02 Eylül 2014

İşkence


İşkencenin Neden (Hâlâ)  Mesele Olduğuna Dair Dört Gerekçe

1. Hâlâ yapılıyor.

2009’da göreve başlamasından kısa bir süre sonra Başkan Obama, işkenceyi yasaklayan ve “kara mekânlar” olarak bilinen CIA’ye ait yerlerin kapatılmasını öngören bir talimat verdi. Ama bu talimat, “yoğun bir icra faaliyeti”ne yol açmadı. Mahkûmlar, işkence edilmek üzere başka ülkelere gönderildiler. (Bu, ABD’nin 1994’te imzaladığı, Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Konvansiyonu nezdinde illegal bir uygulama.) Ayrıca ABD, mahkûmların hücrelerde kaldığı Guantánamo Hapishanesi’ni de kapatmadı.

Periyodik olarak yapılan açlık grevleri, zorla besleme saldırılarıyla karşılandı. Samir Naci Hasan Mukbel, yaşadığı deneyimi New York Times’a Nisan 2013’te şu şekilde anlatmıştı:

“Beslenme hortumunu burnuma soktukları ilk anı hiç unutamam. Bana bu şekilde zorla besin verilmesinin ne kadar acı verici olduğunu izah bile edemem. Hortum içeri sokuldukça acıdan havaya sıçrıyordum. Kusmak istiyor ama kusamıyordum. Göğsümde, boğazımda ve midemde yoğun bir acı hissediyordum. Böylesi bir acıyı daha önce hiç yaşamamıştım. Bu acımasız cezalandırma yönteminin kimseye tatbik edilmesini istemem.”

CIA’in kara mekânları kapandı ya da kapanmadı, bilmiyoruz, ama Özel Müşterek Operasyonlar Komutanlığı’nın idaresi altında, özellikle Afrika’nın kimi yerlerinde işlemekte olan gözaltı merkezlerinde neler olup bittiği hakkında hiçbir bilgimiz yok. (Bu konuda daha fazla bilgi edinmek için Jeremy Scahill’in mükemmel çalışması Dirty Wars’a [“Kirli Savaşlar”] bakınız.)

Obama’nın talimatı, ABD hapishanelerinde de gündelik bir pratik hâlini alan işkenceyi sona erdirmedi. Ordu ihtiyat kuvvetleri mensuplarının Ebu Gureyb’de gardiyan olarak çalışmaları ve buradaki zulümden sorumlu olmaları tesadüf değil. Ebu Gureyb’te çalışırken ailesine yolladığı epostada Uzman Çavuş Charles A. Graner şunu yazıyordu: “İçimdeki Hristiyan bunun yanlış olduğunu söylüyor ama içimdeki infaz koruma memuru ‘yetişkin bir adamın altına işemesine bayılıyorum’ diyor.”

Hücre hapsi ve her an bir tehdit olarak yaşatılan tecavüz, dünyanın en büyük hapishane nüfusuna sahip halkın yaygın olarak maruz kaldığı kurumsallaşmış işkencenin sadece iki biçimi. Son dönemde Guantánamo’da yapılan açlık grevleri, Kaliforniya’daki yüksek güvenlikli hapishanelerde mahkûmların hücrelere tıkılmasıyla aynı zamanda gerçekleşti.

2. Bu konuda hâlâ eksiksiz ve resmî bir değerlendirmeye sahip değiliz.

ABD’nin işkenceyi “teröre karşı savaş”ta nasıl kullandığına ilişkin resmî bir hükümet değerlendirmesi mevcut değil. Bunun kısmî nedeni, sürece şu veya bu şekilde dâhil olan gizli ya da açık, birçok farklı kurumun bulunması. Örneğin Senato İstihbarat Komitesi, CIA’in işkenceyle ilişkisine dair 6.000 sayfalık bir rapor hazırladı ama bu rapor hiçbir zaman halka açılmadı. Ayrıca komite, CIA’in kendi soruşturma programına dair raporunu inceleyemedi. Bildiklerimizin çoğu sızıntıların, kendini işine adamış inatçı gazetecilerin ve insan hakları avukatlarının bir ürünü. Ama elimizde, 1972 Kilise Komitesi raporu düzeyinde, resmî hiçbir şey yok.

Hem Kongre’nin hem de Obama yönetiminin tam bir değerlendirme yapma konusunda isteksiz olması karşısında hayal kırıklığına uğramış olan, partiler üstü, özel bir komite kendi raporunu hazırladı. Komitede eski Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi (DEA) başkanı Asa Hutchinson, eski FBI başkanı William Sessions ve ABD’nin eski BM elçisi Thomas Pickering vardı. Rapor iki önemli sonuca ulaşıyordu: 1) “ABD’nin işkence yaptığı tartışmasız bir gerçekliktir” ve 2) “Ulusun en yüksek makamları işkencenin yaygınlaşmasına izin verme ve katkı sunma noktasında sorumludurlar.”

3. ABD’de uygulanan işkence konusunda hiçbir üst düzey yetkili hesap vermemiştir.

“Teröre karşı savaş” döneminde mahkûmlara yönelik suiistimallerden ötürü sadece iki düşük rütbeli asker, Charles Graner ve Lynndie England, hapse atıldı. Donald Rumsfeld, Dick Cheney ve George W. Bush gibi hiçbir üst düzey isim, devletin kurumsallaştırdığı işkence programı dâhilinde işledikleri suçlardan hiçbir ceza almadı. Başkanlığının ilk günlerinde Başkan Obama şunu söylemişti: “Geçmişi suçlayarak zamanımızı ve enerjimizi boşa harcadığımızda, elimize hiçbir şey geçmeyecektir.” Ama bu yaklaşım doğru değil. Geçmişi (ve bugünü) suçlamak, gelecekte işkenceye mani olmanın önkoşulu, çünkü bu tavır, söz konusu uygulamadan kamusal manada bir kopuşun gerçekleştirilmesini ifade edecektir. “Elimize” ise, ABD’nin artık işkence yapmaması gerektiği üzerine genel bir oydaşma imkânı “geçecektir”. İşkence konusunda böylesi bir oydaşmanın bugün oluşmadığı açıktır.

4. İşkenceye müsamaha göstermek bizi, bir korkaklar ulusuna dönüştürür.

Bizde işkencenin münferit bir olay olduğunu düşünme eğilimi vardır. İşkence, bu kanaate göre, ümitsiz insanların ümitsiz koşullarda yaptıkları bir şeydir. Oysa kurumsallaştırılmış devlet işkencesi, gerçekte hâlâ devam eden, toplumun iliklerine işlemiş bir uygulamadır. İşkence için belirli bir altyapıya ve eğitime ihtiyaç vardır. İşkence kendi tarihine, geleneklerine, özel üyeliğe kabul ritüellerine sahiptir. Daha da önemlisi işkence, yapanda ve ona izin veren her demokratik ulusta özel ahlâkî alışkanlıkların oluşmasına neden olur.

11 Eylül 2001’deki saldırıdan beri bu ülkedeki insanlar korkmaya teşvik edilmişlerdir. Hükümetimizin bizim güvende olmamızı sağlamak için kimi insanlara işkence yapmaya mecbur kalmasını bilmek, her birimizin korkunç bir tehlike, ancak hükümet tarafından korunabileceğimiz bir tehlike içerisinde olmamız gerektiğine dair o inancı bir biçimde teyit eder. Şahsî güvenliği en yüksek değer olarak belirleyen ahlâkî tutum için en uygun kelime, korkaklıktır. Eğer bir ulus olarak işkenceye son vermek için harekete geçmez, bu konuda eksiksiz bir değerlendirmenin yapılmasını ve herkesin hesap vermesini talep etmezsek, biz kendimizi riske atıp bir korkaklar ulusuna dönüşürüz.

Rebecca Gordon
12 Nisan 2014
Kaynak

0 Yorum: