20 Şubat 2012

,

Marksizm ve İslam: Bir Polemik İçin Notlar


Devrim

Devrimlerin, vurgu ile belirtmekte fayda var, politik devrimlerin kaderi ortak: devrim sonrasında tarih, bu devrimler bir daha tekrarlanmasın diye, özellikle aydınlar cenahında, birilerini görevlendiriyor. Bu birileri, “devrimci”ymiş gibi görünüp, devrimi talileştiriyorlar, yani onu belli bir yere ve zamana hapsediyorlar ya da o birileri, karşı-devrimci olup, dışarıdaki yer ve zamanı dondurmaya çalışıyorlar. Özetle, “devrimciler”, devrimlerin içindeki, karşı-devrimciler ise devrimlerin dışındaki zamanı ve mekânı dondurmaya gayret ediyorlar.

Marx’ın ayırıcı özelliği burada: o, tüm teorisini belli bir politik-ideolojik “dert”le yazıyor ve sürekli, devrime işaret ediyor. Bu amaçla Marx, içeriden ve dışarıdan çürütülen devrimi kitlelerin hareketliliği ile örülen bir zaman ve mekânla yeniden kuruyor.

Bu inşa, Fransız Devrimi ile Sanayi Devrimi içinde, ama bu devrimlerin toplumsal-tarihsel ürünleri ile birlikte gerçekleşiyor. Tarih boyunca Marksizm dâhilinde, “işçi sınıfı” bağlamında kopan fırtınaların nedeni de burada: sınıf, ilk, yoksa ikinci devrime göre mi görülecek ve anlam kazanacak?

Devrimin içerisindeki ve dışarısındaki zaman-mekânın dondurulması girişimi, akıllarda ve eylemlerde, geçmiş bir devrimin tarihsel plandaki sabitlenişinde karşılığını buluyor. Örneğin Fransız Devrimi, ya her yere Fransa muamelesi yapılıp, herkes Fransız kılınmaya çalışılarak sürdürülmeye çalışıyor ya da başka ülkelerin Fransa’ya, halkların da Fransızlara benzeştikleri noktalar silinerek özel bir alana hapsediliyor.

1789 sonrası yeniden inşa edilen Paris’te sokaklar, halk kolayca barikat kurmasın diye genişletiliyorsa, kafanın içindeki sokaklar da aynı şekilde genişletiliyor. Mimarî, devrime göre, devrim bir daha olmasın diye biçimleniyor.

Yıllar sonra hiç umulmayan bir yer, Rusya, devrim adına ses veriyor. Ekim Devrimi’nin “rastlantısal”lığı, birilerini ürkütüyor ve o da söndürülmeye çalışılıyor. Bu noktada önemli bir saldırı cephesi, bu devrimi Fransız Devrimi’nin bir uzantısı kılmak oluyor.

Birey = Sınıf

Fransız Devrimi, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” idealini Aydınlanma’nın “insan-birey”i temeli üzerinde inşa ediyor. Ama bu temel, tersten, bir kılıf görevi görüyor ve ilgili şiarın altındaki toplumsal-tarihsel gerçekliği gizliyor. Krala karşı mücadelenin ortak cephesi sonradan bölünüyor, Jakobenler şehrin, Jirondenler köyün temsiliyetini üstlenip meclisteki yerlerini alıyorlar. İlki meclisin soluna, ikincisi sağına oturuyor, ortada ise kral duruyor.

Şehrin temel talebi, istikrar; istikrarın talebi ise ücret ve fiyatların sabitlenmesi. Ama bu sabitleme önerisi, köylülerin işine gelmiyor. Özetle liberalizm, bir köylü ideolojisinin içinden neşet ederek, serbestiyeti bayrak ediniyor.

Her iki kesim ise devrimsiz bir toplum ve tarih kurgusunda ortaklaşıyor. Devrim gününden başlayan bir takvimin kullanıma sokulması bile, devrimin gerçekleştiği bir boyutu, zamanı silmeyi ifade ediyor esas olarak. Devrim, bu sayede zihinlerde ve pratikte ötelenmiş oluyor.

Ekim Devrimi’nin içinde de zamanla onu Fransız Devrimi’nin yeni hâli olarak karşılayanlar zuhur ediyor. Süreç içinde “birey” yerine “sınıf” ikame ediliyor. Birey ve sınıf, dolaylı olarak Aydınlanma’nın “insan”ına bağlanıyor. İnsan, Tanrı’nın yeryüzündeki hâli olarak tasavvur ediliyor.

Aydınlanma dininin tanrısı olan insan, işçi sınıfı donunda yeniden zuhur etmiş oluyor.

Politik/Toplumsal Devrim

Herhangi bir olaya “devrim” denildiğinde, hemen toplumsal devrimlerle ilgili bilgi çıkınının devreye sokulması şaşırtıcı. Bu noktada akla Sadri Alışık’ın o ünlü repliği, “bu da mı gol değil?” geliyor. Her zaman ofsaytta kalmışların, kaybedenlerin, mazlumların çığlığını anlamayı, o çığlıkla ortaklaşmayı asla kabul etmemek. “Sosyalizmi biz kuracağız” demek için başkalarının ayaklanmasını küçümsemek. Devrim ve sosyalizm, her daim uhrevi bir âlemde kalsın, bugüne, gerçeğe değmesin diye, bugüne, gerçeğe ait çıkışları tırpanlamak. Yapılan bu.

İslam Devrim mi?

Fransız Devrimi ya da onun Rus versiyonu Ekim Devrimi zaviyesinden baktığımızda, değil. Ama bu devrimlere Aydınlanma penceresinden bakmıyorsak, İslam tabiî ki devrim. İslam, devrim olmayı bile batıda olumlu ya da olumsuz açıdan bir biçimde devrim diye kodlanmış bu iki olaya göre hak edebiliyor. Kendi toplumunu ve dönemini aydınlattığı için İslam, birden devrim oluveriyor ya da aydınlatamadığı ispatlanmış ise gerileme, en iyisinden “reform” olarak niteleniyor.

İbrahimî gelenek içinde bir devrim olduğu açık. Sadece putperestler, pagan gelenekler, çoktanrıcılar değil, Hristiyanların ve Yahudilerin hüküm sürdüğü topraklarda “din karşıtı din” olarak cisimleşiyor İslam. Hristiyanlığa ve Yahudiliğe göre ve onlara karşı devrim oluşunun, hüküm sürme noktasında, geriye çekilmiş olması, bu hakikati hiçbir biçimde değiştirmiyor. Sınıfsallık ve toplumsallık arayacaksak eğer, birinde toprak sahipliği, diğerinde tefecilik duruyor geri planda. “Hepsi aşiret değil mi?” türünden anakronik, tarihdışı bir yaklaşımla, Muhammed’in bir aşiret üyesi oluşuna abanmak, hiçbir şeyi çözmüyor kısacası.

“Alman halkı, hiçbir surette devrimci bir gelenekten mahrum değil. Almanya’nın diğer ülkelerin devrimlerindeki en iyi insanlara denk karakterler ürettiği, Alman halkının merkezîleştirilmiş bir millet dâhilinde muhteşem sonuçlar üretebilmesine imkân veren bir dayanma gücü ve kudret ortaya koyduğu, Alman köylülerinin ve alt tabakaların kendi evlatlarını bile çoğunlukla ürperten kimi fikir ve planların hamili oldukları zamanlar oldu.”[1]

Engels, Alman Köylü Savaşı isimli bu çalışması ile özellikle Fransa’ya ve Fransız devrimcilerine bakıp hayıflanan Alman devrimcilerine seslenerek, onlara kendi devrimci geleneklerini hatırlatıyor. Bugün birçoklarının tüylerini diken diken edecek bir dil ve içerikle, Almanlara, kendi geçmişinde, özellikle din bayrağı altında savaş alanlarını dolduran halkını gösteriyor.

Köylü Savaşı’nı toplumsal-sınıfsal analiz açısından okumak da mümkün, bu yönde politik gerekçelerle değerlendirmek de. Ama birileri, bu topraklarda Muhammed’e veya İslamî kıyamlara işaret etse, hemen “İncil” misali, Ekonomi-Politiğin Eleştirisine Katkı’nın “Önsöz” bölümü çıkartılıyor ve böylelikle “üretici güçlerin gelişmesini beklemeyen” sabırsız ahmaklara akıl ve ayar verilmiş oluyor.

En kolayından, kısa devre yaparak, işçi sınıfı, üretici güç ilân edilip, sınıfçılık, devrimcilik ve sosyalistlik olarak yutturuluyor. Dolayısıyla, örneğin İslam’ın ve Müslümanların “sınıfî”, “devrimci” ve “sosyalist” yanları mutlak bazı kabuller adına çöpe atılıyor. Tarihi ve toplumu dönüştürenin, kabuller ya da sözler değil, somut eylemler ve güçler olduğu görülmüyor. Daha doğrusu, bu görülüp sözlere ve kabullere yükleniliyor.

Üstelik bahsi geçen “İncil” gösterisi, Fransız Devrimi veya Ekim Devrimi adına yapılıyor. Yani bunlar, bir daha tekrarlanmasın diye, örtük olarak “üretici güçler” öne çıkartılıyor. Burada, teoride belirlenmiş güçle, gerçekteki güç arasında kısa devre yapılarak, güç sahibi olunabileceği vehmine teslim olunuyor ve bu nedenle üretici olmayanların isyanları yok hükmünde kabul ediliyor. Bu o denli abartılıyor ki, “işçi sınıfı” salt ürettiği için göklere çıkartılıyor ve neredeyse işten atılan işçiler, “üretim” adına sahiplenilip geri işe alınmaları için çalışılıyor. İşçi, kentli orta sınıfın maskesi, bazı durumlarda zırhı, bazen de kendisine dair bir mecaz olarak iş görüyor.

Sömürü ve zulüm, bu üretim planlamacılığı karşısında anlamını yitiriyor. Dolayısıyla devrimi yapacak olan sömürülenler ve mazlumlar, üretim tanrısı önünde, parti, örgüt, sendika, dernek adı verilen sunaklarda kurban ediliyorlar. Kendi işçisine ve sosyalizmine bunu yapan, Müslüman’a ve İslam’a neler yapmasın?

Demir vs. Garbis

Demir Küçükaydın bir röportaj verdi[2], Garbis Altınoğlu da burada söylenenleri kendi zaviyesinden cevaplamaya çalıştı.[3] Esasen Küçükaydın, Fransız Devrimi’nin; Altınoğlu, Ekim Devrimi’nin şanlı günleri karşısında körelen bir çift gözle meseleleri değerlendiriyordu.

Garbis’in Muhammed ve dönemin Arabistan’ı ile ilgili sözleri, kendisinin eleştirdiği troçkistlerin ve bu cenahtan kopup liberalizme yelken açan teorisyenlerin Sovyetler’e dönük eleştirilerini hatırlattı. Zira bu kesimler de geri bir ülkede devrimin olamayacağına inanıyorlardı. Dolayısıyla bu kesimler, Rusya’da olana devrim, yaşanana da sosyalizm dememeyi maharet saydılar.

Demir “Stalin Muaviye’dir” diyerek, gençliğinden beri Lenin’in yanında olmuş, ölümüne yakın onu pohpohlayanların “büyük öğretmen” nidalarına karşı “ben hâlâ Lenin’in öğrencisiyim” diyen Stalin’i, Muhammed’in düşmanı iken korkudan ve çıkarları gereği Müslüman olmuş bir aşiret reisinin oğlu Muaviye ile eş tutuyordu. Böylelikle o, esasında Stalin üzerinden Lenin’e küfrediyordu. Garbis ise Muhammed ve İslam ile ilgili söyledikleriyle, geçen yüzyılın başlarında sosyalizme, Lenin’e ve Rusya’ya eleştiriler yağdıran sağcıların tezleri ile ortaklaşıyordu.

Demir, ayrıca şehirli olduğu için önemsediğine dair kimi vurgularda bulunmasına karşın, İslam’ın Şam gibi bazı güç merkezlerinde yoğunlaşarak yeniden inşa edilmesinin sembolü olan Muaviye’yi kötü bir örnek olarak kullanıyordu.

Buradaki hinlik şuydu: Demir, Müslümanları kendi ulus karşıtlığı siyasetine yâr ya da kul etmek istiyor, bu amaçla Stalin’e küfretmek için Muaviye’yi öne çıkartıyordu.

Temelde ulus karşıtlığı siyaseti de Avrupa solculuğunun bir ürünüydü. Zira doksanların başında tüm üye ülkelerdeki okullarda okutulacak tarih kitabını, Demir’in aklına uygun olarak, birlikte yazan Avrupa, bu kitapla esasında birliğin sürekliliğini güvence altına almayı amaçlıyordu.

Garbis, “işçi sınıfı yoksa sosyalizm de yok”, Demir “birey yoksa sosyalizm de yok” dedi. Oysa ikisi de insan denilen tanrıya tapma noktasında din kardeşiydi.

Garbis için aşiretler, Demir için milletler gericiydi. Durdukları nokta farklı olsa da kendi konumlarına göre tayin ettikleri “ileri-geri”, aynıydı.

Garbis, Demir’in “bayrağın önemi yok” lafından rahatsız oldu. Elbette bu rahatsızlık, Engels’in şu sözünü bilmemek ya da bilse de onu anlamlandıramamaktan kaynaklanıyordu:

“Benim için önemli olan, Rusya’da ilk itkinin verilmesi ve devrimin patlak vermesidir. İşareti şu ya da bu hizbin vermesi, devrimin şu ya da bu bayrak altında olması benim için önemli değil.”[4]

Demir, “bu dünyada Müslüman olmak imkânsız” dedi ve aksini iddia etmenin Aydınlanma’nın dinine tabi olmak olduğunu söyledi, ama devamında da Müslümanlara ulusla hesaplaşıp tüm dünyaya bakmayı, bu noktada da Aydınlanma’nın dinine tam anlamıyla biat etmeyi önerdi.

Özetle Demir, insanlığı bölen uluslara; Garbis de dinlere karşıydı. İnsanlık dedikleri ise burjuvazide maddileşen tanrı-bireyden başka bir şey değildi. Öz çekirdekteki birey denilen hülyalı güzelliğin açığa çıkabilmesi için din ve millet denilen kabuklardan kurtulmak zorunluydu. Demir, bunun için dindarlarla; Garbis de millî olanla işbirliğine hazır olduğunu söylemiş oldu.

Garbis, devrimi yapmış ve sosyalizmi şu veya bu şekilde kurmuş bir ülkenin devrimcisine, örnek olsun, Stalin’e öykünmenin bugün devrim yapmamış, sosyalizme de uzak bir ülke, bölge ve dünya gerçekliğinde sonuçsuz olduğunu görmüyordu. Aynı şekilde tersten, Demir de devrimin ve sosyalizmin politik olarak anlamını ve değerini yitirdiği uzak bir âlemden konuşarak, bugüne hiçbir şey söyleyemeyeceğini anlamadı.

Bu açıdan Demir’in “bu dünyada İslam imkânsız” ve “bu dünyada hiç sosyalizm yaşanmadı” sözleri aynı kafanın ürünüydü. O, başka galaksilerde hayatın olduğunu somut olarak bilse, “tek dünyada sosyalizm” eleştirileri yazmak için yanıp tutuşacak bir ruh hâli sergilemekteydi. Çünkü onun gibilerde sosyalizm, imkânsızlıkla aynı anlama sahipti.

Oysa Troçki, “sönmüş yıldızlara hayat götüreceğiz” diyen şair Mayakovski’yi eleştirdiği yazısında, ona cevapla, “sen önce Moskova’nın elli kilometre uzağında aç köylülere ekmek götür” diyen bir devrimciydi.

Bu polemiğin de gösterdiği üzere, Garbis’in yazılarında Stalin’in; Demir’in yazılarında Troçki’nin cenaze marşı çalıyordu. Zira bir işçi, ancak bir sınıfa ait ise anlam ve değer kazandığı gibi, söz konusu iki isim de devrim ve sosyalizm bağlamında anlam ve değer edinebiliyordu, kişisel özellikleri, hırsları ve arzuları ile değil. Bu kişiliklerin öne çıkartılması, devrimin ve sosyalizmin geri çekilmesi demekti.

Devrim ve sosyalizm, sınır çekmek, sınır silmek ve sınır boylarında dövüşmekti. İşi gücü, kendi bilgi dağarcığını ve hayat algısına ait sınırları korumak olan Garbis ile işi gücü bir kuş misali sınırlara kör bir hayat sürmeyi erdemmiş gibi taşıyan Demir arasındaki bu polemikte politik açıdan devrime ve sosyalizme dair hiçbir şey yoktu.

Sınırlara içeriden ya da dışarıdan kör olmak, teori ve pratik arasındaki sınıra karşı da körleşmeyi beraberinde getiriyordu.

Garbis, teorisini pratik; Demir pratiğini teori gibi yaşıyordu. İlki için eylemsiz söz, ikincisi için sözsüz eylem önemliydi. İlkinde Marksizm ve İslam, birbirine asla değmeyecek bir diyara atılıyor, ikincisinde ise zaten değmeyeceği bir alana hapsediliyordu.

Bugün özellikle Ortadoğu ölçeğinde, İslam ve Marksizmin tarihsel ve toplumsal düzlemde değdiği yerlerde olmak, çıkan kıvılcıma iştirak etmek, devrimcilik ve sosyalistlik olmalıydı.

Eren Balkır
20 Şubat 2012

Dipnotlar:
[1] Marx-Engels, Collected Works, 10. Cilt, Frederick Engels: “The Peasants War In Germany”, s. 399.

[2] “Sosyalizmin Muaviye’si Stalin’dir”, 27 Ocak 2012, Adil Medya.

[3] Garbis Altınoğlu, “İslâm ve Marksizm”, 17 Şubat 2012, Adil Medya.

[4] Marx-Engels, Collected Works, 47. Cilt; “Engels’ten Vera İvanovna Zasuliç’e Mektup”, 23 Nisan 1885, s. 281.

0 Yorum: