14 Kasım 2020

,

Biden’a Sevinme İhtimali Marksist Paradigmanın İflasıdır

 

İyi bilinen şey, tam da iyi bilindiği için, aslında bilinir değildir. Bilgi sürecinde kişinin kendisini ve başkalarını yanlış yönlendirmesinin en yaygın yöntemi, bir şeyin iyi bilindiğini farz edip o şekilde kabul etmektir.

[Georg W. F. Hegel]

 

Hegel, inanılmaz derecede güzel bir kelâm etmiş vaktiyle, tekrar tekrar okumak, zihinlerimizi berraklaştırıyor. Oysa iyi bildiğimiz şeyi nasıl tanımlıyoruz, iyi bildiklerimiz her zaman sınır çektiklerimiz anlamına gelmiyor mu?

Bu sözü, toplumsal gelişimin bugünkü aşaması ile yorumlamaya başladığımızda, oluşmakta olan tablonun kendisi nasıl duruyor? Şüphesiz biz devrimci marksistler, bugün de sınıf savaşımının durumunun analizini yapmaya, egemen sınıfın hareket alanlarını ve stratejik hamlelerini yorumlamaya çalışıyoruz. Gelen eleştirilerin kendisi, yani sözüm ona marksistlerin son yakınçağ analizlerinin yetersiz olması, bir bakıma haklı ama eksiktir. Bir ihtiyacın doğması, bu ihtiyaca müdahale konusunu gündeme getirir Belki siz bunu gerçekleştirmek istemeyebilirsiniz, fakat yarında var olacak iştirakçilik, dayanışma ve paylaşma ekseninde kurulacak bir dünya için zorlu koşullarda mücadele etmeyi göze almış devrimciler için bu ihtiyaç, tüm cüssesiyle sol hareketimizin acil gündemini kaplamış durumda.

Tarihin gelişimi karşısında hiçbir güç duramaz, buradan çıkartılan aksiyomla birlikte kapitalist üretim tarzının kendisi bugün için erimektedir, çürümenin kendisi, yeni ve gelişen toplumsal ilişkilerin önüne set çeken ve dolayısıyla başladığı girdiden daha fazla değer üretmekte olan sermayenin gelişimidir.

Sermayenin gelişim yasasını tek bir şeyle özetlemek isteseydik, biz onu “varlıkların toplumsal üretimine başladığı, bu toplumsal üretim şeklinin yeni bir döngüye girdiği noktada, ilk başladığı yerden daha fazla değer üretmek zorunda olmak” olarak tanımlardık.

Kapitalist üretimin kendisi, özel mülkiyet sahipliği düzleminde kurulduğundan beri -iktidarın burjuvazi tarafından ele geçirildiği ilk andan itibaren- gelişmekte olan yeni ilişkilerin, üretim tarzının düşmanıdır. Ekonomik üretim dünyasında bulunan bu varlıklar konumları gereği birbirlerine eşit olamazken, tekelci hegemonyanın yarattığı üstyapı kurumlarınca birbirlerine eşitliği varsayılır. Sivil toplum kavramının kanlı canlı vücut bulmuş örneğidir bu eşitlik. Yazının devamında, bu sivil toplum önermesinden hareketle, gündemin nasıl yanlış yorumlandığına sizleri şahit kılmak isterim.

Gündemimizde Damat’ın istifası ve ABD seçimleri artık eski birer başlık. Bu son başlık, Türkiye’de sol harekette, en azından bir kısmında değişik bir şekilde yankı buldu. ABD seçimleri, aslında bir noktası ile sınıf savaşımının içerisinde sızmakta olan klikleri ortaya çıkarttı. Mahir Çayan’ın Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine adlı eserinde oportünizm üzerine çok net bir atış gerçekleştirmişti. Şöyle demişti Mahir:

“Oportünizm bukalemun gibidir. Çeşitli kılıklara bürünerek sosyalist hareket içinde ortaya çıkar. Oportünizmin kılık kıyafetini o ülkenin ekonomik ve sosyal bünyesi, işçi sınıfının politik bilinç ve örgütlenme seviyesi, kısaca ülkenin içinde bulunduğu devrimci aşamanın niteliği belirler.”

İşçi sınıfı içerisinde var olan kontra örgütlenmeler ve burjuva klikler, aslında sosyalist devrimci hareketimizin içerisinde sınıf savaşımının seyri ve o anki güncel politik durumun hattına göre örgütlenirler ve coğrafyamızın içerisinde bulunduğu devrimci durumun yükselmesi sonucunda burjuva devlet mekanizmasının kendi örgütlülüğünün cılızlaştığı süreç içerisinde -ki bu süreç devrimci örgütlülüğün otoritesiyle verili olan hegemonyanın sarsılması ile mümkündür- burjuva devlet, kendi hâkimiyet araçlarını toplumsal örgütlenmenin içerisinde daha fazla nüfuz ettirmeye çalışır. Bu noktada en önemli işlevi, kendi hesabına çalışan, devrimcilik sosuna batırılmış, gerçekliği saptıran faaliyetler görür. Peki biz bunu neden bugün konuşuyoruz?

Şöyle ki bugün ABD seçimlerine dair birçok garip fikir ile karşılaştık, bu fikirler bir noktası ile kendince bir varlığa sahip olmayan, bir iddiası bulunmayan kişiler tarafından ortaya atıldı. Fakat bugün konumuz, zaten bunları ele almak değildir, bir bakıma bunları ele alsak bile amacın kendisi bu değildir.

Mesele, kendisini “devrimci sosyalist” olarak değerlendiren bir kişi veya örgütün neden böyle konuştuklarını anlamak değil, üstlendikleri unvanın zarar görmemesini sağlamaktır.

Misal, bir ton liberal ve burjuva ideologun ağzından çıksa “pes, bunları nasıl da uyduruyorlar” diyeceğimiz birçok deli saçması fikir, bugün “dostlarımız” tarafından üretilmektedir. Bugün bu “dostlar, “Trump Gitti, İşçiler Kazandı”, “Trump Gitti, Dünya Kazandı”, “Trump Gitti, Kadınlar Kazandı” diyebiliyor.

Aslında bu fikir “Sivil Toplum” anlayışına dayanıyor. Bu anlayışa göre:

“Devletsiz toplumlar, insanlığın ‘barbarlık’ dönemidir. Buna karşın, devletin ortaya çıktığı toplumlar da ‘sivil’ olarak adlandırılıyor. ‘Sivil toplum’, insanlar arasında bir sorun çıktığında başvuracakları bir kurumun olduğu toplumlar olarak tanımlanıyor. İşte insanların kendi aralarındaki sorunları çözmek için başvuracakları bu kurumların en yetkini, en üste duranı da devlet oluyor.”[1]

Görüldüğü üzere, devletli toplumlara yönelik onay, bu tanımlama içinde saklı. Bu toplumlar, uygar toplumlar olarak değerlendiriliyor. Böylece artık bir devlet mekanizmasının kendisi, artık insanlığın insan oluşundan beri var olacak bir şey olarak görülüyor ve bu marksist devlet kuramının kendisinin inkârına ve dolayısıyla imhasına varıyor.

İnsanların kendi aralarındaki sorunları çözmek veya bir toplumsal sorunun en dibine inerek onu çözebilmenin kendisi, hâlihazırda varolan bir otorite olarak burjuva devletle birlikte ele alınıyor. Hem başvuru hem sorun kaynağı toplumsal üretim değil, burjuva devlet otoritesi olarak görülüyor. Bu otorite, çözümü sunacak bağımsız parametre hâline geliyor. Sivil toplum anlayışı bağlamında yapılan güncel politik değerlendirme, daha baştan hataya düşüyor. Meseleler birbirinden bağımsız, kendiliğinden şeyler olarak yorumlanıyorlar. Üretim araçları üzerindeki sahiplik ve buradan kaynaklanan sınıfsal karşıtlık ele alınmıyor, başka olasılıklara bakılıyor. Sınıflı toplumun en çirkin hâli olarak kapitalist üretim ilişkisinden kopartılan “sivil toplum” anlayışı, burjuva devlete dair anlayışı biçimlendiriyor.

Bu sivil toplum anlayışından hareket eden “dostlarımız” şunu söylüyorlar: “Kamala Harris, ABD tarihinin ilk kadın başkan yardımcısı. O, ABD toplumunda öteki kabul edilen bir Siyahî. Onun seçilmesi, ötekilerin imtiyaz elde etmesi demek.” Bu fikr-i takip üzerinden şu söyleniyor: “Biden’ın kazanmasıyla sınıf savaşımı yükselecek, dolayısıyla devrimci durum oluşabilecek.” Bu iki görüş, bizatihi üzerine bastığı temel yüzünden saçmadır.

Tekelci aşamanın kendisi, kapitalist üretim ilişkisinden bir sapma değil, o ilişkinin sınıf savaşımının güncelliğinde yeniden üretilmesidir. Tekelcilik, üretim süreci içerisinde artı-değeri inanılmaz boyutlarda artırmaktadır, fakat bu kabul üzerinden meseleyi salt ekonomik düzlemde ele almamak gerekir.

Tekelci hegemonyanın kendisi, bugün bizzat medya-eğitim-devlet üçgeninde kimi araçlara sahiptir.

Metaın değerini yaratan şey, türdeş insan emeğinin emek-zamanına endekslidir. Değerin fiyattan sapması, kapitalist piyasada olağandışı değil, olağandır. Piyasada arz-talep dengesi sihirli bir çubuk ile dengelendiğinde ise değerin kendisi fiyatta eşit olur, fakat bilim, hiçbir vakit sihirli değneklerle ölçüm yapmaz.

Tekelci ilişkilerin istikrara kavuşma sürecinde piyasaya, bu noktada kitlelere bakılır. Talep edilen şey, “eşitlik, özgürlük, adalet” olduğu için tekelci hegemonya, burjuva devlet, sınıf savaşımı dâhilinde yaşayan bir organizma ve gelişen bir varlık olduğundan, kitlelerde oluşan bu talebi karşılamaya çalışır.

Bu noktada peşinen söylemek gerekir ki Biden-Kamala ikilisinin iktidara gelme süreci, kitlelerde oluşmuş olan bu “eşitlik, özgürlük, adalet” isteğini, arzusunu bastırmaya yöneliktir. Amaç, ABD’de küçük ölçeklerde ve yerellerde gelişen işçi grevlerini, insanlığın hak arama taleplerini, dahası, ezilen toplumun tüm taleplerini “eşitlikçi ve demokrat bir iktidar başa geldi, bakın bütün sorunlarımız çözülecektir” yaratarak bastırmak, üretim ilişkileri bağlamında artı-değer üretimi esnasında oluşabilecek en ufak bir sorunun önünü almak, kitlelerde açığa çıkabilecek iktidar talebine ve onlar eliyle gerçekleşebilecek ayaklanmalara mani olmaktır.

Ayrıca tekelci hegemonya, kitlelerin kendisinde oluşan talebi bizzat medya aracılığıyla karşılamaya çalışır. Bu aşamada medya devreye girer. Son dönemde çıkarılan Netflix, HBO, Amazon Prime vb. ideolojik aygıtların neredeyse hepsi, insanların bu oluşmakta olan eşitlik idealine suni bir şekilde müdahale etmek için Siyahîlerin, LGBT+ ve diğer ezilen kesimlerin ön plana çıkarıldığı yapımlar sunmaktadır. Burada amaç, bu tür toplumsal kesimlerin sorunlarının, sefaletin ve zenginliğin birlikte üretildiği üretim ilişkilerinin zarar görmesine mani olmak ve bu kesimlerin biriken öfkesini sınırlı alanlara kanalize etmektir.

Biden-Kamala ikilisini bu noktadan kavramaya çalıştığımızda ise son dönemde gerçekleşen en büyük kendiliğinden hareket olan “Black Lives Matters”, yani “Siyahların Yaşamı Önemlidir” hareketine bakmak gerekir.

Bu kendiliğinden hareket bir devrimci hareket ile buluşamadığı ölçüde ki buluşamadı, ilk önce bütün protesto gösterilerinde olduğu gibi, yerelliklere gömüldü, dağıldı, oradan da sönümlendi. O günlerde ABD işçi sınıfı, bir tercihle karşı karşıya kaldı. Kendisiyle hesaplaşması sonucunda ya burjuva devletin niteliğini anlayarak bir devrimci hareketle buluşacaktı ya da tekelci hegemonyanın etki alanlarını geliştirerek, onun iktidarını yeniden üretecekti.

Bugün Anadolu coğrafyasında Erdoğan’ın dilinden düşüremediği bir olgu olarak “Gezi’nin Hayaleti” egemenlerin korkulu rüyası olmaya hâlâ devam ediyor. O günden bugüne Erdoğan iktidarı önderliğinde burjuvazi, kendiliğinden oluşabilecek halk hareketlerine karşı iç savaş örgütünü hâlen daha güçlendiriyor.

ABD’de “öngörülemez” bir şekilde başlayan eylemlerin kendisi, burjuvaziyi öylesine korkutmuş olacak ki kitlelerin kendisi ile hesaplaşmasına izin vermeden yeni aktörleri olan Biden-Kamala ikilisini ön plana çıkarttı.

Kamala, başkan yardımcılığına getirildi, böylece “tüm ezilen kesimler imtiyaz sahibi oldu” türünden cümleler duyulmaya başlandı. Oysa bu tür isimler ve politikalar, ezilen kesimlerin sömürü koşullarında yaşamaları konusunda birer araç olarak iş görüyorlardı. Bu sayede sistemin kendisini idame ettirmesi amacına hizmet ediliyor, ezilenler tümden sömürü ilişkilerine bağlanıyorlardı. Dolayısıyla “Biden’ın seçilmesiyle birlikte işçi sınıfının devrimci mücadelesi bir ivme kazandı” diyenler, sistemin istikrara kavuşturulduğunu anlamıyorlardı. Biden ise şunu söylüyordu:

“Meselenin özü şudur: hepimiz aynı gemideyiz. Dolayısıyla kimse cezalandırılmamalıdır. Kimsenin yaşam standardı değişmeyecek, köklü bir değişim yaşanmayacaktır.” [Joe Biden, başkanlığı konusunda zengin bağışçılarına güvence veriyor.][2]

Bu konuşmasında Biden, burjuvaziye onun sözünden çıkmayacağını söylüyor, çürümüş olan kapitalist üretim ilişkilerinin yeni dönem koruyuculuğunu üstlendiğine dair ona güvence sunuyor.

Mevzu ne kadar bulanıklaştırılsa da aslında gayet açık ve nettir. Emekçiler, bir bütün olarak yaşamak zorunda bırakıldıkları bu adi ve çirkin ilişkilerin devamı için, hem düşmanın hem dostun ideolojik saldırısına maruz kalıyor. Bu noktada Lenin’e kulak vermek gerekiyor:

“Şimdi aramızdan bazıları şöyle bağırmaya başlıyorlar: gelin bataklığa gidelim! Ve onları ayıplamaya başladığımız zaman da, karşılıkları şu oluyor: ‘Ne geri insanlarsınız! Sizi daha iyi bir yola çağırma özgürlüğünü bize tanımamaktan utanmıyor musunuz?’ Evet beyler! Yalnızca bizi çağırmakta değil, istediğiniz yere, hatta bataklığa bile gitmekte özgürsünüz. Aslında bize göre sizin gerçek yeriniz bataklıktır, oraya ulaşmanız için size her türlü yardımı yapmaya da hazırız. Yeter ki ellerimizi bırakın, yakamıza yapışmayın ve o büyük özgürlük sözcüğünü kirletmeyin, çünkü biz de dilediğimiz yere gitmekte ‘özgürüz’, yalnızca bataklığa karşı değil, yüzlerini bataklığa doğru çevirenlere karşı da savaşmakta özgürüz!”[3]

Bizim özgürlük ve eşitlik anlayışımız, bu üretim ilişkilerinin kalıbına sığmaz, sığdırılamaz, bizim özgürlük anlayışımız şudur: Özgürlük, her gün kanımızı, emeğimizi vampir gibi emen sermayeye karşı savaşmaktır!

Varsın bu yolda üstümüze oklar yağsın, fakat biz inandığımız, imtiyazsız, sınırsız özgür dünya mücadelemizi aklımızdan-yüreğimizden alanlara, sokaklara, işçi grevlerine ulaştıracağız. Sizin karşımıza koyduğunuz her türlü aldatmaca, entrika, devrimci teorimiz ışığında sadece sineklerin vızıltısı kalır! Yarınlar için dövüşmeyi öğretenler gösterdi ki özlemle beklediğimiz o günlere ancak bir direnişi güçlendirmek yaymak, geliştirmek koşulu ile ulaşabiliriz.

Direnişi ancak örgütlenerek sürekli hâle getirebiliriz. Onun içindir ki sosyalizm mücadelesi hâlâ yenilmedi. Onun içindir ki hâlâ serüvenciler yollara düşüyor. Onun içindir ki hâlâ umutlarımız tükenmedi.

Alican Kelek
14 Kasım 2020

Dipnotlar:
[1] Sinan Özbek, “Marksist Devlet Düşüncesi: İktidarsız Toplum”, 17 Nisan 2012, Altüst.

[2] Aktaran: Louis Allday, “Biden’ın Başkanlığına Dair Boş Beklentiler”, 10 Kasım 2020, İştirakî.

[3] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, Sol Yayınları, Çev.: Muzaffer Erdost, Kasım 1992, s. 16.

0 Yorum: