Marksizm ve İslam: Bir Polemik İçin
Notlar
Devrim
Devrimlerin, vurgu ile belirtmekte fayda var, politik
devrimlerin kaderi ortak: devrim sonrasında tarih, bu devrimler bir daha
tekrarlanmasın diye, özellikle aydınlar cenahında, birilerini görevlendiriyor.
Bu birileri, “devrimci”ymiş gibi görünüp, devrimi talileştiriyorlar, yani onu
belli bir yere ve zamana hapsediyorlar ya da o birileri, karşı-devrimci olup,
dışarıdaki yer ve zamanı dondurmaya çalışıyorlar. Özetle, “devrimciler”,
devrimlerin içindeki, karşı-devrimciler ise devrimlerin dışındaki zamanı ve
mekânı dondurmaya gayret ediyorlar.
Marx’ın ayırıcı özelliği burada: o, tüm teorisini
belli bir politik-ideolojik “dert”le yazıyor ve sürekli, devrime işaret ediyor.
Bu amaçla Marx, içeriden ve dışarıdan çürütülen devrimi kitlelerin
hareketliliği ile örülen bir zaman ve mekânla yeniden kuruyor.
Bu inşa, Fransız Devrimi ile Sanayi Devrimi içinde,
ama bu devrimlerin toplumsal-tarihsel ürünleri ile birlikte gerçekleşiyor.
Tarih boyunca Marksizm dâhilinde, “işçi sınıfı” bağlamında kopan fırtınaların
nedeni de burada: sınıf, ilk, yoksa ikinci devrime göre mi görülecek ve anlam
kazanacak?
Devrimin içerisindeki ve dışarısındaki zaman-mekânın
dondurulması girişimi, akıllarda ve eylemlerde, geçmiş bir devrimin tarihsel
plandaki sabitlenişinde karşılığını buluyor. Örneğin Fransız Devrimi, ya her
yere Fransa muamelesi yapılıp, herkes Fransız kılınmaya çalışılarak
sürdürülmeye çalışıyor ya da başka ülkelerin Fransa’ya, halkların da
Fransızlara benzeştikleri noktalar silinerek özel bir alana hapsediliyor.
1789 sonrası yeniden inşa edilen Paris’te sokaklar,
halk kolayca barikat kurmasın diye genişletiliyorsa, kafanın içindeki sokaklar
da aynı şekilde genişletiliyor. Mimarî, devrime göre, devrim bir daha olmasın
diye biçimleniyor.
Yıllar sonra hiç umulmayan bir yer, Rusya, devrim
adına ses veriyor. Ekim Devrimi’nin “rastlantısal”lığı, birilerini ürkütüyor ve
o da söndürülmeye çalışılıyor. Bu noktada önemli bir saldırı cephesi, bu
devrimi Fransız Devrimi’nin bir uzantısı kılmak oluyor.
Birey = Sınıf
Fransız Devrimi, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik”
idealini Aydınlanma’nın “insan-birey”i temeli üzerinde inşa ediyor. Ama bu
temel, tersten, bir kılıf görevi görüyor ve ilgili şiarın altındaki
toplumsal-tarihsel gerçekliği gizliyor. Krala karşı mücadelenin ortak cephesi
sonradan bölünüyor, Jakobenler şehrin, Jirondenler köyün temsiliyetini üstlenip
meclisteki yerlerini alıyorlar. İlki meclisin soluna, ikincisi sağına oturuyor,
ortada ise kral duruyor.
Şehrin temel talebi, istikrar; istikrarın talebi ise
ücret ve fiyatların sabitlenmesi. Ama bu sabitleme önerisi, köylülerin işine
gelmiyor. Özetle liberalizm, bir köylü ideolojisinin içinden neşet ederek,
serbestiyeti bayrak ediniyor.
Her iki kesim ise devrimsiz bir toplum ve tarih
kurgusunda ortaklaşıyor. Devrim gününden başlayan bir takvimin kullanıma
sokulması bile, devrimin gerçekleştiği bir boyutu, zamanı silmeyi ifade ediyor
esas olarak. Devrim, bu sayede zihinlerde ve pratikte ötelenmiş oluyor.
Ekim Devrimi’nin içinde de zamanla onu Fransız
Devrimi’nin yeni hâli olarak karşılayanlar zuhur ediyor. Süreç içinde “birey”
yerine “sınıf” ikame ediliyor. Birey ve sınıf, dolaylı olarak Aydınlanma’nın
“insan”ına bağlanıyor. İnsan, Tanrı’nın yeryüzündeki hâli olarak tasavvur
ediliyor.
Aydınlanma dininin tanrısı olan insan, işçi sınıfı
donunda yeniden zuhur etmiş oluyor.
Politik/Toplumsal Devrim
Herhangi bir olaya “devrim” denildiğinde, hemen
toplumsal devrimlerle ilgili bilgi çıkınının devreye sokulması şaşırtıcı. Bu
noktada akla Sadri Alışık’ın o ünlü repliği, “bu da mı gol değil?” geliyor. Her
zaman ofsaytta kalmışların, kaybedenlerin, mazlumların çığlığını anlamayı, o
çığlıkla ortaklaşmayı asla kabul etmemek. “Sosyalizmi biz kuracağız” demek için
başkalarının ayaklanmasını küçümsemek. Devrim ve sosyalizm, her daim uhrevi bir
âlemde kalsın, bugüne, gerçeğe değmesin diye, bugüne, gerçeğe ait çıkışları
tırpanlamak. Yapılan bu.
İslam Devrim mi?
Fransız Devrimi ya da onun Rus versiyonu Ekim Devrimi
zaviyesinden baktığımızda, değil. Ama bu devrimlere Aydınlanma penceresinden
bakmıyorsak, İslam tabiî ki devrim. İslam, devrim olmayı bile batıda olumlu ya da
olumsuz açıdan bir biçimde devrim diye kodlanmış bu iki olaya göre hak
edebiliyor. Kendi toplumunu ve dönemini aydınlattığı için İslam, birden devrim
oluveriyor ya da aydınlatamadığı ispatlanmış ise gerileme, en iyisinden
“reform” olarak niteleniyor.
İbrahimî gelenek içinde bir devrim olduğu açık. Sadece
putperestler, pagan gelenekler, çoktanrıcılar değil, Hristiyanların ve
Yahudilerin hüküm sürdüğü topraklarda “din karşıtı din” olarak cisimleşiyor
İslam. Hristiyanlığa ve Yahudiliğe göre ve onlara karşı devrim oluşunun, hüküm
sürme noktasında, geriye çekilmiş olması, bu hakikati hiçbir biçimde
değiştirmiyor. Sınıfsallık ve toplumsallık arayacaksak eğer, birinde toprak
sahipliği, diğerinde tefecilik duruyor geri planda. “Hepsi aşiret değil mi?”
türünden anakronik, tarihdışı bir yaklaşımla, Muhammed’in bir aşiret üyesi
oluşuna abanmak, hiçbir şeyi çözmüyor kısacası.
“Alman
halkı, hiçbir surette devrimci bir gelenekten mahrum değil. Almanya’nın diğer
ülkelerin devrimlerindeki en iyi insanlara denk karakterler ürettiği, Alman
halkının merkezîleştirilmiş bir millet dâhilinde muhteşem sonuçlar
üretebilmesine imkân veren bir dayanma gücü ve kudret ortaya koyduğu, Alman
köylülerinin ve alt tabakaların kendi evlatlarını bile çoğunlukla ürperten kimi
fikir ve planların hamili oldukları zamanlar oldu.”[1]
Engels, Alman Köylü Savaşı isimli bu çalışması
ile özellikle Fransa’ya ve Fransız devrimcilerine bakıp hayıflanan Alman
devrimcilerine seslenerek, onlara kendi devrimci geleneklerini hatırlatıyor.
Bugün birçoklarının tüylerini diken diken edecek bir dil ve içerikle,
Almanlara, kendi geçmişinde, özellikle din bayrağı altında savaş alanlarını
dolduran halkını gösteriyor.
Köylü Savaşı’nı
toplumsal-sınıfsal analiz açısından okumak da mümkün, bu yönde politik
gerekçelerle değerlendirmek de. Ama birileri, bu topraklarda Muhammed’e veya
İslamî kıyamlara işaret etse, hemen “İncil” misali, Ekonomi-Politiğin
Eleştirisine Katkı’nın “Önsöz” bölümü çıkartılıyor ve böylelikle “üretici
güçlerin gelişmesini beklemeyen” sabırsız ahmaklara akıl ve ayar verilmiş
oluyor.
En kolayından, kısa devre yaparak, işçi sınıfı,
üretici güç ilân edilip, sınıfçılık, devrimcilik ve sosyalistlik olarak
yutturuluyor. Dolayısıyla, örneğin İslam’ın ve Müslümanların “sınıfî”,
“devrimci” ve “sosyalist” yanları mutlak bazı kabuller adına çöpe atılıyor.
Tarihi ve toplumu dönüştürenin, kabuller ya da sözler değil, somut eylemler ve
güçler olduğu görülmüyor. Daha doğrusu, bu görülüp sözlere ve kabullere
yükleniliyor.
Üstelik bahsi geçen “İncil” gösterisi, Fransız Devrimi
veya Ekim Devrimi adına yapılıyor. Yani bunlar, bir daha tekrarlanmasın diye,
örtük olarak “üretici güçler” öne çıkartılıyor. Burada, teoride belirlenmiş
güçle, gerçekteki güç arasında kısa devre yapılarak, güç sahibi olunabileceği
vehmine teslim olunuyor ve bu nedenle üretici olmayanların isyanları yok
hükmünde kabul ediliyor. Bu o denli abartılıyor ki, “işçi sınıfı” salt ürettiği
için göklere çıkartılıyor ve neredeyse işten atılan işçiler, “üretim” adına
sahiplenilip geri işe alınmaları için çalışılıyor. İşçi, kentli orta sınıfın maskesi,
bazı durumlarda zırhı, bazen de kendisine dair bir mecaz olarak iş görüyor.
Sömürü ve zulüm, bu üretim planlamacılığı karşısında
anlamını yitiriyor. Dolayısıyla devrimi yapacak olan sömürülenler ve mazlumlar,
üretim tanrısı önünde, parti, örgüt, sendika, dernek adı verilen sunaklarda
kurban ediliyorlar. Kendi işçisine ve sosyalizmine bunu yapan, Müslüman’a ve
İslam’a neler yapmasın?
Demir vs. Garbis
Demir Küçükaydın bir röportaj verdi[2], Garbis
Altınoğlu da burada söylenenleri kendi zaviyesinden cevaplamaya çalıştı.[3]
Esasen Küçükaydın, Fransız Devrimi’nin; Altınoğlu, Ekim Devrimi’nin şanlı
günleri karşısında körelen bir çift gözle meseleleri değerlendiriyordu.
Garbis’in Muhammed ve dönemin Arabistan’ı ile ilgili
sözleri, kendisinin eleştirdiği troçkistlerin ve bu cenahtan kopup liberalizme
yelken açan teorisyenlerin Sovyetler’e dönük eleştirilerini hatırlattı. Zira bu
kesimler de geri bir ülkede devrimin olamayacağına inanıyorlardı. Dolayısıyla
bu kesimler, Rusya’da olana devrim, yaşanana da sosyalizm dememeyi maharet
saydılar.
Demir “Stalin Muaviye’dir” diyerek, gençliğinden beri
Lenin’in yanında olmuş, ölümüne yakın onu pohpohlayanların “büyük öğretmen”
nidalarına karşı “ben hâlâ Lenin’in öğrencisiyim” diyen Stalin’i, Muhammed’in
düşmanı iken korkudan ve çıkarları gereği Müslüman olmuş bir aşiret reisinin
oğlu Muaviye ile eş tutuyordu. Böylelikle o, esasında Stalin üzerinden Lenin’e
küfrediyordu. Garbis ise Muhammed ve İslam ile ilgili söyledikleriyle, geçen
yüzyılın başlarında sosyalizme, Lenin’e ve Rusya’ya eleştiriler yağdıran
sağcıların tezleri ile ortaklaşıyordu.
Demir, ayrıca şehirli olduğu için önemsediğine dair
kimi vurgularda bulunmasına karşın, İslam’ın Şam gibi bazı güç merkezlerinde
yoğunlaşarak yeniden inşa edilmesinin sembolü olan Muaviye’yi kötü bir örnek
olarak kullanıyordu.
Buradaki hinlik şuydu: Demir, Müslümanları kendi ulus
karşıtlığı siyasetine yâr ya da kul etmek istiyor, bu amaçla Stalin’e küfretmek
için Muaviye’yi öne çıkartıyordu.
Temelde ulus karşıtlığı siyaseti de Avrupa solculuğunun
bir ürünüydü. Zira doksanların başında tüm üye ülkelerdeki okullarda okutulacak
tarih kitabını, Demir’in aklına uygun olarak, birlikte yazan Avrupa, bu kitapla
esasında birliğin sürekliliğini güvence altına almayı amaçlıyordu.
Garbis, “işçi sınıfı yoksa sosyalizm de yok”, Demir
“birey yoksa sosyalizm de yok” dedi. Oysa ikisi de insan denilen tanrıya tapma
noktasında din kardeşiydi.
Garbis için aşiretler, Demir için milletler gericiydi.
Durdukları nokta farklı olsa da kendi konumlarına göre tayin ettikleri
“ileri-geri”, aynıydı.
Garbis, Demir’in “bayrağın önemi yok” lafından
rahatsız oldu. Elbette bu rahatsızlık, Engels’in şu sözünü bilmemek ya da bilse
de onu anlamlandıramamaktan kaynaklanıyordu:
“Benim
için önemli olan, Rusya’da ilk itkinin verilmesi ve devrimin patlak vermesidir.
İşareti şu ya da bu hizbin vermesi, devrimin şu ya da bu bayrak altında olması
benim için önemli değil.”[4]
Demir, “bu dünyada Müslüman olmak imkânsız” dedi ve
aksini iddia etmenin Aydınlanma’nın dinine tabi olmak olduğunu söyledi, ama
devamında da Müslümanlara ulusla hesaplaşıp tüm dünyaya bakmayı, bu noktada da
Aydınlanma’nın dinine tam anlamıyla biat etmeyi önerdi.
Özetle Demir, insanlığı bölen uluslara; Garbis de
dinlere karşıydı. İnsanlık dedikleri ise burjuvazide maddileşen tanrı-bireyden
başka bir şey değildi. Öz çekirdekteki birey denilen hülyalı güzelliğin açığa
çıkabilmesi için din ve millet denilen kabuklardan kurtulmak zorunluydu. Demir,
bunun için dindarlarla; Garbis de millî olanla işbirliğine hazır olduğunu söylemiş
oldu.
Garbis, devrimi yapmış ve sosyalizmi şu veya bu
şekilde kurmuş bir ülkenin devrimcisine, örnek olsun, Stalin’e öykünmenin bugün
devrim yapmamış, sosyalizme de uzak bir ülke, bölge ve dünya gerçekliğinde
sonuçsuz olduğunu görmüyordu. Aynı şekilde tersten, Demir de devrimin ve
sosyalizmin politik olarak anlamını ve değerini yitirdiği uzak bir âlemden
konuşarak, bugüne hiçbir şey söyleyemeyeceğini anlamadı.
Bu açıdan Demir’in “bu dünyada İslam imkânsız” ve “bu
dünyada hiç sosyalizm yaşanmadı” sözleri aynı kafanın ürünüydü. O, başka
galaksilerde hayatın olduğunu somut olarak bilse, “tek dünyada sosyalizm”
eleştirileri yazmak için yanıp tutuşacak bir ruh hâli sergilemekteydi. Çünkü
onun gibilerde sosyalizm, imkânsızlıkla aynı anlama sahipti.
Oysa Troçki, “sönmüş yıldızlara hayat götüreceğiz”
diyen şair Mayakovski’yi eleştirdiği yazısında, ona cevapla, “sen önce
Moskova’nın elli kilometre uzağında aç köylülere ekmek götür” diyen bir
devrimciydi.
Bu polemiğin de gösterdiği üzere, Garbis’in
yazılarında Stalin’in; Demir’in yazılarında Troçki’nin cenaze marşı çalıyordu.
Zira bir işçi, ancak bir sınıfa ait ise anlam ve değer kazandığı gibi, söz
konusu iki isim de devrim ve sosyalizm bağlamında anlam ve değer
edinebiliyordu, kişisel özellikleri, hırsları ve arzuları ile değil. Bu
kişiliklerin öne çıkartılması, devrimin ve sosyalizmin geri çekilmesi demekti.
Devrim ve sosyalizm, sınır çekmek, sınır silmek ve
sınır boylarında dövüşmekti. İşi gücü, kendi bilgi dağarcığını ve hayat
algısına ait sınırları korumak olan Garbis ile işi gücü bir kuş misali
sınırlara kör bir hayat sürmeyi erdemmiş gibi taşıyan Demir arasındaki bu
polemikte politik açıdan devrime ve sosyalizme dair hiçbir şey yoktu.
Sınırlara içeriden ya da dışarıdan kör olmak, teori ve
pratik arasındaki sınıra karşı da körleşmeyi beraberinde getiriyordu.
Garbis, teorisini pratik; Demir pratiğini teori gibi
yaşıyordu. İlki için eylemsiz söz, ikincisi için sözsüz eylem önemliydi.
İlkinde Marksizm ve İslam, birbirine asla değmeyecek bir diyara atılıyor, ikincisinde
ise zaten değmeyeceği bir alana hapsediliyordu.
Bugün özellikle Ortadoğu ölçeğinde, İslam ve
Marksizmin tarihsel ve toplumsal düzlemde değdiği yerlerde olmak, çıkan
kıvılcıma iştirak etmek, devrimcilik ve sosyalistlik olmalıydı.
Eren Balkır
20 Şubat 2012
Dipnotlar:
[1] Marx-Engels, Collected Works, 10. Cilt, Frederick Engels: “The
Peasants War In Germany”, s. 399.
[2] “Sosyalizmin Muaviye’si Stalin’dir”, 27 Ocak 2012,
Adil Medya.
[3] Garbis Altınoğlu, “İslâm ve Marksizm”, 17 Şubat
2012, Adil
Medya.
[4] Marx-Engels, Collected Works, 47. Cilt;
“Engels’ten Vera İvanovna Zasuliç’e Mektup”, 23 Nisan 1885, s. 281.
0 Yorum:
Yorum Gönder