David Graeber, kısa süre önce yeni bir metin/pasaj
attı ortaya. Başlığı “Pratik Ütopyacının Yaklaşan Çöküşe Yönelik Kılavuzu”.
Metinde üzerinde durulması gereken yığınla güzel şey var. Bunlardan biri de
devrimci faaliyetin tarihteki itici güç olduğuna dair tespit. Aşırı gelişmiş
bir dünyayı içinde kurbağa bulunan tencere misali alttan alta ısıtan
memnuniyetin ve kayıtsızlığın ıslak bir battaniye gibi herkesi boğduğu
koşullarda, bunu söylemek önemli.
Bir olayın etkisi, her daim burada ve hemen şimdi
açığa çıkmıyor, olay, dalga dalga yayılan etkilere yol açabiliyor. Bu
dalgalanmanın etkileri, ancak toplumsal düzene ait kurumlarda ve o düzenin
dokusunda geçmişe ait devrimci olayların sebep oldukları dalgaları incelemek
suretiyle kavranabiliyor. Graeber da bunu yapıyor ve yazısında önemli hususlara
değiniyor: örneğin yazar, Fransız Devrimi’nin, her ne kadar el konulmuş bir
olgu olsa da, Batı’da yaygın eğitim gibi (Bonaparte eliyle sağa sola
“dağıtılmış” olan) modern demokratik kurumların oluşturulmasına yol açtığından
söz ediyor.
Ama gene de bence Graeber’ın getirdiği iki eleştirinin
geliştirilmesi gerekiyor. Bu anlamda niyetim, aynı safta durduğum biri olarak,
onun yürüttüğü tartışmaya mevcut hâliyle bir şeyler katmak:
(1) Graeber’e göre Paris 68’i, altmışların en büyük
olayı idi. Ben ise 68 Mayıs’ının İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransız
solcularının çocuklarına onları uyutmadan önce anlattıkları hoş bir masal
olduğunu söylüyorum. Hâkim tarihyazımına karşı bir yazımı şu şekilde dile
getirmek mümkün: 68 Mayıs’ı, altmışların başında Paris’te yaşanan ve onlarca
eylemcinin öldürülüp Seine Nehri’ne atıldığı Cezayirli isyanlarının, o devrimci
momentin bir yankısıdır. Lâkin 68 Mayıs’ı, devrimci moment değildir. Peki neden
böyle söylüyorum? Öyleymiş gibi görünse de burada “gerçek” devrimi bulup
çıkarma çabası içerisinde değilim. Fakat şunu da söylemeden edemiyorum:
Graeber’ın analizinde, tüm insan hakları mücadelelerini ve Avrupa ile yayılmacı
imparatorluğa karşı gerçekleştirilen sömürgecilik karşıtı isyanları dikine
kesen beyaz bir çizgi, hemen dikkati çekiyor. Graeber, beyaz burjuvaların
imparatorluk dünyasında sınıfsal eşitlik için verdikleri mücadelelere
odaklanıyor, burada gerçekte pek mevzubahis edilmeyecek, birkaç ölümle
sonuçlanmış “devrimciliği sahneleme” pratiğine ait kısa kesitlere rastlanıyor
ve “bir şey ne kadar çok değişirse, o kadar aynı kalır” ilkesi uyarınca,
sonrasında herkes, bu sahneleme pratiği üzerinden arınma imkânı buluyor. Burada
şunu kastediyorum: tüm altmış sekizliler, toplumun kucağına geri dönmeye
mecburlardı. Hayat onlara kısa süre hoyrat davrandı, ama en sonunda gülen,
onlar oldu (Cohn-Bendit bunun kanıtı değilse nedir!). Hepsi de parti sisteminin
parçası hâline geldi ve Mitterand’la birlikte muktedir oldu. “Kara ayaklılar”
gibi gettolara kapatılmadılar, hapse tıkılmadılar, bir hayvan gibi
avlanmadılar, boğulup Seine Nehri’ne atılmadılar. Benim üzerinde durduğum husus
bu. Birkaç sene sonra banliyö isyanlarının tekrar gündeme gelmesinin sebebi
burada, çünkü şu lanet dünyada ötekiler için hiçbir şey değişmedi.
Yaşananların yol açtığı tepkilere bakalım bir de. 68
neye sebep oldu? Evet, hayırlı gelişmelere tanık olundu, Mitterand başa geçti,
kaldırım taşları yere bırakıldı, ele “tavizler” alındı. En genelde altmışların
sebep olduğu en önemli sonuç ne peki? Altmışlardaki mücadeleler, beyaz
çocuklara “devrimci” değerleri gerisin geri satmak için tasarlanmış çok
kapsamlı ve eksiksiz bir tüketim sistemine yol açtı (ve aynı zamanda o sistemi
besledi). Silikon Vadisi ve Nettime’da “Kaliforniya İdeolojisi” olarak eleştirilen
şey, siber hippilerin başını çektikleri ütopyacı teknokapitalizm denilen
sürecin parçası. Apple’ın altına imza attığı e-Devrim. “Kişisel olan,
politikleştiği ölçüde, her türden münzeviliğin yönlendirdiği yaşam tarzı
temelli ürünler gibi savaş sonrası doğum oranlarının yüksek olduğu dönemde
doğanlara paketlenip satıldı. Ardından bu strateji, tüm dünyaya pazarlandı. Bu
tür konularda bizleri uyaran Sitüasyonistler, haklıydılar. Bu yaşananları
hepimiz zaten biliyoruz aslında. Doksanlarda sokaklarda gördüğümüz de bu
ürünlerdi. Sonrasında graffitide karşımıza çıkan yenilik girişimleri de on beş
yıl öncesine aitti. Neyse, konudan uzaklaşmayalım.
68’le birlikte bugün bizler nereye vardık? Eskinin
sokaklarda taş atanları, bugün konferans salonlarında, amfilerde Varlık ve
Olay’ın teorisini yapıyorlar ve Maoist olduklarını iddia ediyorlar. Siyahî
devrimcilerin akıbeti ise başka oldu: altmışlarda ya suikasta kurban gittiler
ya da hapse atıldılar (Malcolm X, MLK Jr., Edgar Mevers, sayısız Kara Panter,
Mumya Ebu Cemal vb.) veya FBI eliyle yürütülen karşı-istihbarat programı
COINTELPRO eliyle çözülmenin eşiğine getirildiler (Angela Davis, bu konuda
bahsedilmesi gereken önemli bir istisnadır). Güç, ırklar arasında eşitsiz bir
biçimde taksim edilmektedir. Dolayısıyla, bizim gücün en büyük kudretle ve
şiddet araçlarıyla birlikte nereye devredildiğine bakmamız gerekir, zira devlet
de aslolarak en yıkıcı devrimci faaliyetin nereden kaynaklandığına
odaklanmaktadır.
(2) Üzerinde durmak istediğim bir husus daha var:
ABD’nin yürüttüğü askerî operasyonlar türünden belirli hatları önemsiz gösterme
çabası, devrimci olayların etkisini anlamada bize zerre katkı sunmayacaktır.
Graeber, altmışlarda yaşanan kimi olayların ABD’yi 11
Eylül’e dek uzanan otuz yıl boyunca büyük bir çatışmanın içine sürüklenmekten
alıkoyduğunu söylüyor. Esasen bu iddia, küreselleşmiş olan ordunun değişen
stratejilerini görmezden geliyor. ABD, temelde askerî operasyonlarını gizli
operasyonlar kisvesine büründürmüş, Ortadoğu ve Latin Amerika genelinde
paramiliter ve faşist örgütleri fonlamıştır. Ordu, ABD’deki gettolara kokaini
akıtmak için kontrgerillaya bağlı uyuşturucu ağalarını desteklemiştir. Peki ama
neden? Yapısal yoksullaşmanın, suçun ve uyuşturucu bağımlılığının ihtiyaç
duyduğu zemini oluşturmak suretiyle siyahların devrimci faaliyetlerini
susturmak için (bu konuda aşağıdaki videoya bakılabilir).
ABD, ayrıca Vietnam’dan, Apocalypse Now [“Kıyamet”]
filmindeki Albay Kurtz türü isimlerden aldığı dersler sayesinde, dünya
genelinde bir dizi yasadışı hava saldırısı gerçekleştirdi. Yani İtalya’da
Otonomistlerin gözden kaybolmayı, hicreti teorileştirdikleri dönemde ABD
ordusu, bu teoriyi çoktan pratiğe dökmüştü. ABD, askerî muharebe sahasını
hiçbir zaman terk etmedi. Sadece stratejisini değiştirdi, onu ülke içerisinde
tüketilmesi için yeniden ambalajladı. Nazi bilim insanlarını ve roket
teknolojisini uzay programını inşa etmek için kullanan aynı ordu, Vietnam’dan
öğrendiği terör taktiklerindeki uzmanlığını “cerrahi” operasyonlar dâhilinde
“hayra kullandı”, ülke içinde ve dışında devreye sokulan bu operasyonlarda
polis güçleri askerîleştirildi, böylelikle Watts türü isyanlar bir daha
yaşanmasın diye kentlerde siyahların oturdukları gettoları ezdi. Ama onca
baskıya rağmen isyanlar tekrar yaşandı. 1992’deki Los Angeles isyanları,
polisin askerîleştirilmesi sürecinin hızlanmasına, yurttaş haklarının askıya
alınmasına ve bugün ABD’yi özetleyen, gözetleme üzerine kurulu NSA devletinin
oluşmasına yol açtı.
Evet doğrudur, burada bir karşı tarih önerisinde
bulunuyorum. Gözetim devletini yaratan, 11 Eylül’e yönelik tepkiselci cevap
değildi. Genel çerçeve zaten mevcuttu ve isyancı kesimleri, yani haklarından
mahrum bırakılmış çok sayıda Afrikalı-Amerikalıyı kontrol etmek için
kullanılıyordu. 11 Eylül, sadece devlete temel hakların yitirilmesini
yurttaşlara “özgürlüğün bedeli” olarak yutturma imkânı sundu. O, zaten
kamuoyundaki çöküşü gizlemek için bir tür kılıf olarak iş gördü.
Genel biçimi dâhilinde Graeber’ın sunduğu tezler,
insan hakları, sömürgecilik karşıtı isyanlar ve azgelişmiş dünyada köle
ayaklanmaları bağlamında gelişen devrimci faaliyeti ele almış olsaydı, daha
güçlü ve ikna edici hâle gelebilirlerdi. Bu isyanlar ve kalkışmalar,
mücadelelerin kritik noktaları. Kritik olmalarının sebebi de onların kölelik
karşıtlığı üzerinde durmaları.
Ana hikâyede ırkın sahip olduğu ağırlığı hiçbir
gevezelik ortadan kaldıramaz, dolayısıyla kimse, devrimci faaliyete dair
anlayışı bir avuç batılı ve esas olarak beyaz olan kişinin yapıp ettikleriyle
sınırlandıramaz. Köleleştirme ve insandışılaştırma pratiklerine karşı yürütülen
mücadeleleri sadece denkleme dâhil etmekle yetinilmemeli, onlar, bilhassa beyaz
hümanizmine ait Aydınlanma değerlerine itiraz ettiği yerde, denklemin güçlü
yanı olarak anlaşılmalı. Zira Graeber’ın makalesinin dayandığı, Fransız devrimci
özne ile ilgili, onun hâlen daha ilerleme kaydettiğini söyleyen tarihyazımına
karşı makro ölçekte geliştirilmiş başka bir tarihyazımı söz konusudur.
Specters of Atlantic: Finance Capital, Slavery, and
the Philosophy of History [“Atlantik’in
Hayaletleri: Finans Kapital, Kölelik ve Tarih Felsefesi"] isimli kitabında
Ian Baucom’un dile getirdiği biçimiyle, “Modern özneyi doğuran, Fransız
devrimci özne değildir. ‘İnsanın doğumu’nu mümkün kılan koşul, köledir, metanın
ideal formu olarak köle. Yüzümüzü dönmemiz gereken, köle isyanları, köle
ayaklanmaları ve sömürgecilik karşıtı devrimlerdir. Peki neden? Çünkü mücadele
çift başlıdır, hem bir yanıyla köleliğe hem de bir yanıyla devrimci yurttaşın
icat edildiği momentte modern köleliği kurumsallaştırıp üreten Aydınlanma
hümanizmine ait beyaz anlatılarına karşı yürütülür.
Tobias C. Van Veen
15 Aralık 2013
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder