07 Eylül 2014

, ,

Leyla Halid’le Röportaj


“Filistin Benim İçin Cennetin Ta Kendisidir!”


Frank Barat

7 Nisan 2014

 

Leyla, nasılsın? Neler yapıyorsun Amman’da şu sıralar?

Özgürlük mücadelesinin, geri dönüş hakkımız ve başkenti Kudüs olan bağımsız bir Devlet için verilen savaşın bir parçası olduğum sürece, gayet iyiyim. Bunun yakın bir zamanda gerçekleşmeyeceğini biliyorum, ancak yine de savaşıyorum. Burada, Amman’da, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nde mülteciler ve Geri Dönüş Hakkı birimlerinin başındayım.

Altı milyon Filistinli mülteciden birisi de sensin. Hâlâ bir gün geri döneceğinizi düşünüyor musun? Peki ya en temel hakları dahi reddedilen ve zaman zaman Filistin’e geri dönüşlerini etkileyebileceği düşünülerek, Lübnan’daki yaşam şartlarını iyileştirmeye çalıştıkları için eleştirilen Lübnan’daki mültecilerin koşullarıyla ilgili ne düşünüyorsun?

Filistinliler, farklı ülkelere dağılmış durumda. Her ülke de orada yaşayan insanlara tesir ediyor bir şekilde. 70’lerde ve 80’lerde Lübnan’da yaşayanlar, 1982’ye dek, silahlı mücadeleye ve devrim için savaşmaya yardım edenler kişilerdi. İsrail sürekli saldırıyor, ülkenin belirli yerlerini istila ediyor ve buralara işgal güçlerini gönderiyordu. 1982’den sonra, Filistinlilerin asıl hedefi, Lübnan’da mahrum kaldıkları kamusal ve toplumsal haklarını kazanmak oldu. Bu onların geri dönüş hakkı için verilen mücadeleye dâhil olmalarını sağlayacaktı. Filistinliler bu Geri Dönüş Hakkı meselesini genel itibariyle bir kavram ve kültür meselesi olarak görüyorlar. Filistinlilerin hepsi size toplumsal ve kamusal alandaki hakları için savaştığını söyleyecektir, ancak bu kendisini Filistin’e geri dönmeye hazırladığı anlamına gelir. Bu ikisi birbirinden ayrılamaz.

Son on yılda yapılan müzakerelerde mülteci meselesi giderek daha da demode bir mevzu haline gelmiştir; mültecilerin hakları artık sanki vazgeçilemez haklar değil de müzakere edilebilir haklar gibi görülmektedir. Aynısı, son raund olan “Kerry müzakereleri” için de geçerli tabii. Sana göre, bütün bunlardan nasıl bir anlam ifade ediyor? Müzakerelerin biteceği 29 Nisan tarihinden sonra neler olacak sence?

FHKC de ben de 1991’den beri bu müzakerelere karşıyız. Asıl sorun iki tarafın da kendi silahlarına sıkı sıkıya bağlı olması. İsrailler, Filistin’in dünyadaki bütün Yahudilerin vatanı olduğunu düşünüyor. Filistinliler de bu toprakların kendilerine ait olduğundan emin ve 1947/1948’de zorla bu topraklardan çıkarıldılar.

Bu mesele boyut değiştirince güçlerimizin eşit olduğu düşünüldü ancak aslında İsrail’le gücümüz eşit değil (bu sadece bir yanılsama). Önderlik Oslo görüşmelerine gitmeyi tercih etti, çünkü bunun Filistinlilerin temel haklarını kazanma yönünde bir adım olduğunu düşünüyordu. Bazıları da inandı buna, ancak yirmi yıl sonra buna inanmanın anlamsızlığını gördüler. Oslo görüşmeleri bize felaket getirdi.

Şimdi her zamankinden daha fazla İsrail yerleşimi var, Oslo görüşmeleri başlamadan önce bunun yarısı kadardı, şimdi iki katına çıktı, daha fazla toprağa el konuldu ve tabii bir de Duvar örüldü. Apartheid duvarı. İsrail bir apartheid devletidir.

Bugün, bu müzakerelerin amacı, Filistinlilere değil, İsrail’e yardım etmektir. Zaten İsrail’in “müzakere” lafıyla ne kastettiğini gördük artık. İsrail sözlerini asla tutmaz, yükümlülüklerini asla yerine getirmez ve yalnızca Filistinlilerin hayatını cehenneme çevirme projesine devam eder. Örgütüm de, bizzat ben de müzakerelerin bu son raunduna tabii ki karşıyız. Bilhassa şimdi. Amerikalılar, İsrail’e yalnızca yardımcı olacak bir projeyi destekliyorlar. Amerikalıların da sponsorluk yaptığı bir anlaşma vardı; İsrail’e Batı Şeria’daki, yerleşimlerinden vazgeçmesini ve 104 tutsağın farklı tarihlerde bırakılması gerektiğini söylüyordu bu anlaşma. Şimdi İsrailliler buna “hayır”, dediler, “bu anlaşmaya bağlı kalmayacaklarını, son tutsakları da serbest bırakmayacaklarını” söylediler. Ha zaten bu arada, bırakılan insanlar da kısa bir süre sonra tekrar hapsediliyor. İşte İsrail’in “döner kapı” politikası dedikleri şey budur.

Politikacılar tutsakların bırakılması gerektiğini söylüyor, ancak bu insanlar sonra yeniden tutuklanıyorlar. Pek çoğu hâlihazırda hapisteler. Çok açık görülüyor ki İsrailliler Filistinlilerle barışmaya hazır değil. Tabii Arapların başka meselelerle de boğuştukları için Filistinlileri desteklememesinden de faydalanıyorlar. Dolayısıyla kimse, imzaladığı anlaşmaları ihlal ettiğinde İsrail’i kınanmıyor tabii.

Ayrıca, Kerry ne istiyor? Planı nedir? Kimse bilmiyor. Her şey sözlü bir şekilde ilerliyor. Yazılı hiçbir şey yok. Önderlik, Kerry’nin teklifini reddetmelidir. Bu arada Kerry, Ramallah’a başka bir teklifle geri dönmedi. Bu da demektir ki Filistin Yönetimi ikinci seçeneğe başvuracak ve BM’ye geri gidecektir. Bütün bunlar üzerine, bugün, ABD böyle bir harekete itiraz edeceğini söyledi yeniden. Bütün bunlar ne anlama geliyor?

Öncelikle İsrail Devleti’nin mahiyetini düşünmemiz gerekiyor bence. Sonra da, onların proje ve planlarını daha iyi anlamaya çalışmak zorundayız. Üçüncü olarak da, İsrail’in bazı açılardan bizden daha güçlü olduğunu görmeliyiz. Ancak biz de güçlüyüz. Her şey halkımıza bağlı. İsrail’in önümüze koyduğu zorluklarla yüzleşecek irademiz var. İngilizlerin dediği gibi “İstenirse, mutlaka bir yol bulunur.” Ben hâlâ o toprakların bizim hakkımız olduğuna ve bunun için mücadele etmemiz gerektiğine inanıyorum.

Mücadele ettik, ediyoruz ve edeceğiz. Nesilden nesle geçecek mücadelemiz. Özgürlüğümüzü kazanmamız için gidip hayalleri uğruna savaşacak güçlü insanlara ihtiyaç vardır. O yüzden, şu an bir uzlaşma olacağını sanmıyorum. Amerikalılar, müzakereleri sürekli uzatmak derdindeler. Bu da hiçbir işe yaramayacak.

Eğer müzakereler de Filistinlilere barış getirmeyecekse, barış getirecek olan şey nedir? Önderlik ne yapmalıdır?

Direnmek! Bir halk ancak bu şekilde haklarını alabilir. Tarih bize bunu göstermiştir. Mücadele etmeden özgürlüğünü kazanan bir halk yoktur. İşgalin olduğu yerde direniş de olur. Bu Filistinlilerin icat ettiği bir şey değil ki. Aslında BM’nin de desteğiyle düzenlenecek bir konferans çağrısında bulunacağız; ama bunu salt bu organların Filistin meselesiyle ilgili kararlarını uygulamış olmak için yapacağız.

194 sayılı karar, İsrail’i mültecilerin geri dönüşünü kabul etmeye çağırıyor. Evet, biraz da BM’yi sıkboğaz edelim. İnsanlara bu kararı hatırlatacak bir konferans düzenleyelim. Ama asıl sorun, gerçekleşen müzakerelerden çıkan kararların İsrail’in tarafında olduğunu bildiğimiz Amerika tarafından alınması.

FKÖ, Filistin Kurtuluş Örgütü anlamına geliyor. Peki, bu sözcüklerin gerçek anlamını kaybettiğini düşünüyor musun? 2008 yılında Bassam Şaka, bana FKÖ’nün her şeyden önce bir özgürlük hareketi olarak kendi köklerine dönmesi gerektiğini söylemişti.

Özgürlük direnmeden kazanılmaz. Ben safımı değiştirmedim. Örgütün başlangıçtaki programına bağlıyım. Direnişi arttırmak üzere çağrı yapıyoruz. İnsanlar, halk direnişinden bahsediyorlar. Halk direnişi, yalnızca eylemler, gösteriler anlamına gelmiyor. Halk silah da kullanıyor. Savaşmaya hazır bir halkımız var.

Özgürlük için silahlı direnişi seçmiş birisi olarak, barışçıl ve şiddet içermeyen, pasif direniş senin için ne anlam ifade ediyor?

Direniş tek boyutlu bir şey değil ki. Pek çok farklı direniş türü olabilir. Şiddet içereni de var içermeyeni de. Pasif direniş yollarını seçenlerle bir sorunum yok. Ülkemizi yalnızca silahlı mücadeleyle kurtarmayacağız. Başka türlü direnişler de gerekli tabii. Siyasi direniş, diplomatik direniş, pasif direniş. Elimizde ne varsa kullanmamız gerekiyor. On yılı aşkın bir süredir, insanlar Bil’in’de, Nebi Salih’de gösteriler yapıyorlar… Duvarın varlığını ve topraklarına el konulmasını protesto ediyorlar. Peki, İsrail ne yapıyor bunun karşılığında? Şiddet, biber gazı, bombalar… Afiş, pankart tutan insanlara karşı koca bir askerî teçhizat, düşünebiliyor musunuz?

Her türlü direnişe destek veririm ben. Ancak tek başına pasif direnişin bütün haklarımızı almamızı sağlayacağını söyleyemeyiz. Karşımızda bir apartheid devleti var; bir hareket olarak Siyonizm, Amerikalılar ve genel olarak İsrail’i destekleyen Batı var. Ancak güç dengesi değiştiği zaman, daha farklı düşünmeye ve müzakerelere başlayabiliriz.

Kamuoyu, ezenin ve ezilenin kim olduğunu bildiği zaman silahlı direnişi savunmak her zaman daha kolaydır. Senin 1969 ve 1970’te gerçekleştirdiğin eylemler bu ayardaydı, değil mi? Sen, o eylemlerle Filistin’in haritadaki yerini cümle âleme göstermek istiyordun. Filistin’in diğer yüzünü, Filistinlilerin taleplerinin meşru olduğunu ve Filistin halkının haklı olduğunu göstermek için yetmişlerden bu yana devam eden eğitim süreci yeterince bilinçlenme sağladı mı?

Vietnam örneğine bakalım. Ya da Cezayir ve Güney Afrika örneklerine. O halkların bütün dünyayı haklı mücadelelerine inandırmak için zamana ihtiyacı vardı. Bu da epey zaman aldı. Sonunda bütün dünya, ezilen halkların istedikleri şekilde direnme hakkına sahip olduğunu kabul etti. Hiç kimse, bize belli bir direniş biçimi dayatamaz. Silahlı mücadeleyi biz seçtik. Hedeflerimizi gerçekleştiremedik. Sonra intifada patladı ve bütün dünya bizi ciddiye almaya başladı. Dünya üzerindeki bütün insanların desteğini aldık. Ancak hedeflerimize hâlâ ulaşmadık, çünkü önderlik, intifadayı daha da ileri götürecek, onu başka bir seviyeye çıkartacak kadar cesur değildi.

İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden çekilmeyi kabul etmeye hazırdı. Ancak önderlik, başarısız oldu ve bizi de hayal kırıklığına uğrattı. İntifada, halkın seçimiydi. Direnişin ve silahlanmanın başlangıcına bakarsanız, 1967’den sonra bunun Filistinliler için bir zorunluluk olduğunu görürsünüz. Topraklarımızı geri alabilmek için diğer Arap ülkelerine bağlıydık. Ancak onlar da bizi hayal kırıklığına uğrattılar.

İsrail daha fazla Filistin toprağını işgal etti. Biz de kendi kaderimizi kendimiz yazmaya karar verdik. Silahlı bir mücadele başlatarak. Halk şu an bir bekleyiş içerisinde, ancak bu müzakerelerin de bir yere varmayacağını biliyor. İsrail’le olan tecrübelerimiz ona güvenilmeyeceğini söylüyor bize. Sözlerini tutmuyorlar. Bizi sürekli tehdit ediyorlar. Ebu Mazzen (Mahmud Abbas) barışın taraflarından biri değilmiş! Peki, kim barışın taraflarından birisi? Şaron mu? Netanyahu mu? Bu sağcı hükümetle mi gelecek barış? Bu, bir hükümet değil, aslına bakarsanız, bu bir çete; yerleşimcileri, faşistleri ve ırkçıları temsil eden bir çete.

Bu yalan geçen yüzyılda başladı. Bu toprakların Yahudi toprakları olduğu, bu toprakları onlara kutsal kitaplarının bahşettiği söylendi. Şimdi bu, demokratik bir şey mi? 1948 yılında bütün dünya bu yalanı kabul etti. “Tanrı bize bu toprakları vaat etti!” Sanki Tanrı bir emlakçıymış gibi! Bu, bir sömürge projesi. Zaten süregelen sorunun temel noktası da burası.

O zaman bu mücadele, İsrail’in yerleşimci sömürgecilik projesini, yani apartheid’ı sona erdirmek üzere. O günden sonra ne olacak sence? Zafer gününden sonra yani? Cezayir’deki veya Güney Afrika’daki gibi bir çözüm mü getirilecek?

Biz, her zaman daha insanî bir çözüm teklif ettik. Herkesin eşit zeminde yaşayacağı bir yer istedik. Yahudi olur, Müslüman olur; ben, insanların inandıkları dini önemsemiyorum. Ben, insan olmaya inanıyorum. İnsan dediğiniz varlıklar da birlikte masaya oturabilir ve bu toprakların geleceğine birlikte karar verebilir. Ancak şu an yaşadığım şehre geri dönme hakkımın olmadığını kabul etmiyorum. Tıpkı 6 milyon Filistinli gibi. Oraya giremiyoruz.

Biz, insanî ve demokratik bir çözüm yolu öneriyoruz. Hiç kimse, bana mülteci olduğumuz için ülkemizin kaderine karar veremeyeceğimizi söyleyemez. Bildiğim kadarıyla, bize yapılan şey tarihte bir ilk. İnsanlar vatanlarından kovuluyor ve çok uzaklardan gelen bambaşka insanlar onların yerini alıyor. İsrailliler başka ülkelerin vatandaşları normalde. İsrail, çeşitli örgütler dolayısıyla, 1948’den önce bir ordu yarattı, Tamam, ama ortada bir toplum yoktu ki. Dışarıdan insanlar getirdiler.

Bugün bile, bu ülkede ve bu toplumda çok büyük tutarsızlıklar vardır. Yahudiler, birbirinden farklı kültürlerden gelmişler ve bir kısmı İbranice konuşmuyor bile.

Biz, daha fazla kan aksın istemiyoruz, ancak direnmek zorundayız. Kendi vatanımızda yaşamaya hakkımız var. İsrailliler, kıpırdamadıkları sürece bu meselenin çözülmeyeceğini fark ettikleri zaman, çözümümüzü kabul edeceklerdir. Bazı İsrailliler artık anlamışlardır bunu. Yani sonsuza kadar savaşmaya devam edemeyeceklerini. Hem ayrıca ne uğruna savaşıyorlar?

Bize kadınların direnişteki rolünden bahsedebilir misin? Eylemlerinin, mesela 1969 ve 1970’teki uçak kaçırma eylemlerinin Filistin, dünyadaki kadınlar veya her ikisi için de bir şeylere vesile olduğunu düşünüyor musun?

Uçak kaçırma olayları birer taktikten ibaretti. Tutsaklarımızın bırakılmasını istiyorduk ve çok güçlü bir söz söylemek zorundaydık. Bütün dünyaya biz, Filistinlilerin yalnızca mülteci olmadıklarını anlatmamız gerekiyordu. Siyasi ve insanî hedefleri olan bir halktık biz. Dünya, bize çadırlar, kullanılmış kıyafetler ve yiyecekler gönderiyordu. Bize kamplar kuruyordu insanlar. Ama biz bundan fazlasıydık. Bugünlerde, kampların faaliyetinin durdurulması söz konusu; çünkü bu kamplar 1948’den kaldı.

Halkımızın parçası olan kadınlar; onlar da benzer haksızlıkları hissediyorlar elbette. Bu yüzden mücadelenin bir parçası oldular. Kadınlar hayat verir. Bu yüzden tehlikeyi erkeklerden daha fazla hissederler. İşin içine girdikleri zaman, devrime daha sadıktırlar aslında çünkü çocuklarının yaşamı için de savaşırlar. İki çocuk doğurduktan sonra çok daha iyi anladım ki onlar için savaşmak ve onlara bir gelecek sağlamak için elimden geleni yapmalıyım. Çocuklarını kaybeden annelerin acısını paylaşıyorum.

Yani sorunuza cevap vermek gerekirse eylemlerimin hem Filistin’e hem kadınlara tesiri oldu. Halk cephesinin sloganı şuydu: “Topraklarımızın özgürlüğü için kadın erkek birlikte mücadele ediyoruz.” FHKC, bu sloganı kadınlara gerilla ordusunda yer vererek hayata geçirmiştir. Kadınlar, aynı zamanda iç cephedekileri, yani aileyi savunmada da büyük rol oynamışlardır.

Artık yüzlerce Filistinli kadın ailesinin sorumluluğunu taşımaktadır. Bütün bu savaşlardan, katliamlardan, tutuklamalardan, İsrail’in ölümle sonuçlanan saldırılarından sonra kadınlar ailelerini dağılmaktan korumuşlardır. Ayrıca, kadınlar artık eğitimliler; çalışıyorlar, seyahat ediyorlar, üniversiteye gidiyorlar vb. Devrimden önce, böyle değildi. Şimdi böyle ama. Ve böyle olması da gerekiyor.

Görüyorsunuz ki kadınlar mücadelenin ve toplumun pek çok katmanında aktifler. Filistin’de de, Filistin’in dışında da bu böyle artık.

Leyla Halid: Hava Korsanı filminin yönetmeni Lina Makbul, filmin sonunda sorduğu soruda sizin eylemlerinizin Filistin halkına her şeyden fazla zarar verdiğini ima ediyor. Film de bu soruyla bitiyor. Sen soruya ne cevap verdin?

Bana bunu sinematografik amaçlarla yaptığını söyledi. Ama durumdan hoşlanmadım. Çünkü insanlar, benim ne cevap verdiğimi duymadılar. Cevabım tabii ki hayırdı! Yaptığım eylemler halkıma ve mücadelemize katkıdır. Kimsenin kılına zarar vermedik. Bütün dünyaya bir halk olduğumuzu, haksızlığa maruz kaldığımızı duyurduk ve bu dünya, hedeflerimize ulaşmamız konusunda bize yardım etmek zorundaydı.

Senin de bildiğin üzere, Lina’yla saatlerce oturdum, ona bütün hikâyeyi anlattım. Sonra bana İsveç Televizyonu’nun yalnızca bu soruyu istediğini söyledi.

Bazen geri dönüp geçmişe bakıyor musun? Neler yapıldı, neler yapılabilirdi; güncel durumlara baktığında, sence başka ne yapılabilirdi? Yanlış giden neydi?

Biz, yedinci konferansı yakın zamanda düzenledik ve duruşumuzu gözden geçirdik. Sonra dünya çapındaki ilerlemeci güçlerle ilişkilerimizi geliştirmek üzere biz de bir program hazırladık; özellikle Araplarla olan ilişkilerimiz adına yaptık bunu. İçyapımızı güçlendirmeye karar verdik ve ayrıca kendi konumumu, düşünme şeklimi gözden geçirmeyi öğrendim. Her sene, Aralık civarı, geçtiğimiz yıla bir bakarım ve sonraki yıl için bir şey yapmaya karar veririm. Bu senenin başında sigarayı bırakmaya karar vermiştim ve bıraktım da.

Kutlarım doğrusu!

Kararımı verdim, uygulaması benim için çok zor olmadı.

Peki, sana göre Filistin, niçin böyle bir dayanışma hareketinin simgesi hâline geldi?

Filistin benim için cennet demek. Dinler cennetten bahseder. Benim için cennet Filistin’dir. Filistin, yaptığımız fedakârlıkları hak ediyor.

Türkçesi: F. Büşra Helvacıoğlu
Kaynak

[Le Mur Des Oreilles [“Kulakların Duvarı”] adlı radyo programından Frank Barat’ın Leyla Halid’le 3 Nisan 2014 tarihinde yaptığı bu özel röportaj, ilk olarak MondoWeiss’da yayımlanmıştır.]

0 Yorum: