12 Temmuz 2019

Liberalle Solcu Arasındaki Fark


Siyasetin Demokratlar ve Cumhuriyetçilerden müteşekkil olduğu, başka herhangi bir ideolojinin varlık imkânı bulamadığı iki kutuplu siyaset dünyasında yaşayan ABD’li medya şirketleri, solu, liberali ve Demokrat’ı eşanlamlı olarak kullanıyorlar. Bunun tümüyle yanlış ve gerçekdışı olduğunu belirtmek gerek. Demokratlar, bir partinin mensuplarını ifade ediyorken, solculuk ve liberalizm birer ideoloji, ayrıca Demokrat Parti siyaseti, çoğunlukla ne solcu ne de liberal, onu temelde aşırı sağ olarak tanımlamak mümkün. Tam da Orwell’ın tespitinde dile getirdiği biçimiyle, bir yalan, birkaç kez tekrarlandığında yalanı değil de doğru olarak bildiğiniz şeyi sorgulamaya başlıyorsunuz.
Bu postmodern dönemde bazen kelimelerin hâlen daha belirli anlamlara sahip olduğunu, ayrımların kelimeler arasındaki farkı belirlediğini kendimize anımsatmamız gerekiyor.
Öyleyse şimdi liberalle solcu arasındaki farkları belirleyelim.
Bernie Sanders Demokrat Parti’ye oy veriyor, onun için çalışıyor, bu parti adına bağımsız bir isim olarak kampanya yürütüyor ve kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlıyor. Partisiz bir ideoloji olarak demokratik sosyalizmi İskandinavya pratikleriyle kıyaslamak gerekiyor.[1] Sanders’ın meselelere yönelik tutumu ise esasen ortanın solu olarak tanımlanabilir, lâkin Amerikan siyaseti o kadar aşırı sağa kaydı ki Sanders’ın eski tip Demokrat Partililiği solcuymuş gibi algılanabiliyor. Oysa 2020 model Sanders ile 1972 model McGovern arasında hiçbir fark yok.[2] Seçmenlerin kafası tam da bu sebeple karışıyor!
Liberal ve solcu, benzer taleplere sahip: ikisi de gelir eşitsizliğinin azaltılmasını, çalışma koşullarının düzeltilmesini, makul ücretlere tabi barınma ve sağlık imkânlarının artırılmasını istiyor. Ama aralarında belirli bir derece farkı var. Liberal, fakirle zengin arasındaki mesafenin daralmasını isterken komünist, tüm sınıfsal farklılıkların ortadan kalkmasını istiyor. Dış siyaset söz konusu olduğunda ise aralarındaki farklılık belirginleşiyor: liberal, tercihen bazı savaşlara destek çıkarken solcu, ordunun yalnızca özsavunma noktasında devreye girmesini talep ediyor.
Son paragraf belirli bir çıkarıma ihtiyaç duyuyor. Ben de birçok insan gibi işbirliğini meşrulaştırmak, onun gerekli olduğunu söylemek adına çakışmalardan söz ediyormuş gibi görünüyorum. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak da gündeme şu soru geliyor: Madem liberal de solcu da gezegeni ve insanlığı iklim değişikliğinden kurtarmak istiyor, o hâlde dünyayı kirletenlerle ve onların müttefiki olan inkârcılarla mücadele etmek için güçlerini neden birleştirmiyorlar?
Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz, liberalliğin şahikasıdır. Columbia Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapan, Dünya Bankası’nda eski baş ekonomist unvanıyla çalışmış olan, ayrıca eskiden Ekonomi Danışmanları Konseyi’nin başkanlığını yapmış olan Stiglitz’in yakınlarda New York Times’da çıkan makalesi, liberallerle solcular arasında kalıcı bir ilişkinin boş bir hayal olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
Zeki liberallerin o uzun ve sıkıcı laf ebeliklerinde de gördüğümüz üzere, Stiglitz’in “İlerici Kapitalizm Bir Oksimoron Değildir”[3] başlıklı yazısında bulunacak çok şey var. (Bu arada açık ve net olanı şimdiden ifade etmiş olalım: “Evet oksimorondur!”)
Stiglitz, sorunu doğru bir biçimde tanımlıyor:
“Altmışların sonundan beri en düşük işsizlik oranlarına kavuşmuş olmasına karşın Amerikan ekonomisi, yurttaşlarını yüzüstü bırakıyor. Nüfusun yaklaşık yüzde doksanı son otuz yıl içerisinde gelirlerinin yerinde saydığını veya azaldığını görüyor. ABD’nin gelişmiş ülkeler arasında en yüksek eşitsizlik düzeyine sahip olduğu, yurttaşlarına en az sayıda fırsat sunduğu dikkate alınırsa bu, hiç de şaşılacak bir durum değil.[4]”
Yerinde bir tespitle Stiglitz suçu, kârdan başka bir şey üretmeyen koruma fonu yönetimi türünden “servet avcısı” (ekonomistlerin kullandığı tabirle, “rantçı”) şirketlerde ve Reaganizmin geride bıraktığı mirasta buluyor.
“Küreselleşmeyi yönlendiren güçlerin ve teknolojik değişimin eşitsizliklerdeki artışa katkı sunması yetmiyormuş gibi bir de bizler, toplumsal eşitsizliklerin iyice derinleşmesini sağlayan politikalar benimsedik. Piyasalara giderek daha fazla bel bağladık ve toplumsal koruma mekanizmalarını ufalttık.”
Yazının devamında ise şunları söylüyor:
“Süreçten etkilenen işçilere daha fazla yardım sağlamalıydık (teknolojik değişimin bir sonucu olarak işlerini yitiren işçilere de benzer bir yardım sunmalıydık) fakat şirketlerin çıkarları bu türden bir teşebbüse kökten karşıydı. Ucuz işgücü gerektiren ve yurtdışında faal olan işletmelerin eksiğini tamamlamak adına yurtiçinde işgücü maliyetlerinin düşürülmesi gerekiyordu. Bu, esasen zayıf bir işgücü piyasasının dayattığı bir gereklilikti. Bugün itibarıyla fasit daireye girmiş bulunuyoruz: paranın yön verdiği siyaset sistemimizde artan ekonomik eşitsizlik, politik eşitsizliğin de artmasına yol açıyor, sonuçta kuralların devre dışı kaldığı, mevzuatların işlemediği, düzenlemenin bulunmadığı koşullarda ekonomik eşitsizlik daha da artıyor.”
Mesele bundan daha iyi anlatılamazdı!
Stiglitz türünden liberallerle benim gibi solcuların yolu, tartışma çözüm önerileri aşamasına geldiği noktada ayrışıyor. O aşamada Lenin gibi “Ne Yapmalı?” sorusunu sormak gerekiyor.
Stiglitz’ın cevabı şu yönde:
“Devletin topluma hizmet eden piyasaların oluşumunda oynadığı hayatî rolü kabul etmekle işe başlanmalı. Suiistimale ve istismara kapalı olan güçlü bir rekabeti güvence altına almak, şirketlerle istihdam ettikleri işçiler ile hizmet sunduklarını iddia ettikleri müşteriler arasındaki ilişkiyi yeniden biçimlendirmek şart.”
Özünde Stiglitz, “devlet müdahalesinin gerekli olduğunu” söylüyor.
Ayrıca “seçmenlerle seçilmiş görevliler, işçilerle şirketler, fakirlerle zenginler, işi olanlarla işi olmayanlar ve çok az çalışma imkânı bulabilenler arasında yeni bir toplumsal sözleşmenin teşkil edilmesine ihtiyacımız olduğundan bahsediyor.
Bu hattı takip edelim. Yazılanların tamamını okuyalım. Hiçbir noktasını atlamayalım.
Stiglitz, ne yapılması gerektiğini biliyor. Söylediklerinin büyük bir kısmında da haklı. Ama istediği şeylerin kâfi gelmeyeceğini söylemek gerek. Ayrıca önerilerinin hayırdan çok şerre yol açacağını belirtelim.
Stiglitz, öte yandan, önerilerinin nasıl gerçekleştirileceği sorusuna cevap veremez, çünkü bu konuda hiçbir şey bilmiyor. Tüm liberallerin önerdiği siyaset gibi onun siyaseti de pısırık, etkisiz bir avuç fikirden, anlamsız hayalden ibaret.
O, kendince “paranın yön verdiği siyaset sistemimizde artan ekonomik eşitsizlik politik eşitsizliğin de artmasına yol açıyor, sonuçta kuralların devre dışı kaldığı, mevzuatların işlemediği, düzenlemenin bulunmadığı koşullarda ekonomik eşitsizlik daha da artıyor” diyor, ama kapitalizmin içine girdiği bu dönemde dünyayı sürüklediği bu ölüm sarmalının bir devası bulunmuyor. Şirketlerin, onların gözde siyasetçilerinin ve medyadaki yolsuzluk çamuruna bulanmış propagandacıların “devletin hayatî rolünü kabul etmeleri” asla mümkün değil. Onların kendilerini düzene sokmaları mümkün değil. Ayrıca “yeni bir toplumsal sözleşme” de meydana getiremezler.
Bu insanlar zengin ve güçlüler. Zenginler, bir gün uyanıp “bencil bir pislik olmaya artık bir son verelim de gelirimi yeniden dağıtayım” demezler. Güçlülerin zayıfların sefil koşullarda yaşıyor oluşunu umursamaları asla mümkün değildir.
Para, zenginlerden ancak bir şekilde alınabilir: Zorla. Güçlüler de imtiyazlarından aynı şekilde mahrum bırakılabilirler: Başka tercihleri kalmadığında.
Liberaller ve solcular, birçok sorunu benzer şekilde tanımlıyorlar. Ama solcular, gerçek çözümlerin iktidardaki elitlere yoğun bir baskı uygulanmasını gerekli kıldığı üzerinde duruyorlar. Karşı tarafı ikna edecek, zora dayalı bir tehdit, misal şiddet araçlarını da kullanabilecek, barışçıl bir protesto, reformların dayatılması noktasında kâfi gelebilir. Lâkin solcular takipçisi değilse o reformlar yürürlükten kaldırılacaktır. Nihayetinde muktedirleri yerinden edecek olan devrimdir ki o da şiddete muhtaç olan bir süreçtir.
Liberaller değişim talep etmezler, değişimi nazikçe isterler. Onlar, şiddete ve karşı tarafı ikna edecek, şiddete dayalı tehdide karşı olduklarından, esasen örtük olarak siyasetin ve toplumun mevcut yapısında köklü bir değişime karşı dururlar. Solculardan farklı olarak liberaller, iddialarına göre hasretini çektikleri reformlara ulaşabilmek için kendilerine ait o ufak imtiyazları riske atmak istemezler. Dolayısıyla bıçak kemiğe dayandığında liberaller, devrimci müttefiklerini iktidara satacak, devletin baskısı ilk işaretini verdiği anda topuklayıp kaçacaklardır.
Eğer müttefikinize güvenemiyorsanız, demek ki o, hiç müttefikiniz olmamıştır.
Ted Rall
11 Temmuz 2019
Kaynak
Dipnotlar
[1] Chris Moody, “Bernie Sanders’ American Dream is in Denmark”, 17 Şubat 2016, CNN.
[2] Jerry Kremer, Bernie Sanders: The Second Coming of George McGovern?”, 11 Şubat 2016, Liherald.
[3] Joseph Stiglitz, “Progressive Capitalism Is Not an Oxymoron”, 19 Nisan 2019, NYTimes.
[4] Ana Maria Santacreu, “How Does U.S. Income Inequality Compare Worldwide?”, 16 Ekim 2017, StLouis.

0 Yorum: