“Kızıl Azerbaycan Müslüman
halkların egemenliğe doğru uzanan yolunda bir meşaledir” [1920’ler]
Hain Kim?
Erdoğan Aydın programında[1] Çerkes Ethem’i hain ilân
edenleri eleştiriyor. “Hain” diyenlerden biri, karşısında oturuyor.
Osman Tiftikçi, yıllar önce teorik açıdan oldukça
zayıf olan, ordu ile ilgili kitabında “hain Çerkes Ethem” üzerine “gelişkin
analizler” dile getiren bir isimdi. Çerkes haindi, çünkü Osman Tiftikçi bir
sosyalist değil, Kemalist bir askerdi. Kitabı da muhtemelen 2000’lerle birlikte
gündeme gelen, ordunun küçülmesi, profesyonelleşmesi bağlamında kaleme
alınmıştı. Sipariş bir işti.
Erdoğan Aydın da eski bir askerdi, o da bu
profesyonelleşme sürecinin sol aydını olarak ön plana çıkartıldı. Ön plana
çıkartılışını milletçilik ve bireycilik arasındaki ilişki üzerinden anlamak
gerekiyor. Devlet, bireye önce “milletine sahip çık ki şu dincilikten
kurtulasın” diyor, aynı zamanda millete de “şu bireyciliği önemse ki gericilik
sana bir şey yapamasın” telkininde bulunuyor. Küçük burjuva, her fırsatta,
kendisini sermayeye ve devlete yamamayı biliyor.
Öz ve Ön
Bu düzlemde pozitivist bir kurgu ile burjuvaziyi ölçü
alan bir birey kurgulanıyor. Solculuk, o birey denilen ideoloji olarak
tanımlanıyor. Bu anlamda iş, o bireyin üzerindeki milliyetçilik ve dincilik
kabuğunun kırılması olarak görülüyor. Öne bireyin kendisi konuluyor. Öncü o
oluyor.
“Din, sonra da millet gidince geriye sol kalacak” diye
düşünüyorlar. Herkesi böyle kandırıyorlar. Bu sebeple bir kısım solcu, Silikon
Vadisi ideolojisine bağlanıyor. Elon Musk, Bill Gates gibi isimleri kendilerine
yakın gördükleri için onları öncü belliyorlar. Dinciler, milliyetçiler gidecek,
tabii ki solcular da bitecek, geriye üstinsan olarak birey kalacaktır.
Üstinsansa yoksula, alt-insana, ezilene düşmandır.
Küçük burjuva birey, neyin özü olduğunu, neyin önünde
durduğunu sorgulamıyor. Sınırların ve sınıfsallığın silindiği yeri vatan biliyor.
O yerin ve oranın efendilerinin sınırlarını ve sınıfsallığını asla
sorgulamıyor. Özgür bireyi dine ve millete karşıt bir güç olarak formüle
ettiğinde, sınırlardan ve sınıfsallıktan kurtulacağını sanıyor. Okullar
olmayınca eğitim bakanlığının kolayca yönetileceğini düşünüyor.
Kabuk
“İslamcılık” tabiri, Kemalist CHP’lilerin çok
sevdikleri bir ifade. Dinin milletin işlerine veya bireyin işlerine
karışmamasını isteyenler, geçmişte Müslüman olarak belirli politik gelişmelere
tepki koymuş kişi ve örgütleri “İslamcı” olarak tarif ediyorlar.
Bireyciler, milletçiler, dinciler, küçük burjuva
pratiğinde ortaklaşıyorlar. CHP’liler, her Müslümana “İslamcı” diyerek belirli
güçlere mesaj gönderiyorlar ve “devletin-sermayenin ilerlemesine her zaman
hizmet ederim” demiş oluyorlar. Din millet, millet de birey önünde diz
çöktürülüyor. Bireyse egemenler ölçüsünde tarif ediliyor. Kazanan, hep onlar
oluyor.
İdeolojik planda kendisini İslamcı olarak görenler de
ilk İslamcının Peygamber olduğunu söylüyorlar. Tüm zamana ve mekâna teşmil
edilmiş bir fikir, hükmünü ve anlamını yitiriyor.
Esasen İslamcılık, hilafetin ilga edilmesine tepki
olarak gelişen politik bir yönelim. Bu açıdan misal, Sudan’da İngilizlere kök
söktüren toplumsal politik hareketi (Mehdi hareketini) İslamcı olarak görmemek
gerekiyor. Sınırsızlık-sınıfsızlık hâli olarak formüle edilmiş bir “İslamcılık”
yakın döneme kayıtlı. Küçük burjuvaların bu hâl ile ilgili yarışlarını pek
ciddiye almamak gerekiyor.
İşkil
Anlaşılan o ki Osman Tiftikçi, kârlı başka bir kapı
bulmuş: İslam-Sosyalizm. Ordu kökenli olsun ya da olmasın, bu tür küçük
burjuvaların İslam-sosyalizm tartışmalarını ikbal kapısı olarak görmeleri,
Erdoğan Aydın gibi devletin organik aydınlarının bu meseleye ilgi göstermeleri
karşısında işkillenmek gerekiyor. Bu tartışmalar, Müslüman siyasetin
laikleştirilerek, milletin sınırına ve sınıfına kul edilmesi için yapılıyor.
Emevi-Abbasi eleştirileri, sınır-sınıf zemininde değil, esasen bir tür Arap
düşmanlığı kisvesi altında icra ediliyorlar. Döne dolaşa İslam, efendilerin
Türklük tanımına boğuluyor.
Tiftikçi konuşmasına, “Osmanlı’da güçlü bir İslamcı
hareket yok” diyerek başlıyor.[2] Bunun sebebi şu: Çünkü Osmanlı’da İslamcı
hareket yok! Tanımı bugünden, bugünün laik siyasetinden yapınca anakronizme
düşülüyor. O anakronizm, bilime asla alan tanımıyor.
İslamcı hareketin tarihinin başlangıcını İslamcılar da
farklı tespit ediyorlar. Ama politik hareket varsa, bu devletin kurduğu şeyhler
meclisinde veya tarikat-devlet münasebetinde aranamaz. Bağımsız bir olgu olarak
varolan bir şeyi tanımlamak gerekiyor. Dolayısıyla İslamcılık, ancak Osmanlı’da
hilafetin kaldırılması ile mümkün olabiliyor. Temelde politik irade, niyet ve
eylemlilik, o boşlukta oluşuyor. Dolayısıyla Tiftikçi’nin tüm argümanı daha
baştan temelsiz. Bu tür laik solcular, İslamcı olmasına rağmen neden bazı
isimlerin iştirakçiliğe, sosyalist harekete yüzlerini dönebildiklerini
anlamıyorlar.
Erdoğan Aydın, Ayşe Hür ve Tiftikçi, bugünün CHP
kahvelerinde aşağılayıcı bir tabir olarak kullanılan kelimelerle tarihi açıklamaya
çalışıyorlar, o kelimelerin yüz-iki yüz yıl önce varolduklarını, gerçeği izah
ettiklerini düşünüyorlar. Bu, bilime edilmiş bir küfür!
Tiftikçi’nin kafasında İslamcılık, kara kabuk, onun
içinde milliyetçilik diye bir zar var, sol ancak o zar yırtıldığında, o kabuk
çatladığında ortaya çıkabiliyor. Soğan metaforu ile düşünen bu zevat, soğuk
savaş döneminin kapışmaları içerisinde devletlerin sola ezberlettikleri, solu
kendisine bağlamak için dillendirdikleri düşüncelere iman ediyor. Küçük
burjuvaların ağzına bal çalınıyor, merkezde, yücede ve üstte olduklarına dair
masallar anlatılıyor, sonra da onlar, egemenleri rahatsız eden dinamiklerin
üzerine salınıyorlar.
Neticede devletler, milletlerin ve dinî hareketin
içerisindeki sınıflar mücadelesinde sosyalist hareketin mevzi kazanmasını
istemiyorlar. Onu, kendinden menkul, kendisinin tanrısı, kendisinden mesul bir
varlık olmaya mecbur ediyorlar. Solculara, “milliyetçileri ve dincileri yok
etmeden siz varolamazsınız” lafını vura vura öğretiyorlar. Solcular, tam da bu
zihniyet sebebiyle Marx, Engels ve Lenin’deki sol ve solculuk eleştirilerini
hiç anlamıyorlar. Sermayenin ve devletin tanımladığı solculuk, Marksizmi
kovuyor. Çünkü Marksizm, genel sol siyaset içerisindeki bir devrim olarak
varoluyor.
Hür Badem
Ayşe Hür, konuşmasında görülüyor ki zihin dünyası ile
gerçek dünyayı karıştırıyor. “İslamcı” diyerek Müslüman kesimi küçümsüyor,
basit bir kategoriye hapsediyor, sonra da “Müslümanlık bu kadar güçlü müydü,
Kemalizm oraya yüz verdiği için bu hâldeyiz, aslında politik açıdan
önemsizlerdi” diyor. Kendisi, cehaletin tanımı olarak konuşuyor.
Ayşe Hür, bir dönem AKP’ye destek verdiği için, o
dönemi temize çıkartmak, teslimiyetini gizlemek adına, sürekli İslam’a ve
Müslümana küfretme gereği duyuyor. Aynı durum Candan Badem için de geçerli.
Fethullah’ın toplantılarından çıkmayan Badem, bugün komünistmiş gibi görünüp
İslam’a küfretmeye mecbur. Badem, bu sebeple kavramları altüst ediyor, “Osmanlı
emperyalizmi”nden bahsediyor, liberallere ve CHP’lilere sıcak gelecek cümleler
kuruyor. Çünkü devir, Fethullah sayesinde hoca olma imkânlarıyla yüklü devir
değil. Yemek yenilen kabı korumak için başka yerlere işmar etmek gerekiyor.
Bürokrasi ve Diplomasi
Tiftikçi’nin kitabıyla ilgili takdim[3] yazısında
laiklik, dinin toplum üzerindeki etkisinin kırılması olarak tarif ediliyor.
Sovyetler “laik” olarak tanımlanıyor. Müslüman toplumlardaki dinî dönüşümden,
yani dinin silinmesi pratiklerinden bahsediliyor. Bunları, İslam-sosyalizm
tartışmalarını düne kadar gericilik kabul eden bir örgüt söylüyor. O örgüt,
dinin etkisini sınıfsal-politik anlamda ayrıştırma gereği duymuyor. Burjuva
solculuğu yapmayı maharet sayıyor.
Tüm bu tartışmalar, küçük burjuvaların birey, millet
ve dinle ilgili kazıkları etrafında dönüyor. Küçük burjuvalar, kendilerini
satmayı maharet sayıyorlar.
Bu tür yetiştirmelerden biri olarak Besim Tibuk,
“1930’da Türkiye’nin komünizme geçtiğini” söylüyor, solcu küçük burjuvalar da
buna inanıyorlar. Devletin üç-beş klasik romanı solculara tercüme ettirmesinde
devrimci anlamlar bulanlar, süreci ancak devletle ve devlet açısından
anlayabiliyorlar. Onların ezilenleri ve sömürülenleri görmeleri mümkün değil.
1950 öncesi SSCB ile devlet dolayımıyla kurulan
ilişkiler, bir bürokrasi ve diplomasi pratiğine ait. Bu pratiğin, Kıvılcımlı’nın
otuzların başında “devrim ve strateji bağlamında dert edindiği mazlum kitleler”
[Yol] ile bir ilişkisi yok. Ticaret-siyaset, bürokrasi-diplomasi, solun
sınırlarını tayin ediyor. O sınırlarda darbenin özü ve içeriği anlaşılamıyor.
Çünkü sol, başka yerlere bağlı.
1950’de veya 1980’de devletin zorunluluk gereği
boşalttığı yerlere yerleşmeyi solculuk diye pazarlayanlar fena hâlde
yanıldılar, milleti ve halkı çok kötü yanılttılar. Devlet, dönemin gereği
denize açılır, limanın bekçiliğini solcu isimlere terk eder. Sağa dümen kırar,
solun gemiyi terk etmemesi için birilerini görevlendirir. O işi isteyenler ve
sevenler hep bulunur.
Bu bağlamda Osman Tiftikçi’nin derdi, devletin laiklik
mücadelesine sosyalist hareketi örgütlemektir. O, bahsini ettiği dönemde,
Sovyetler’le Türkiye arasında, “Türkî” coğrafya konusunda bir rekabet ve alan
kavgası olduğunu görmez.[4] Sovyetler’le ilgili anlattığı hikâye üzerinden,
Kemalist iktidarın propagandasına bağlanır. Tiftikçi, ancak Türkiye-Sovyetler
ilişkisi ölçüsünde, o ilişkinin izin verdiği kadar solcu olabilmiş bir
askerdir.
Müslüman Düşmanlığı
Fransa’da veya başka yerlerde devlet ve sermaye
emriyle Müslümana (özelde Cezayirli ve Afrikalı göçmenlere) karşı yürütülen
mücadeleye örgütlenen solcuların hepsi, ajanlaşmıştır. Müslümana karşı
yürütülen mücadele, sosyalist harekete ve işçi hareketine karşı mücadeleyi beslemiştir.
Sarı yeleklilerin tepesine inen balyoz, Şarli Ebdo yürüyüşlerinde imal
edilmiştir. “Bugün devletin gericilere karşı mücadelesine ortak oluruz, yarın
bu işin bahşişini güzel güzel yeriz” diyenler, yanılgı içerisindedirler.
Bunlar, kendi çıkarlarından gayrısını düşünemezler.
İngilizler, 1921’de hem Anadolu güçleriyle hem de
Sovyetler’le anlaşmışlardır. Ticaret ve siyaset, iç içedir. Bu iki anlaşma,
birçok ortak noktaya sahiptir. İngilizler, “geri ve ilkel” Doğu’yu Sovyetler’e
terk etmiştir. İngiliz devleti içinde sömürgelerden kurtulmak gibi bir eğilim
de söz konusudur. Basit manada burjuva devrimlerin hızlı sürümü, Doğu’nun
kentlerinde yürürlüğe konulmuştur. Oradaki sosyalist siyasetin menzili de
sınırları da bellidir.
Doğu’nun devrimci yürüyüşünden uzak duran kimi
solcular, Doğu’yu aydınlanma ve ilerleme bağlamında, geliştirilmesi gereken
gerici bir düşman olarak görmüş, solculukla ve Sovyetler'le bu düzlemde ilişki
kurmuşlardır. Bu solcular, ilk fırsatta burjuva iktidara teslim olmuşlardır.
(Tiftikçi’nin İstanbul’daki sosyalistleri övmesi, burayla ilgilidir. O,
İstanbullu sosyalistlerin kitle tabanının Ermeni veya Rum emekçileri olduğunu,
Anadolu’daki sosyalistlerin Müslüman halkla yürüdüğünü görmez. Burada açık bir
sınıfsal tercih söz konusudur.)
Türkiyeli komünistlerin Sovyetler’le, Türk devletinin
SSCB ile ilişkini tayin eden, bu burjuva devrimi anlayışıdır. Türkiye’nin
Sovyetler’le ilişkisi dâhilinde ciddiye alınmak isteyen sosyalistler, iki ülke
arasındaki ilişkinin dolayımı olan İngilizleri, sonrasında o İngilizlerin
yerini alan ABD’yi görmemişlerdir. İngilizler ve ABD ile tanımlıdır o ilişki.
Çünkü bu güçler için Türkiye, Azerbaycan veya Kırgızistan gibi geliştirilmesi
gereken, geri bir yerdir.
Otuzlarda Moskova’ya giden ressamlar, Ankara’ya film
çekmeye gelen yönetmenler, hep bu ilericilik ve burjuva siyaseti temelinde
anlam kazanmışlardır. Solcuların belirli bir kısmı için siyaset, ticaretin ve
diplomasinin tayin ettiği bir memuriyetten ibarettir. Bunlar, maddi
çıkarlarından asla vazgeçememektedirler. “1950 öncesinin güzel günleri” bu
ticaretten ve diplomasiden ibarettir. Sovyetler’le ilişkilere önem veren
solcular için Türkiye, SSCB içindeki, modernleştirilmesi gereken, basit bir
“Türkî” cumhuriyettir. Solculuk, bu ilişkinin süsüdür.
Liberalizm
Bugün sosyalist hareket, liberalizm üzerinden
tanımlanıyor. Artık “liberalizmin hedeflerine sosyalizmle varılır” diyen
yazılara daha fazla rastlanıyor.[5] Her gün ülkede liberalizmi sosyalizm
ambalajında satan yeni bir örgüt kuruluyor, eskiler, bu yola tevessül ediyor.
Aynı liberalizm, Müslüman-sol ilişkilenmesinde de
güçlü. AKP döneminde liberallerle kurulan ilişki, ağırlık noktasını Fethullah
üzerinden, bu alana taşıdı. Dolayısıyla, bu kesimlerin devlet ve kapitalizm
eleştirileri sahte, temelsiz. Sırf AKP ile sınırlı. Bir yandan da gerçek bir
sosyalist itirazın maddileşmesine mani oluyorlar. Sosyalizmi kendi çıkarlarına
göre tanımlıyorlar. Herkes, liberal siyaseti sosyalizmmiş gibi satıyor. Bireye
göre kurgulanan sosyalizm, millet ve din içerisindeki sınıflar mücadelesine
örgütlenemiyor, oradaki cedeli örgütleyemiyor.
Eren Balkır
1 Kasım 2020
Dipnotlar:
[1] Tarihin Peşinde II, 13 Eylül 2020, Youtube.
[2] Tarihin Peşinde I, 13 Eylül 2020, Youtube.
[3] “İslam-Sosyalizm”, 5 Ekim 2020, Sendika.
[4] “Cemaatler, Tarikatlar ve Sovyetler’de Din”, 23
Eylül 2020, Youtube.
[5] Matt McManus, “When Karl Marx Really Thought About Liberalism”, 14 Ekim 2020, Jacobin.
0 Yorum:
Yorum Gönder