalizm, gelişiminin en üst aşamasına ulaşmıştır. “Aşırı üretim” kaynaklı
krizden en azından kısa vadede çıkabilmesi için üretimin yoğunlaştırılması,
pazarların büyütülmesi, sermayenin organik bileşiminin kâr getirecek düzeylerde
tutulması için önemli hammadde kaynaklarının güvence altına alınması gerekir.
1880 sonrasında kartel, tröst ve şirket birlikleri türü tekeller meydana
gelmiştir. 1880-1900 döneminde sömürgeler için verilen mücadele yoğunlaşmıştır.
Ayrıca ilk defa “işgal altında olmayan” topraklar, tüm dünya genelinde
Avrupalı, Amerikalı ve Japon tekeller tarafından bölüşülmüştür.
Yeni
gelişen koşullarda emperyalizm, sömürge ve yarı sömürge ülkelere hâkim olduğu
sürece klasik burjuvazinin kalkınma yolunun kapalı olduğu görülmüştür. Bu yolu
kapatansa Avrupa, Amerika ve Japonya’daki çelişkilerle yüklü kapitalist
gelişimdir. Tekelci kapitalizm, ancak dünyayı sömürdüğü takdirde hayatta
kalabilir. Bu çelişkilerle yüklü süreçte kapitalizm, sömürgelerde küçük de olsa
işçi sınıfı meydana getirmiştir. Sonrasında bu sınıf, emperyalizme karşı
mücadelenin öncüsü olarak, sömürgelerde ve yarı sömürgelerde ayaklanmıştır.
Bunun sebebi, üretim güçlerinin gelişimi adına, yeni sömürgeler dünyasındaki
koşulların emperyalizmin tasfiyesini talep etmiş olmasıdır.
Ayrıca
Ekim Devrimi, hem emperyalist ülkelerin proletaryası hem de sömürge ve yarı
sömürge halklara mensup proletarya ve köylülük için yeni bir umut olmuştur.
Artık emperyalizmi yıkmak hem mümkündür hem de tarihsel bir zorunluluktur,
üstelik bu yıkım işlemi sosyalizm temelinde gerçekleştirilebilmektedir. Geri
kalmış sömürge ve yarı sömürge ülkelerde devrimci değişim imkânları ortaya
çıkmıştır.
Dan Wadada Nabudere
[Kaynak:
The Political Economy of Imperialism, Zed Press, İkinci Baskı, 1978, s.
268-279.]