14 Temmuz 2019

,

Distopyanın Uygulanabilirliği


David Graeber, kısa süre önce yeni bir metin/pasaj attı ortaya. Başlığı “Pratik Ütopyacının Yaklaşan Çöküşe Yönelik Kılavuzu”. Metinde üzerinde durulması gereken yığınla güzel şey var. Bunlardan biri de devrimci faaliyetin tarihteki itici güç olduğuna dair tespit. Aşırı gelişmiş bir dünyayı içinde kurbağa bulunan tencere misali alttan alta ısıtan memnuniyetin ve kayıtsızlığın ıslak bir battaniye gibi herkesi boğduğu koşullarda, bunu söylemek önemli.

Bir olayın etkisi, her daim burada ve hemen şimdi açığa çıkmıyor, olay, dalga dalga yayılan etkilere yol açabiliyor. Bu dalgalanmanın etkileri, ancak toplumsal düzene ait kurumlarda ve o düzenin dokusunda geçmişe ait devrimci olayların sebep oldukları dalgaları incelemek suretiyle kavranabiliyor. Graeber da bunu yapıyor ve yazısında önemli hususlara değiniyor: örneğin yazar, Fransız Devrimi’nin, her ne kadar el konulmuş bir olgu olsa da, Batı’da yaygın eğitim gibi (Bonaparte eliyle sağa sola “dağıtılmış” olan) modern demokratik kurumların oluşturulmasına yol açtığından söz ediyor.

Ama gene de bence Graeber’ın getirdiği iki eleştirinin geliştirilmesi gerekiyor. Bu anlamda niyetim, aynı safta durduğum biri olarak, onun yürüttüğü tartışmaya mevcut hâliyle bir şeyler katmak:

(1) Graeber’e göre Paris 68’i, altmışların en büyük olayı idi. Ben ise 68 Mayıs’ının İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransız solcularının çocuklarına onları uyutmadan önce anlattıkları hoş bir masal olduğunu söylüyorum. Hâkim tarihyazımına karşı bir yazımı şu şekilde dile getirmek mümkün: 68 Mayıs’ı, altmışların başında Paris’te yaşanan ve onlarca eylemcinin öldürülüp Seine Nehri’ne atıldığı Cezayirli isyanlarının, o devrimci momentin bir yankısıdır. Lâkin 68 Mayıs’ı, devrimci moment değildir. Peki neden böyle söylüyorum? Öyleymiş gibi görünse de burada “gerçek” devrimi bulup çıkarma çabası içerisinde değilim. Fakat şunu da söylemeden edemiyorum: Graeber’ın analizinde, tüm insan hakları mücadelelerini ve Avrupa ile yayılmacı imparatorluğa karşı gerçekleştirilen sömürgecilik karşıtı isyanları dikine kesen beyaz bir çizgi, hemen dikkati çekiyor. Graeber, beyaz burjuvaların imparatorluk dünyasında sınıfsal eşitlik için verdikleri mücadelelere odaklanıyor, burada gerçekte pek mevzubahis edilmeyecek, birkaç ölümle sonuçlanmış “devrimciliği sahneleme” pratiğine ait kısa kesitlere rastlanıyor ve “bir şey ne kadar çok değişirse, o kadar aynı kalır” ilkesi uyarınca, sonrasında herkes, bu sahneleme pratiği üzerinden arınma imkânı buluyor. Burada şunu kastediyorum: tüm altmış sekizliler, toplumun kucağına geri dönmeye mecburlardı. Hayat onlara kısa süre hoyrat davrandı, ama en sonunda gülen, onlar oldu (Cohn-Bendit bunun kanıtı değilse nedir!). Hepsi de parti sisteminin parçası hâline geldi ve Mitterand’la birlikte muktedir oldu. “Kara ayaklılar” gibi gettolara kapatılmadılar, hapse tıkılmadılar, bir hayvan gibi avlanmadılar, boğulup Seine Nehri’ne atılmadılar. Benim üzerinde durduğum husus bu. Birkaç sene sonra banliyö isyanlarının tekrar gündeme gelmesinin sebebi burada, çünkü şu lanet dünyada ötekiler için hiçbir şey değişmedi.

Yaşananların yol açtığı tepkilere bakalım bir de. 68 neye sebep oldu? Evet, hayırlı gelişmelere tanık olundu, Mitterand başa geçti, kaldırım taşları yere bırakıldı, ele “tavizler” alındı. En genelde altmışların sebep olduğu en önemli sonuç ne peki? Altmışlardaki mücadeleler, beyaz çocuklara “devrimci” değerleri gerisin geri satmak için tasarlanmış çok kapsamlı ve eksiksiz bir tüketim sistemine yol açtı (ve aynı zamanda o sistemi besledi). Silikon Vadisi ve Nettime’da “Kaliforniya İdeolojisi” olarak eleştirilen şey, siber hippilerin başını çektikleri ütopyacı teknokapitalizm denilen sürecin parçası. Apple’ın altına imza attığı e-Devrim. “Kişisel olan, politikleştiği ölçüde, her türden münzeviliğin yönlendirdiği yaşam tarzı temelli ürünler gibi savaş sonrası doğum oranlarının yüksek olduğu dönemde doğanlara paketlenip satıldı. Ardından bu strateji, tüm dünyaya pazarlandı. Bu tür konularda bizleri uyaran Sitüasyonistler, haklıydılar. Bu yaşananları hepimiz zaten biliyoruz aslında. Doksanlarda sokaklarda gördüğümüz de bu ürünlerdi. Sonrasında graffitide karşımıza çıkan yenilik girişimleri de on beş yıl öncesine aitti. Neyse, konudan uzaklaşmayalım.

68’le birlikte bugün bizler nereye vardık? Eskinin sokaklarda taş atanları, bugün konferans salonlarında, amfilerde Varlık ve Olay’ın teorisini yapıyorlar ve Maoist olduklarını iddia ediyorlar. Siyahî devrimcilerin akıbeti ise başka oldu: altmışlarda ya suikasta kurban gittiler ya da hapse atıldılar (Malcolm X, MLK Jr., Edgar Mevers, sayısız Kara Panter, Mumya Ebu Cemal vb.) veya FBI eliyle yürütülen karşı-istihbarat programı COINTELPRO eliyle çözülmenin eşiğine getirildiler (Angela Davis, bu konuda bahsedilmesi gereken önemli bir istisnadır). Güç, ırklar arasında eşitsiz bir biçimde taksim edilmektedir. Dolayısıyla, bizim gücün en büyük kudretle ve şiddet araçlarıyla birlikte nereye devredildiğine bakmamız gerekir, zira devlet de aslolarak en yıkıcı devrimci faaliyetin nereden kaynaklandığına odaklanmaktadır.

(2) Üzerinde durmak istediğim bir husus daha var: ABD’nin yürüttüğü askerî operasyonlar türünden belirli hatları önemsiz gösterme çabası, devrimci olayların etkisini anlamada bize zerre katkı sunmayacaktır.

Graeber, altmışlarda yaşanan kimi olayların ABD’yi 11 Eylül’e dek uzanan otuz yıl boyunca büyük bir çatışmanın içine sürüklenmekten alıkoyduğunu söylüyor. Esasen bu iddia, küreselleşmiş olan ordunun değişen stratejilerini görmezden geliyor. ABD, temelde askerî operasyonlarını gizli operasyonlar kisvesine büründürmüş, Ortadoğu ve Latin Amerika genelinde paramiliter ve faşist örgütleri fonlamıştır. Ordu, ABD’deki gettolara kokaini akıtmak için kontrgerillaya bağlı uyuşturucu ağalarını desteklemiştir. Peki ama neden? Yapısal yoksullaşmanın, suçun ve uyuşturucu bağımlılığının ihtiyaç duyduğu zemini oluşturmak suretiyle siyahların devrimci faaliyetlerini susturmak için (bu konuda aşağıdaki videoya bakılabilir).

ABD, ayrıca Vietnam’dan, Apocalypse Now [“Kıyamet”] filmindeki Albay Kurtz türü isimlerden aldığı dersler sayesinde, dünya genelinde bir dizi yasadışı hava saldırısı gerçekleştirdi. Yani İtalya’da Otonomistlerin gözden kaybolmayı, hicreti teorileştirdikleri dönemde ABD ordusu, bu teoriyi çoktan pratiğe dökmüştü. ABD, askerî muharebe sahasını hiçbir zaman terk etmedi. Sadece stratejisini değiştirdi, onu ülke içerisinde tüketilmesi için yeniden ambalajladı. Nazi bilim insanlarını ve roket teknolojisini uzay programını inşa etmek için kullanan aynı ordu, Vietnam’dan öğrendiği terör taktiklerindeki uzmanlığını “cerrahi” operasyonlar dâhilinde “hayra kullandı”, ülke içinde ve dışında devreye sokulan bu operasyonlarda polis güçleri askerîleştirildi, böylelikle Watts türü isyanlar bir daha yaşanmasın diye kentlerde siyahların oturdukları gettoları ezdi. Ama onca baskıya rağmen isyanlar tekrar yaşandı. 1992’deki Los Angeles isyanları, polisin askerîleştirilmesi sürecinin hızlanmasına, yurttaş haklarının askıya alınmasına ve bugün ABD’yi özetleyen, gözetleme üzerine kurulu NSA devletinin oluşmasına yol açtı.

Evet doğrudur, burada bir karşı tarih önerisinde bulunuyorum. Gözetim devletini yaratan, 11 Eylül’e yönelik tepkiselci cevap değildi. Genel çerçeve zaten mevcuttu ve isyancı kesimleri, yani haklarından mahrum bırakılmış çok sayıda Afrikalı-Amerikalıyı kontrol etmek için kullanılıyordu. 11 Eylül, sadece devlete temel hakların yitirilmesini yurttaşlara “özgürlüğün bedeli” olarak yutturma imkânı sundu. O, zaten kamuoyundaki çöküşü gizlemek için bir tür kılıf olarak iş gördü.

Genel biçimi dâhilinde Graeber’ın sunduğu tezler, insan hakları, sömürgecilik karşıtı isyanlar ve azgelişmiş dünyada köle ayaklanmaları bağlamında gelişen devrimci faaliyeti ele almış olsaydı, daha güçlü ve ikna edici hâle gelebilirlerdi. Bu isyanlar ve kalkışmalar, mücadelelerin kritik noktaları. Kritik olmalarının sebebi de onların kölelik karşıtlığı üzerinde durmaları.

Ana hikâyede ırkın sahip olduğu ağırlığı hiçbir gevezelik ortadan kaldıramaz, dolayısıyla kimse, devrimci faaliyete dair anlayışı bir avuç batılı ve esas olarak beyaz olan kişinin yapıp ettikleriyle sınırlandıramaz. Köleleştirme ve insandışılaştırma pratiklerine karşı yürütülen mücadeleleri sadece denkleme dâhil etmekle yetinilmemeli, onlar, bilhassa beyaz hümanizmine ait Aydınlanma değerlerine itiraz ettiği yerde, denklemin güçlü yanı olarak anlaşılmalı. Zira Graeber’ın makalesinin dayandığı, Fransız devrimci özne ile ilgili, onun hâlen daha ilerleme kaydettiğini söyleyen tarihyazımına karşı makro ölçekte geliştirilmiş başka bir tarihyazımı söz konusudur.

Specters of Atlantic: Finance Capital, Slavery, and the Philosophy of History [“Atlantik’in Hayaletleri: Finans Kapital, Kölelik ve Tarih Felsefesi"] isimli kitabında Ian Baucom’un dile getirdiği biçimiyle, “Modern özneyi doğuran, Fransız devrimci özne değildir. ‘İnsanın doğumu’nu mümkün kılan koşul, köledir, metanın ideal formu olarak köle. Yüzümüzü dönmemiz gereken, köle isyanları, köle ayaklanmaları ve sömürgecilik karşıtı devrimlerdir. Peki neden? Çünkü mücadele çift başlıdır, hem bir yanıyla köleliğe hem de bir yanıyla devrimci yurttaşın icat edildiği momentte modern köleliği kurumsallaştırıp üreten Aydınlanma hümanizmine ait beyaz anlatılarına karşı yürütülür.

Tobias C. Van Veen
15 Aralık 2013
Kaynak

0 Yorum: