16 Temmuz 2019

, ,

Amílcar Cabral



Altmışların sonlarında Amílcar Cabral, ABD’deki Siyahların Kurtuluşu Hareketi ve diğer devrimci örgütler nezdinde Che Guevara, Stokeley Carmichael ve Rap Brown kadar önemli bir isimdi. Gine-Bissau ve Yeşil Burun’daki ulusal kurtuluş mücadelesi, bizim açımızdan, Los Angeles ve Güney Filadelfiya’daki siyah mücadelesiyle benzer bir yere sahipti. Oysa bu ülkeye çok azımız gitmiştik. Bir tek Harry Belafonte (Pasif Direnişçi Öğrenciler Koordinasyon Komitesi –SNCC) adına Gine-Bissau’nun güney komşusu olan Fransız sömürgesi Gine’nin Conakry şehrine gitmişti. Bu şehir, Cabral’ın kurtuluş hareketinin karargâhı idi. 1964 yazı, ABD’de özgürlükler yazıydı. Afrika’da bilhassa güney Afrika’da ve Mozambik’te, Angola’da, Gine-Bissau’da ve Yeşil Burun’da ulusal kurtuluş hareketleri, beyazların üstünlüğü fikrine ve Portekiz İmparatorluğu’na kafa tutmuşlardı. ABD’de, Chaney, Goodman ve Schwerner’ın Mississippi’de öldürülmesi ve Fannie Lou Hamer’ın Mississippi Özgürlük ve Demokrasi Partisi’nin Demokratik Ulusal Kongresi’nde yer almasını talep etmesi sonrası Harry Belafonte, Bayan Hamer, Bob Moses, Julian Bond, James Foreman ve SNCC’nin diğer önemli üyeleri için kendisinin “selamet kapısı” dediği yolu açmak için uğraştı. Dört yıl sonra Los Angeles’ta SNCC örgütünü kurmuş olan ve burada küçük bir gruba akıl hocalığı yapan Jim Foreman’la birlikte çalıştığımız dönemde onun yaptığı bu seyahatten ve Gine’nin Gine-Bissau ile Yeşil Burun’daki bağımsızlık hareketinin desteklenmesi noktasında oynadığı rolden sıkça bahsettiğini anımsıyorum.

Jim Foreman ve ABD Komünist Partisi’nin siyah lideri, dostum Charlene Mitchell’den Amílcar Cabral hakkında çok şey dinledim. Ekim 1970’te tutuklandıktan sonra benim özgürlüğüme kavuşmam için yürütülen uluslararası kampanyanın itici gücü olan Charlene, Cabral ile bizzat tanışma şerefine nail olmuş bir isim. Cabral’la tanıştıktan kısa bir süre sonra Charlene, o günlerde Cezayir’de bulunan Eldridge Cleaver’la bir tartışmaya yaşar. Cleaver, o görüşmede Kübalılarla bazı Afrikalı liderlerin “devrimi sattığını” söyler. Cleaver, düşüncelerini Gine ve Yeşil Burun’un Bağımsızlığı için Afrika Partisi (PAIGC) lideriyle Charlene’in Fas’ta yaptığı toplantıda da dile getirir. Afrika Partisi liderine göre, kendisine devrimci diyen birçok siyahın halkı bilinçlendirme fikrine karşı çıkıp devrimci değişimin özünü kavganın teşkil ettiğini düşündüğünden bahseder. Uzun yıllar Gine-Bissau’daki köylüleri örgütlemek için tarım bilimi eğitimi alan ve sahada çalışan parti lideri, devrimci pratiği romantize etmenin ne kadar tehlikeli olduğunun farkındadır. Bu anlamda o, esasen Fanon’un şiddetin arındırıcı bir güç olduğuna dair sözünü düz anlamıyla ele alan eğilimlere itiraz etmektedir.

Devrimi romantize edip kavganın savaşçıların uğruna mücadele ettiği hedefi gölgede bırakmasına dair yaklaşımı konusunda Eldridge Cleaver yalnız değildir. O dönemde temel sorunlardan biri de mücadeleye dair erkekçi ve militarist imajların halesine kapılma eğilimidir. Cabral tam da bu türden fikirlerle mücadele etmektedir. Devrimci değişimle ilgili gelişkin fikirler üretemeyen devrimci siyahlar, ABD’ye özgürlük hareketlerini nasıl aktaracaklarını ve Afrika’daki kurtuluş mücadeleleriyle maddi ve manevi düzeyde nasıl bağlar kuracaklarını bilmemektedirler. Amílcar Cabral (ki onun yanında bazılarımız Augustinho Neto ve Samora Machel’ın ismini de yazardı) bizim “insan hakları söylemi” dediğimiz şey aracılığıyla ulaşabileceğimiz daha kapsamlı bir özgürlük ufkunu tahayyül etmemize katkıda bulunmuştur.

Bizim gibi Marksist olanlar ve sömürgecilik karşıtı mücadelelerin dünya genelinde kapitalizme karşı ortaya konulan direnişin öncü unsurları olduğunu söyleyen Afrikalı yoldaşlarla yan yana duranlar, muhafazakâr insan hakları savunusuyla bağlantılı asimilasyoncu stratejinin bir uzantısı olduğumuzun, aynı zamanda kapitalizmin eğip büktüğü “Siyah Gücü” fikrinin dar bir fikir olduğunun gayet net farkındaydık. Cabral sayesinde siyahların kurtuluşuna dair geliştirdiğimiz ve stratejilerimizle hedeflerimizin insan hakları temelinde inşa edilmiş görüşten ayrışmasını sağlayan fikriyatımızın esas olarak Afrika’daki ulusal kurtuluş mücadeleleriyle bağlantılı olduğunu gördük. Başka bir ifadeyle bizler, sadece ABD’deki özgürlük hareketleriyle değil, Afrika, Asya ve Latin Amerika’da İkinci Dünya Savaşı sonrası yürütülen anti-emperyalist mücadelelerle irtibatlı idik. Dolayısıyla bizim Amílcar Cabral ve Gine-Bissau ile Yeşil Burun’daki halkıyla kurduğumuz bağ, asla soyut değildi. Bizler, dar bütünleşmeci görüşlere dönük eleştirilerimizi geliştirme ve siyahların kurtuluşu ile ilgili olarak daha kapsamlı bir vizyon ortaya koyma noktasında Cabral’ın bize takdim ettiği enternasyonalizm anlayışına sırtımızı yaslıyorduk.

Simgesel açıdan önemli bir yerde duran Fidel Castro, Che Guevara, Frantz Fanon, Patrice Lumumba ve Amílcar Cabral gibi liderlere sırtınızı vermenin hayırlı olduğunu kimse inkâr edemez. Ancak bu devrimciler panteonu (ki sonrasında onun Haydée Santamaria ve Célia Sanchez gibi kadınları da içerdiğini öğrendik) dünyanın kurtuluşuna dair ihtimallere yönelik inancımızı muhafaza etmemizi sağladı. Benim bağlı olduğum SNCC birimi dağılınca komünist partiye katıldım (işin tuhaf yanı şu ki bu gelişme, New York’taki liderlerden birinin Los Angeles’taki SNCC biriminde kadınların fazla kudrete sahip olduğuna inandığı için yaşanmıştı.). Partiye katılınca Che-Lumumba Kulübü denilen, parti içinde teşkil edilmiş yapı dâhilinde çalışmaya başladım. Aynı dönemde San Diego’daki Kaliforniya Üniversitesi kampüsünde siyah, Latin ve beyaz işçi öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamak için yürütülen kampanyaya katkı sundum. Bu çalışmaya sonrasında Lumumba-Zapata adını verdik. Aslında Guevara-Cabral adını vermek de mümkündü. O dönemde birçok ebeveyn, çocuklarına Cabral ismini veriyordu. Kurumlara veya çocuklara bu türden isim verme pratikleri, tüm dünya genelinde ABD emperyalizmine ve sömürgeciliğe karşı çıkan insanlarla kurulan bağların güçlenmesini sağlıyordu.

Ama öte yandan Amílcar Cabral’ın basit bir sembol olmadığını söylemek lazım. Devrimci bir teorisyen olarak Cabral, kurtuluş mücadelesinin politik, ekonomik ayrıca kültürel yönlerine önem veren bir isimdi. “Teori Silâhı” adını taşıyan Ocak 1966’da Havana’da düzenlenen Trikontinental Konferansı’nda yaygın biçimde dağıtılan çalışmasında Cabral, devrimlerin formüllere dayanmadığını ve kolayca bir yerden başka bir yere aktarılamayacağını üstüne basa basa dile getirmişti. 1959’da zafere ulaşmış olan Küba Devrimi’nin yol açtığı heyecan, sadece bu devrimin ABD’ye 90 mil uzaklıkta gerçekleşmiş olmasının değil, ayrıca ileride gerçekleşecek (umut edildiği biçimiyle aynı şekilde yaşanacak) devrimci dönüşümlerin muhtemel olduğunu ortaya koymuş olmasının bir sonucu idi. Küba adasında başarıya ulaşmış taktik ve stratejileri yeniden üretmeye çabalamak yerine Cabral, bizden kendi teorilerimizi ve stratejilerimizi geliştirmemizi, bu görevi de mücadelelerimizin özgül ekonomik, politik ve kültürel konumlarıyla doğrudan bağ kurmak suretiyle ifa etmemizi istiyordu.

Düşmanlarımız aynı olsa da süreçler ve dinamikler arasında ciddi benzerlikler bulunsa da toplumsal devrim ve ulusal kurtuluş ihraç edilebilir birer meta değildir. Devrim ve ulusal kurtuluşun yerel ve ulusal ölçekte yaşanan gelişmelerin birer sonucu olduğunu görmek, lehte veya aleyhte işleyen dışsal faktörlerin etkisi altında şekillendiğini anlamak ama aynı zamanda onların her bir halkın tarihsel gerçekliğince belirlenip biçimlendiklerini tespit etmek gerekmektedir. En büyük emperyalist ve sosyalizm düşmanı güçten sadece doksan mil uzaklıkta cereyan eden Küba Devrimi, bu ilkenin pratik karşılığı gibidir.[1]

Suikasta kurban gitmeden birkaç ay önce ABD’li siyah devrimcilerle gerçekleştirdiği toplantıda Cabral da silâhlardan ve şiddetten daha kapsamlı bir olgu olarak mücadeleyi tahayyül etmenin önemi üzerinde durmuştu.

Kendi ülkemizde verdiğimiz mücadele neredeyse on yıldır devam ediyor. Bu süre zarfında bilhassa kadın-erkek ilişkilerinde yaşanan değişimleri dikkate aldığımızda mücadelenin yüz yıldan fazla bir zamana yayıldığını söylemek lazım. Tamam mermi sıkıyoruz, bomba atıyoruz, bu açıdan baktığımızda on yıllık süre çok fazla. Ama bunlarla yetinmiyoruz. Bu dönemde bir millet meydana getirdiğimizi görmeliyiz.[2]

Cabral da her daim derin analiz üzerinde durmuş bir isimdi. Ona göre analoji temelli düşünce ile yapılmış analizlerin kabul edilmesi mümkün değildi. ABD’de siyah devrimcilerle yaptığı toplantıda kendisiyle sömürgeciliğin niteliğini tartıştığı Eldridge Cleaver’la yapmış olduğu sohbetten de bahsetmişti. Aktardığına göre Cleaver, o sohbet esnasında ABD’de siyahların bir tür sömürgeci hâkimiyet koşullarında yaşamakta olduğunu dile getirmiş. Bu tespiti aktardıktan sonra Cabral, aynıymış gibi görünen olgularla karşı karşıya kalındığını, lâkin politik faaliyetin bizim bu olgular arasında ayrım yapmamızı gerekli kıldığını söyledi. Ama tabii bu, amaçların aynı olmadığı anlamına gelmiyordu. Ayrıca bazı araçların benzemediğini de kimse iddia edemezdi. Asıl mesele, zaman ve enerji kaybından ve kaçınmak adına, her bir durumu derinlemesine analiz etmek, yapılmayanları yapmak, yapılması gerekenleri unutmamaktı.[3]

Amílcar Cabral’ın bize verdiği derslerin paha biçilmez oldukları açık. Onunla şahsen tanışamadım. 1973’te Tanzanya’da Augustinho Neto ile Portekiz imparatorluğunun kısa süre içinde çökeceği konusunda, büyük bir coşkuyla gerçekleştirdiğimiz sohbeti hâlen daha anımsıyorum. O sohbette herkesin zihninde hâlâ taze olan Cabral’ın ölümü ile ilgili de konuşmuştuk. O Afrika seyahati esnasında Gine’nin Conakry şehrinde de kaldım. Vurulduğu yere gittim ve dünyanın kaderinin değişmesine katkı sunan bu insana saygılarımı sundum.

Angela Davis

[Kaynak: Claim No Easy Victories: The Legacy of Amilcar Cabral, Yayına Hazırlayan: Firoze Manji ve Bill Fletcher Jr., Codesria, 2013, s. 350-353.]

0 Yorum: