01 Kasım 2020

,

Cücük

“Kızıl Azerbaycan Müslüman halkların egemenliğe doğru uzanan yolunda bir meşaledir” [1920’ler]


Hain Kim?

Erdoğan Aydın programında[1] Çerkes Ethem’i hain ilân edenleri eleştiriyor. “Hain” diyenlerden biri, karşısında oturuyor.

Osman Tiftikçi, yıllar önce teorik açıdan oldukça zayıf olan, ordu ile ilgili kitabında “hain Çerkes Ethem” üzerine “gelişkin analizler” dile getiren bir isimdi. Çerkes haindi, çünkü Osman Tiftikçi bir sosyalist değil, Kemalist bir askerdi. Kitabı da muhtemelen 2000’lerle birlikte gündeme gelen, ordunun küçülmesi, profesyonelleşmesi bağlamında kaleme alınmıştı. Sipariş bir işti.

Erdoğan Aydın da eski bir askerdi, o da bu profesyonelleşme sürecinin sol aydını olarak ön plana çıkartıldı. Ön plana çıkartılışını milletçilik ve bireycilik arasındaki ilişki üzerinden anlamak gerekiyor. Devlet, bireye önce “milletine sahip çık ki şu dincilikten kurtulasın” diyor, aynı zamanda millete de “şu bireyciliği önemse ki gericilik sana bir şey yapamasın” telkininde bulunuyor. Küçük burjuva, her fırsatta, kendisini sermayeye ve devlete yamamayı biliyor.

Öz ve Ön

Bu düzlemde pozitivist bir kurgu ile burjuvaziyi ölçü alan bir birey kurgulanıyor. Solculuk, o birey denilen ideoloji olarak tanımlanıyor. Bu anlamda iş, o bireyin üzerindeki milliyetçilik ve dincilik kabuğunun kırılması olarak görülüyor. Öne bireyin kendisi konuluyor. Öncü o oluyor.

“Din, sonra da millet gidince geriye sol kalacak” diye düşünüyorlar. Herkesi böyle kandırıyorlar. Bu sebeple bir kısım solcu, Silikon Vadisi ideolojisine bağlanıyor. Elon Musk, Bill Gates gibi isimleri kendilerine yakın gördükleri için onları öncü belliyorlar. Dinciler, milliyetçiler gidecek, tabii ki solcular da bitecek, geriye üstinsan olarak birey kalacaktır. Üstinsansa yoksula, alt-insana, ezilene düşmandır.

Küçük burjuva birey, neyin özü olduğunu, neyin önünde durduğunu sorgulamıyor. Sınırların ve sınıfsallığın silindiği yeri vatan biliyor. O yerin ve oranın efendilerinin sınırlarını ve sınıfsallığını asla sorgulamıyor. Özgür bireyi dine ve millete karşıt bir güç olarak formüle ettiğinde, sınırlardan ve sınıfsallıktan kurtulacağını sanıyor. Okullar olmayınca eğitim bakanlığının kolayca yönetileceğini düşünüyor.

Kabuk

“İslamcılık” tabiri, Kemalist CHP’lilerin çok sevdikleri bir ifade. Dinin milletin işlerine veya bireyin işlerine karışmamasını isteyenler, geçmişte Müslüman olarak belirli politik gelişmelere tepki koymuş kişi ve örgütleri “İslamcı” olarak tarif ediyorlar.

Bireyciler, milletçiler, dinciler, küçük burjuva pratiğinde ortaklaşıyorlar. CHP’liler, her Müslümana “İslamcı” diyerek belirli güçlere mesaj gönderiyorlar ve “devletin-sermayenin ilerlemesine her zaman hizmet ederim” demiş oluyorlar. Din millet, millet de birey önünde diz çöktürülüyor. Bireyse egemenler ölçüsünde tarif ediliyor. Kazanan, hep onlar oluyor.

İdeolojik planda kendisini İslamcı olarak görenler de ilk İslamcının Peygamber olduğunu söylüyorlar. Tüm zamana ve mekâna teşmil edilmiş bir fikir, hükmünü ve anlamını yitiriyor.

Esasen İslamcılık, hilafetin ilga edilmesine tepki olarak gelişen politik bir yönelim. Bu açıdan misal, Sudan’da İngilizlere kök söktüren toplumsal politik hareketi (Mehdi hareketini) İslamcı olarak görmemek gerekiyor. Sınırsızlık-sınıfsızlık hâli olarak formüle edilmiş bir “İslamcılık” yakın döneme kayıtlı. Küçük burjuvaların bu hâl ile ilgili yarışlarını pek ciddiye almamak gerekiyor.

İşkil

Anlaşılan o ki Osman Tiftikçi, kârlı başka bir kapı bulmuş: İslam-Sosyalizm. Ordu kökenli olsun ya da olmasın, bu tür küçük burjuvaların İslam-sosyalizm tartışmalarını ikbal kapısı olarak görmeleri, Erdoğan Aydın gibi devletin organik aydınlarının bu meseleye ilgi göstermeleri karşısında işkillenmek gerekiyor. Bu tartışmalar, Müslüman siyasetin laikleştirilerek, milletin sınırına ve sınıfına kul edilmesi için yapılıyor. Emevi-Abbasi eleştirileri, sınır-sınıf zemininde değil, esasen bir tür Arap düşmanlığı kisvesi altında icra ediliyorlar. Döne dolaşa İslam, efendilerin Türklük tanımına boğuluyor.

Tiftikçi konuşmasına, “Osmanlı’da güçlü bir İslamcı hareket yok” diyerek başlıyor.[2] Bunun sebebi şu: Çünkü Osmanlı’da İslamcı hareket yok! Tanımı bugünden, bugünün laik siyasetinden yapınca anakronizme düşülüyor. O anakronizm, bilime asla alan tanımıyor.

İslamcı hareketin tarihinin başlangıcını İslamcılar da farklı tespit ediyorlar. Ama politik hareket varsa, bu devletin kurduğu şeyhler meclisinde veya tarikat-devlet münasebetinde aranamaz. Bağımsız bir olgu olarak varolan bir şeyi tanımlamak gerekiyor. Dolayısıyla İslamcılık, ancak Osmanlı’da hilafetin kaldırılması ile mümkün olabiliyor. Temelde politik irade, niyet ve eylemlilik, o boşlukta oluşuyor. Dolayısıyla Tiftikçi’nin tüm argümanı daha baştan temelsiz. Bu tür laik solcular, İslamcı olmasına rağmen neden bazı isimlerin iştirakçiliğe, sosyalist harekete yüzlerini dönebildiklerini anlamıyorlar.

Erdoğan Aydın, Ayşe Hür ve Tiftikçi, bugünün CHP kahvelerinde aşağılayıcı bir tabir olarak kullanılan kelimelerle tarihi açıklamaya çalışıyorlar, o kelimelerin yüz-iki yüz yıl önce varolduklarını, gerçeği izah ettiklerini düşünüyorlar. Bu, bilime edilmiş bir küfür!

Tiftikçi’nin kafasında İslamcılık, kara kabuk, onun içinde milliyetçilik diye bir zar var, sol ancak o zar yırtıldığında, o kabuk çatladığında ortaya çıkabiliyor. Soğan metaforu ile düşünen bu zevat, soğuk savaş döneminin kapışmaları içerisinde devletlerin sola ezberlettikleri, solu kendisine bağlamak için dillendirdikleri düşüncelere iman ediyor. Küçük burjuvaların ağzına bal çalınıyor, merkezde, yücede ve üstte olduklarına dair masallar anlatılıyor, sonra da onlar, egemenleri rahatsız eden dinamiklerin üzerine salınıyorlar.

Neticede devletler, milletlerin ve dinî hareketin içerisindeki sınıflar mücadelesinde sosyalist hareketin mevzi kazanmasını istemiyorlar. Onu, kendinden menkul, kendisinin tanrısı, kendisinden mesul bir varlık olmaya mecbur ediyorlar. Solculara, “milliyetçileri ve dincileri yok etmeden siz varolamazsınız” lafını vura vura öğretiyorlar. Solcular, tam da bu zihniyet sebebiyle Marx, Engels ve Lenin’deki sol ve solculuk eleştirilerini hiç anlamıyorlar. Sermayenin ve devletin tanımladığı solculuk, Marksizmi kovuyor. Çünkü Marksizm, genel sol siyaset içerisindeki bir devrim olarak varoluyor.

Hür Badem

Ayşe Hür, konuşmasında görülüyor ki zihin dünyası ile gerçek dünyayı karıştırıyor. “İslamcı” diyerek Müslüman kesimi küçümsüyor, basit bir kategoriye hapsediyor, sonra da “Müslümanlık bu kadar güçlü müydü, Kemalizm oraya yüz verdiği için bu hâldeyiz, aslında politik açıdan önemsizlerdi” diyor. Kendisi, cehaletin tanımı olarak konuşuyor.

Ayşe Hür, bir dönem AKP’ye destek verdiği için, o dönemi temize çıkartmak, teslimiyetini gizlemek adına, sürekli İslam’a ve Müslümana küfretme gereği duyuyor. Aynı durum Candan Badem için de geçerli. Fethullah’ın toplantılarından çıkmayan Badem, bugün komünistmiş gibi görünüp İslam’a küfretmeye mecbur. Badem, bu sebeple kavramları altüst ediyor, “Osmanlı emperyalizmi”nden bahsediyor, liberallere ve CHP’lilere sıcak gelecek cümleler kuruyor. Çünkü devir, Fethullah sayesinde hoca olma imkânlarıyla yüklü devir değil. Yemek yenilen kabı korumak için başka yerlere işmar etmek gerekiyor.

Bürokrasi ve Diplomasi

Tiftikçi’nin kitabıyla ilgili takdim[3] yazısında laiklik, dinin toplum üzerindeki etkisinin kırılması olarak tarif ediliyor. Sovyetler “laik” olarak tanımlanıyor. Müslüman toplumlardaki dinî dönüşümden, yani dinin silinmesi pratiklerinden bahsediliyor. Bunları, İslam-sosyalizm tartışmalarını düne kadar gericilik kabul eden bir örgüt söylüyor. O örgüt, dinin etkisini sınıfsal-politik anlamda ayrıştırma gereği duymuyor. Burjuva solculuğu yapmayı maharet sayıyor.

Tüm bu tartışmalar, küçük burjuvaların birey, millet ve dinle ilgili kazıkları etrafında dönüyor. Küçük burjuvalar, kendilerini satmayı maharet sayıyorlar.

Bu tür yetiştirmelerden biri olarak Besim Tibuk, “1930’da Türkiye’nin komünizme geçtiğini” söylüyor, solcu küçük burjuvalar da buna inanıyorlar. Devletin üç-beş klasik romanı solculara tercüme ettirmesinde devrimci anlamlar bulanlar, süreci ancak devletle ve devlet açısından anlayabiliyorlar. Onların ezilenleri ve sömürülenleri görmeleri mümkün değil.

1950 öncesi SSCB ile devlet dolayımıyla kurulan ilişkiler, bir bürokrasi ve diplomasi pratiğine ait. Bu pratiğin, Kıvılcımlı’nın otuzların başında “devrim ve strateji bağlamında dert edindiği mazlum kitleler” [Yol] ile bir ilişkisi yok. Ticaret-siyaset, bürokrasi-diplomasi, solun sınırlarını tayin ediyor. O sınırlarda darbenin özü ve içeriği anlaşılamıyor. Çünkü sol, başka yerlere bağlı.

1950’de veya 1980’de devletin zorunluluk gereği boşalttığı yerlere yerleşmeyi solculuk diye pazarlayanlar fena hâlde yanıldılar, milleti ve halkı çok kötü yanılttılar. Devlet, dönemin gereği denize açılır, limanın bekçiliğini solcu isimlere terk eder. Sağa dümen kırar, solun gemiyi terk etmemesi için birilerini görevlendirir. O işi isteyenler ve sevenler hep bulunur.

Bu bağlamda Osman Tiftikçi’nin derdi, devletin laiklik mücadelesine sosyalist hareketi örgütlemektir. O, bahsini ettiği dönemde, Sovyetler’le Türkiye arasında, “Türkî” coğrafya konusunda bir rekabet ve alan kavgası olduğunu görmez.[4] Sovyetler’le ilgili anlattığı hikâye üzerinden, Kemalist iktidarın propagandasına bağlanır. Tiftikçi, ancak Türkiye-Sovyetler ilişkisi ölçüsünde, o ilişkinin izin verdiği kadar solcu olabilmiş bir askerdir.

Müslüman Düşmanlığı

Fransa’da veya başka yerlerde devlet ve sermaye emriyle Müslümana (özelde Cezayirli ve Afrikalı göçmenlere) karşı yürütülen mücadeleye örgütlenen solcuların hepsi, ajanlaşmıştır. Müslümana karşı yürütülen mücadele, sosyalist harekete ve işçi hareketine karşı mücadeleyi beslemiştir. Sarı yeleklilerin tepesine inen balyoz, Şarli Ebdo yürüyüşlerinde imal edilmiştir. “Bugün devletin gericilere karşı mücadelesine ortak oluruz, yarın bu işin bahşişini güzel güzel yeriz” diyenler, yanılgı içerisindedirler. Bunlar, kendi çıkarlarından gayrısını düşünemezler.

İngilizler, 1921’de hem Anadolu güçleriyle hem de Sovyetler’le anlaşmışlardır. Ticaret ve siyaset, iç içedir. Bu iki anlaşma, birçok ortak noktaya sahiptir. İngilizler, “geri ve ilkel” Doğu’yu Sovyetler’e terk etmiştir. İngiliz devleti içinde sömürgelerden kurtulmak gibi bir eğilim de söz konusudur. Basit manada burjuva devrimlerin hızlı sürümü, Doğu’nun kentlerinde yürürlüğe konulmuştur. Oradaki sosyalist siyasetin menzili de sınırları da bellidir.

Doğu’nun devrimci yürüyüşünden uzak duran kimi solcular, Doğu’yu aydınlanma ve ilerleme bağlamında, geliştirilmesi gereken gerici bir düşman olarak görmüş, solculukla ve Sovyetler'le bu düzlemde ilişki kurmuşlardır. Bu solcular, ilk fırsatta burjuva iktidara teslim olmuşlardır. (Tiftikçi’nin İstanbul’daki sosyalistleri övmesi, burayla ilgilidir. O, İstanbullu sosyalistlerin kitle tabanının Ermeni veya Rum emekçileri olduğunu, Anadolu’daki sosyalistlerin Müslüman halkla yürüdüğünü görmez. Burada açık bir sınıfsal tercih söz konusudur.)

Türkiyeli komünistlerin Sovyetler’le, Türk devletinin SSCB ile ilişkini tayin eden, bu burjuva devrimi anlayışıdır. Türkiye’nin Sovyetler’le ilişkisi dâhilinde ciddiye alınmak isteyen sosyalistler, iki ülke arasındaki ilişkinin dolayımı olan İngilizleri, sonrasında o İngilizlerin yerini alan ABD’yi görmemişlerdir. İngilizler ve ABD ile tanımlıdır o ilişki. Çünkü bu güçler için Türkiye, Azerbaycan veya Kırgızistan gibi geliştirilmesi gereken, geri bir yerdir.

Otuzlarda Moskova’ya giden ressamlar, Ankara’ya film çekmeye gelen yönetmenler, hep bu ilericilik ve burjuva siyaseti temelinde anlam kazanmışlardır. Solcuların belirli bir kısmı için siyaset, ticaretin ve diplomasinin tayin ettiği bir memuriyetten ibarettir. Bunlar, maddi çıkarlarından asla vazgeçememektedirler. “1950 öncesinin güzel günleri” bu ticaretten ve diplomasiden ibarettir. Sovyetler’le ilişkilere önem veren solcular için Türkiye, SSCB içindeki, modernleştirilmesi gereken, basit bir “Türkî” cumhuriyettir. Solculuk, bu ilişkinin süsüdür.

Liberalizm

Bugün sosyalist hareket, liberalizm üzerinden tanımlanıyor. Artık “liberalizmin hedeflerine sosyalizmle varılır” diyen yazılara daha fazla rastlanıyor.[5] Her gün ülkede liberalizmi sosyalizm ambalajında satan yeni bir örgüt kuruluyor, eskiler, bu yola tevessül ediyor.

Aynı liberalizm, Müslüman-sol ilişkilenmesinde de güçlü. AKP döneminde liberallerle kurulan ilişki, ağırlık noktasını Fethullah üzerinden, bu alana taşıdı. Dolayısıyla, bu kesimlerin devlet ve kapitalizm eleştirileri sahte, temelsiz. Sırf AKP ile sınırlı. Bir yandan da gerçek bir sosyalist itirazın maddileşmesine mani oluyorlar. Sosyalizmi kendi çıkarlarına göre tanımlıyorlar. Herkes, liberal siyaseti sosyalizmmiş gibi satıyor. Bireye göre kurgulanan sosyalizm, millet ve din içerisindeki sınıflar mücadelesine örgütlenemiyor, oradaki cedeli örgütleyemiyor.

Eren Balkır
1 Kasım 2020

Dipnotlar:
[1] Tarihin Peşinde II, 13 Eylül 2020, Youtube.

[2] Tarihin Peşinde I, 13 Eylül 2020, Youtube.

[3] “İslam-Sosyalizm”, 5 Ekim 2020, Sendika.

[4] “Cemaatler, Tarikatlar ve Sovyetler’de Din”, 23 Eylül 2020, Youtube.

[5] Matt McManus, “When Karl Marx Really Thought About Liberalism”, 14 Ekim 2020, Jacobin.

0 Yorum: