01 Temmuz 2019

Kimlik Politikası: Bölünmenin İdeolojisi



Eylül ayında düzenlediğimiz Büyük Britanya Komünist Partisi-Marksist Leninist’in sekizinci kongresinden sonra kimlik politikasının gerçek niteliği ve ona neden karşı çıktığımız konusunda kimi kafa karışıklıklarının bulunduğuna tanık oluyoruz. Bu kafa karışıklığı, “LGBT ideolojisi”nin de gündeme gelmesi ile iyice arttı. Peki bu ideoloji tam olarak nedir?

Öncelikle ideolojimizin temel unsurları üzerinde durmamız gerekiyor.

Anarşizm mi Sosyalizm mi? isimli çalışmasında Yoldaş Stalin, anarşizmin küçük burjuva niteliği üzerinde duruyor ve bu ideolojinin önce bireyin ardından da kitlelerin özgürleştirilmesi ilkesine sırtını dayadığından söz ediyor. Buna karşılık biz Marksist Leninistlerse bireyin özgürleşmesinden önce kitlelerin özgürleştirilmesi gerektiği tespitini yapıyoruz. Örneğin Enternasyonal marşının Çin versiyonunda şu tarz bir dizeye yer veriliyor: “Herkesin yararlandığı bir şey değilse özgürlük, basit bir imtiyazdan ibarettir.”

Anarşizmin “önce birey” olarak özetlenebilecek temel ilkesi, onun küçük burjuva niteliği ile alakalıdır. Buna benzer bir düşünce akımının kimlik politikası üzerinden vücut bulduğunu söylemek gerekiyor. Tıpkı anarşizm gibi kimlik politikası da ezilenler için ilerici bir politika önerdiğini iddia ediyor. Tıpkı anarşizm gibi kimlik politikası da işçileri burjuvazinin tayin ettiği hatta göre bölüyor.

Bu noktada örnek olarak ayrılıkçı siyah hareketine bakabiliriz. Ayrılıkçı siyah hareketi, tüm kimlik politikası akımları gibi, sadece kendi kitlesine sesleniyor. Bu bağlamda söz konusu hareket, kendisine yönelik zulümlere dair söz etme hakkının veya onu idrak etme becerisinin sadece emperyalist ülkelerdeki siyahlara ait olduğunu iddia ediyor.

Fakat ırkçılığın mağduru olmak, tek başına onları mağdur hâline getiren şey değil. Marx’ın Kapital’in birinci cildinde dile getirdiği biçimiyle:

“Beyaz derinin harcadığı emek, siyah deriye damga vurulduğu sürece özgürleşemez.”

Tüm işçiler, sermayenin tüm mağdurları, kendilerine lazım gelen teoriyi anlayıp onun ardında birleşme, sınıf mücadelesini ve sınıf savaşını uygulamaya koyma noktasında bilimsel sosyalizmin yardımına ihtiyaç duyarlar.

Ayrılıkçı siyah hareket, proleterlerin çıkarlarını asla temsil etmez. Onun temsiliyeti, esasen mevcut sömürü koşullarında iyi duruma gelmeyi umut eden azınlıkla alakalıdır. Ayrıca ayrılıkçı siyahlar, sadece siyahların kendilerine yönelik zulümden bahsedebileceğini söyler ve tüm beyaz çoğunluğun siyahları sömürüp ezdiği iddiasında bulunur. Bu, işçi sınıfına karşı bir düşüncedir ve sınıfsal analizden bihaberdir. İkilikçiliğin açmazına düşer ve kimlik politikası akımıyla ortaklaşarak, siyah ve beyaz proleterleri karşı karşıya getirir.

Böylelikle ırkçılık meselesi, siyahların üzerinde durduğu yegâne konu hâline gelir. Irkçılığa ve zulme karşı mücadelenin tüm işçilerin ortak davası olduğu gerçeği unutulur. Bu ikilikçi açmaz, kimlik politikasını savunan isimler arasında yaygın olarak görülen bir husustur. Söz konusu yaklaşıma burjuva akademya güçlü bir destek sunmaktadır, zira kimlik politikası, esasen burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder ve eşitsizlik tartışması içinden çıkılmaz, çözümsüz bir yere mahkûm edilir. Bunun nedeni tartışmanın mevcut sistemin sınırlarına mahkûm edilmiş olmasıdır. Bu sistemde eşitsizlik meselesi asla çözüme kavuşturulamaz.

Yoldaşlar bu meselenin neden bugün gündeme geldiğini sorabilirler. Ayrılıkçı siyah hareketi uzun zamandır faaldi. Partimizi kuran isimler Sosyalist İşçi Partisi içinde siyah seksiyonu oluşturulması meselesine ve işçi sınıfı hareketi bünyesinde ayrılıkçı siyah hareketi konusuna dair tartışmalar yürütmüşlerdi. Harpal Brar, yetmişlerde, seksenlerde ve doksanlarda harekete tesir eden ayrılıkçı siyah hareketine karşı kaleme aldığı Burjuva Milliyetçiliği mi Proleter Enternasyonalizmi mi? isimli çalışmasında doğru tespitlerde bulunmuştu.

Aynı şekilde, aramızdan ayrılmış olan Yoldaş Iris Cremer da 1972 tarihli “Feminizm: Gerici Bir İdeoloji” başlığını taşıyan konuşmasında şunları söylemişti:

“Kapitalizm koşullarda kadınlara yönelik baskıların asıl sebebi, tüm toplumsal üretim araçlarının azınlıktaki kapitalist sınıfın mülkiyetinde ve kontrolünde bulunmasıdır.

Öte yandan muhtelif feminist teoriler ise şunları söylemektedir:

1. Düşmanımız erkeklerdir.

2. Kadınların biyolojik işlevi kadının düşmanıdır.

3. Kadının düşmanı ailedir.

4. Kadının düşmanı patriarkal toplumdur.

Bu teoriler, asıl düşmanın kapitalist sınıf değil de erkek olduğunu söylediği için kadınları asla özgürleştiremezler. Daha da kötüsü bu teoriler, kadınların gerçek düşmanının zarar görmemesini, hatta o düşmanın mevcut konumunun pekişmesini sağlarlar.

Feministlerin taleplerini benimseyen kadınlar, hareketin gerçek bir devrimci kadın hareketi içerisinde esas itici güç hâline gelmesi gereken işçi sınıfı mensubu kadınlara yabancılaşmasına neden olurlar, ayrıca kadınları erkeklerin karşısında konumlandırırlar, böylelikle kadın ve erkeklerin büyük çoğunluğuna zulmeden hâkim sınıfa karşı mücadelede o kadın ve erkekleri birleştirmezler” [Marxism and the Emancipation of Women –Marksizm ve Kadınların Özgürleşmesi, 9. Bölüm]

Ayrılıkçı siyah hareketinde gördüğümüz hususların benzerlerine feminizmde de tanık oluyoruz. Feminizm de ilerici olduğunu ilân ettiği bayrak altında bir araya getirdiği işçi bölüğünü, ikilikçi tarzı dâhilinde, başka bir işçi bölüğünün karşısına çıkartıyor. İşçi sınıfını bölüyor. Bu taktik bugün de işçileri bölmek amacıyla hâlen daha kullanılıyor.

Feminizm, sınıfı bölen bir dinamik olarak karşımıza başka adlarla çıkıyor. Bu akım akademide kökleşiyor. Farklıymış gibi görünse de benzer meselelerle yüzleşmemize sebep oluyor.

Kimlik politikasının Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası Britanya’da işçi hareketinin dibe vurduğu bir dönemde hâkim düşünce hâline gelmesi, uzun süredir devam eden ekonomik kriz esnasında kafasını yeniden çıkartması asla tesadüf değil. Bu zeminde burjuva akademisi, sınıf sömürüsünü zulüm listesinden çıkartmış olan bir ideolojiyi dayattı. Bizim âlim akademisyenlerimiz biraz şaka yapalım demişlerse, o vakit sömürü meselesini listenin en son maddesine yazdılar, hatta sömürü, işçiciliği kimlik olarak ele alan yaklaşıma has olan ikilikçi tutuma doğru kapatıldı.

Bu ideoloji, bir zamanlar bilimsel sosyalizme ve sınıf mücadelesine ev sahipliği yapan yuvaya yerleşti. Akademinin onay ve destek vermesiyle kimlik politikası, ortak yönlere sahip bulunduğu Yeni Sol veya Troçkizmin geçmişte devlet desteğiyle yürüttüğü faaliyetler dâhilinde hareketimizin başına benzer belâları açtı.

Fakat öncellerinden farklı olarak kimlik politikasının sınıf mücadelesine inanıyormuş, destek veriyormuş gibi görünmesine gerek yok. Buna karşın yeni bir üniversiteli “radikaller” kuşağı yarattı ve bu kuşak, ilericiymiş gibi satılan bir ideolojiye sahipti. Bu ideoloji ise işçi sınıfının alt katmanlarına yabancı ve alabildiğine şoven bir tutum içerisindeydi.

Giderek daralan sol mahfillerde tumturaklı laflar edip duran entelektüellere Troçkistler, revizyonistler ve sınıf mücadelesine sırtlarını döneli uzun zaman olmuş olan “sol” sosyal demokratlar kucak açıyorlar. Her şeyin ötesinde burjuvazi, işçileri bölmek ve yollarından saptırmak için, söylemde işçi sınıfına düşman olan, devrimci politikanın estetiği ile tıka basa dolmuş ama öte yandan sınıfsal içerikten de tümüyle mahrum bir ideolojiden daha iyi bir şey bulamazdı.

Ne yazık ki kimlik politikasının getirip kucağımıza bıraktığı şey tam da bu. Burjuva akademisinde geliştirilmiş toplum analiziyle ilgili çerçevenin ilerici estetikle bütünleştirilmesi, hareketimizin önündeki en büyük engeldir. Birçok öğrencinin bu türden burjuva önyargılarıyla bize gelecek olması anlaşılır bir durumdur ama aynı şekilde kimlik politikası denilen çürüğü, küfü içimizden söküp atmamız da anlayışla karşılanmalıdır “Kesişimselcilik” gibi türevleri bulunan kimlik politikasının diyalektik ve tarihsel materyalizmle kıyaslanabilecek bir yanı bulunmamaktadır. Tüm hâlleriyle kimlik politikası, diyalektikten, materyalizmden, tarih anlayışından dolayısıyla bilimsel yöntemden mahrumdur.

Kongremizde bir yoldaş, LGBT bireylerin kapitalizm koşullarında özel ve köklü bir zulme maruz kaldıklarına dair rakamları aktardı. Bu rakamlara göre evsizlerin büyük bir bölümü LGBT idi.

Lâkin bu çalışmaya ait parametreler aktarılmadı. Yoldaşımız rakamların kaynağını vermedi, bu gençlerin bilhassa LGBT olduğu için evsiz olduklarına dair herhangi bir delil ortaya koymadı. İstatistiğin ne tür bir sonuca götürdüğüyle ilgili bir tartışma yürütmedi, onun evsiz olma hâline karşı LGBT bireylerini koruma altına alacak özel yasalar talebinde bulunup bulunmadığı açık değildi. Oysa bir mesele varsa tüm evsiz insanlar için geçerliydi. Ev, iş, eğitim ve sağlık hizmeti tüm emekçiler için bir hak olmalı ve bu hak tüm proletaryanın müşterek çıkarıyla ilgili.

Bu küçük örneğin de ortaya koyduğu biçimiyle, tüm çıplaklığıyla proletaryayı ilgilendiren bir meselenin kimlik politikasının yol açtığı sis içerisinde idrak edilmesi pek mümkün değil. Engellilere yönelik ayrımcılık için de aynı durum geçerli. Marksistler açısından engellilerin hakları ve onuru işçi sınıfını ilgilendiren, proleter bir meseledir. Elbette burada derdimiz, engellilerin maddi koşullarını geliştirmeye, kamu sağlığına ve kamusal alanlara daha fazla erişim imkânına kavuşmaya, gelişkin iletişim şartlarını elde edip anlamlı bir iş edinmeye dönük mücadelelerini yerin dibine sokmak değil.

Gelgelelim onlara meselenin sınıfsal olduğuna işaret etmekten gayrı bir yardımımız olamaz. Bir proleterin doğuştan veya sonradan engelli olarak yaşaması ve o berbat koşulların yol açtığı risklerle yüzleşmeden varolması mümkün değil. Buna karşılık bir burjuva aileye mensup kişi, çocuk felci sonucu engelli hâline gelse bile, Roosevelt’in ABD’de yaptığı gibi, dört kez başkan olabilir.

Bu zeminde bizim “kesişimselci” muhaliflerimizse ikilikçi yaklaşım dâhilinde, bizlerin tüm bedensel ve zihinsel engelli olmayan kişilerin fiziksel veya zihinsel engelli olan kişilere zulmettiklerine herkesi inandırmaya çalışıyor. Bu sahte çözüm, işçileri birbirlerine düşürüyor ve kapitalistlerin bu kavgadan yara bere almadan kurtulmasını sağlıyor.

Buradan LGBT ideolojisi denilen meseleye geçelim. Bu meselenin parti içinde ve dışındaki yoldaşlarımızın kafasını bir hayli karıştırdığını görmek gerek. “LGBT ideolojisi” terimini kimlik politikası ideolojisini onaylayıp bunu LGBT bireylere yaymak için uğraşanları ve maddi çıkarlarını en geniş anlamda işçi sınıfından ayıranları tanımlamak için kullanıyoruz.

Bizim görüşümüze göre Britanya’da LGBT bireyler, burjuva devletin zulmüne karşı çıktığı ölçüde (kitleler arasında oluşan çelişki anlamında) bir tür önyargının çilesini çekmektedirler. Oysa kimlik politikası tüccarları, bu meseleyi bir tür ikilikçi yaklaşım üzerinden ele alıyorlar. Bunların iddiasına göre lezbiyenler, geyler ve biseksüeller “heteroseksüellerin zulmünden”, transseksüeller de doğuştan gelen cinsiyetine bağlı kişilerden kurtarılmalıdır.

Bu düşüncenin kimseye faydası olamaz ve LGBT işçilere işçi sınıfının geri kalan kısmıyla birleşme görevini aşılamaktan fersah fersah uzaktır.

Bu örnekler, kimlik politikasının herkesi yanlışa sevk eden safsatalarını, onun bölücü niteliğini ve burjuva niteliğini yalın bir biçimde ortaya koymaktadır. Bir tür yardım cemiyeti gibi çalışan bu yapıların temel kusuru, sınıf mücadelesi penceresinden bakıp toplumsal ve ekonomik hayatı sınıf mücadelesi penceresinden bakıp analiz etme fikrine karşı çıkıyor olmalarıdır.

Kapitalist toplumdaki ana çelişkiyi ifade eden sınıfsal sömürüyü ana bağlam olarak görmeyen, bu sebeple diğer tüm çelişkileri söz konusu bağlam dâhilinde ele alamayan kimlik politikası, meselelere gerçek hiçbir çözüm sunamaz ve birleşmesi gerekenleri ayırır. Dolayısıyla kimlik politikası, esasen Marksizm-Leninizmle tam bir çatışma içerisindedir.

Kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlayan birçok isim, Marksizm-Leninizmle kesişimselciliği cem etmeye çalışıyor (kesişimselcilik, burjuva akademisinin bugünlerde destek verdiği, kimlik politikasının yeni adı). Bu yoldaşların büyük bir kısmı, esasında öznel planda kendi kimliklerine yatırım yapıyorlar. Bunların çoğu, kimlik politikasına üniversitelerde veya başka yerlerde maruz kalıyorlar, sonrasında da orada kaptıkları liberalizmi Marksizm-Leninizme taşıyorlar.

Dolayısıyla bu kişiler, kendi kimliklerini sınıf mücadelesine (o temel çelişkiye) tabi kılma fikrini itici buluyorlar. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, söz konusu çelişkiler denk görünmediği için sonraki süreçte kafa karışıklığı yaşanıyor.

Kimlik politikası, gayrı bilimsel bir tutum dâhilinde, olağanlaşmış dil bağlamında, toplumdaki her çelişkiye “zulüm” etiketi vuruyor, oysa Marksizm-Leninizm zulüm gibi bir terimi bilimsel içeriği ile birlikte kullanıyor. Buna karşılık yeni Marksist-Leninist olmuş kişiler, zulümden değil önyargıdan muzdarip olduğunu düşünüyorlar. Kişisel ve öznel deneyimlerinin küçük görülmesi sebebiyle rahatsızlık duyuyorlar.

Tüm işçi sınıfının ortaklaştığı taleplere sahip olmayı düşüklük olarak görenler, kendi özel mücadelelerinden daha önemli hiçbir şeyin bulunmadığını düşünmeye başlıyorlar. Bu yoldaşlar, kendi kişisel önyargılarının kendilerini bugüne has bir bundculuğa götürmelerine izin veriyorlar. Bu noktada bir elleriyle Marksizme diğer elleriyle liberalizme tutunuyorlar.

Bizim bu yoldaşlara mesajımız gayet açıktır: Emperyalist ülkelerde burjuva devlet ve burjuva toplum, kapitalizm koşullarına tabi ekonomik ve toplumsal hayat dâhilinde verilmesi mümkün olan kişisel özgürlükleri ve serbestiyeti en geniş mânâda bireye verebilmiştir. Ama bilinmelidir ki bu serbestiyet ve özgürlükler, dünyadaki emekçi kitlelerin sırtına basarak, onların çektiği çileler ve dertler karşılığında verilmiştir. Kitlelerin kolektif kurtuluşu, bireyin gerçek kurtuluşunun önkoşuludur. Dolayısıyla bugün bizim için asıl mesele, tüm katmanlara ve kesimlere mensup proleter kitleleri işçi sınıfının müşterek çıkarı bağlamında, sosyalizm bayrağı, proleter enternasyonalizm sancağı altında bir araya getirmektir.

Red Youth
20 Haziran 2019
Kaynak

0 Yorum: