1. Hâlâ yapılıyor.
2009’da göreve başlamasından kısa bir süre sonra
Başkan Obama, işkenceyi yasaklayan ve “kara mekânlar” olarak bilinen CIA’ye ait
yerlerin kapatılmasını öngören bir talimat verdi. Ama bu talimat, “yoğun bir
icra faaliyeti”ne yol açmadı. Mahkûmlar, işkence edilmek üzere başka ülkelere
gönderildiler. (Bu, ABD’nin 1994’te imzaladığı, Birleşmiş Milletler İşkenceye
Karşı Konvansiyonu nezdinde illegal bir uygulama.) Ayrıca ABD, mahkûmların
hücrelerde kaldığı Guantánamo Hapishanesi’ni de kapatmadı.
Periyodik olarak yapılan açlık grevleri, zorla besleme
saldırılarıyla karşılandı. Samir Naci Hasan Mukbel, yaşadığı deneyimi New
York Times’a Nisan 2013’te şu şekilde anlatmıştı:
“Beslenme
hortumunu burnuma soktukları ilk anı hiç unutamam. Bana bu şekilde zorla besin
verilmesinin ne kadar acı verici olduğunu izah bile edemem. Hortum içeri
sokuldukça acıdan havaya sıçrıyordum. Kusmak istiyor ama kusamıyordum.
Göğsümde, boğazımda ve midemde yoğun bir acı hissediyordum. Böylesi bir acıyı
daha önce hiç yaşamamıştım. Bu acımasız cezalandırma yönteminin kimseye tatbik
edilmesini istemem.”
CIA’in kara mekânları kapandı ya da kapanmadı,
bilmiyoruz, ama Özel Müşterek Operasyonlar Komutanlığı’nın idaresi altında,
özellikle Afrika’nın kimi yerlerinde işlemekte olan gözaltı merkezlerinde neler
olup bittiği hakkında hiçbir bilgimiz yok. (Bu konuda daha fazla bilgi edinmek
için Jeremy Scahill’in mükemmel çalışması Dirty Wars’a [“Kirli Savaşlar”]
bakınız.)
Obama’nın talimatı, ABD hapishanelerinde de gündelik
bir pratik hâlini alan işkenceyi sona erdirmedi. Ordu ihtiyat kuvvetleri
mensuplarının Ebu Gureyb’de gardiyan olarak çalışmaları ve buradaki zulümden
sorumlu olmaları tesadüf değil. Ebu Gureyb’te çalışırken ailesine yolladığı
epostada Uzman Çavuş Charles A. Graner şunu yazıyordu: “İçimdeki Hristiyan
bunun yanlış olduğunu söylüyor ama içimdeki infaz koruma memuru ‘yetişkin bir
adamın altına işemesine bayılıyorum’ diyor.”
Hücre hapsi ve her an bir tehdit olarak yaşatılan
tecavüz, dünyanın en büyük hapishane nüfusuna sahip halkın yaygın olarak maruz
kaldığı kurumsallaşmış işkencenin sadece iki biçimi. Son dönemde Guantánamo’da
yapılan açlık grevleri, Kaliforniya’daki yüksek güvenlikli hapishanelerde
mahkûmların hücrelere tıkılmasıyla aynı zamanda gerçekleşti.
2. Bu konuda hâlâ eksiksiz ve resmî bir
değerlendirmeye sahip değiliz.
ABD’nin işkenceyi “teröre karşı savaş”ta nasıl
kullandığına ilişkin resmî bir hükümet değerlendirmesi mevcut değil. Bunun
kısmî nedeni, sürece şu veya bu şekilde dâhil olan gizli ya da açık, birçok
farklı kurumun bulunması. Örneğin Senato İstihbarat Komitesi, CIA’in işkenceyle
ilişkisine dair 6.000 sayfalık bir rapor hazırladı ama bu rapor hiçbir zaman
halka açılmadı. Ayrıca komite, CIA’in kendi soruşturma programına dair raporunu
inceleyemedi. Bildiklerimizin çoğu sızıntıların, kendini işine adamış inatçı gazetecilerin
ve insan hakları avukatlarının bir ürünü. Ama elimizde, 1972 Kilise Komitesi
raporu düzeyinde, resmî hiçbir şey yok.
Hem Kongre’nin hem de Obama yönetiminin tam bir
değerlendirme yapma konusunda isteksiz olması karşısında hayal kırıklığına
uğramış olan, partiler üstü, özel bir komite kendi raporunu hazırladı. Komitede
eski Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi (DEA) başkanı Asa Hutchinson, eski FBI
başkanı William Sessions ve ABD’nin eski BM elçisi Thomas Pickering vardı.
Rapor iki önemli sonuca ulaşıyordu: 1) “ABD’nin işkence yaptığı tartışmasız bir
gerçekliktir” ve 2) “Ulusun en yüksek makamları işkencenin yaygınlaşmasına izin
verme ve katkı sunma noktasında sorumludurlar.”
3. ABD’de uygulanan işkence konusunda hiçbir üst
düzey yetkili hesap vermemiştir.
“Teröre karşı savaş” döneminde mahkûmlara yönelik
suiistimallerden ötürü sadece iki düşük rütbeli asker, Charles Graner ve
Lynndie England, hapse atıldı. Donald Rumsfeld, Dick Cheney ve George W. Bush
gibi hiçbir üst düzey isim, devletin kurumsallaştırdığı işkence programı
dâhilinde işledikleri suçlardan hiçbir ceza almadı. Başkanlığının ilk
günlerinde Başkan Obama şunu söylemişti: “Geçmişi suçlayarak zamanımızı ve
enerjimizi boşa harcadığımızda, elimize hiçbir şey geçmeyecektir.” Ama bu
yaklaşım doğru değil. Geçmişi (ve bugünü) suçlamak, gelecekte işkenceye mani
olmanın önkoşulu, çünkü bu tavır, söz konusu uygulamadan kamusal manada bir
kopuşun gerçekleştirilmesini ifade edecektir. “Elimize” ise, ABD’nin artık
işkence yapmaması gerektiği üzerine genel bir oydaşma imkânı “geçecektir”.
İşkence konusunda böylesi bir oydaşmanın bugün oluşmadığı açıktır.
4. İşkenceye müsamaha göstermek bizi, bir korkaklar
ulusuna dönüştürür.
Bizde işkencenin münferit bir olay olduğunu düşünme
eğilimi vardır. İşkence, bu kanaate göre, ümitsiz insanların ümitsiz koşullarda
yaptıkları bir şeydir. Oysa kurumsallaştırılmış devlet işkencesi, gerçekte hâlâ
devam eden, toplumun iliklerine işlemiş bir uygulamadır. İşkence için belirli
bir altyapıya ve eğitime ihtiyaç vardır. İşkence kendi tarihine, geleneklerine,
özel üyeliğe kabul ritüellerine sahiptir. Daha da önemlisi işkence, yapanda ve
ona izin veren her demokratik ulusta özel ahlâkî alışkanlıkların oluşmasına
neden olur.
11 Eylül 2001’deki saldırıdan beri bu ülkedeki
insanlar korkmaya teşvik edilmişlerdir. Hükümetimizin bizim güvende olmamızı
sağlamak için kimi insanlara işkence yapmaya mecbur kalmasını bilmek, her
birimizin korkunç bir tehlike, ancak hükümet tarafından korunabileceğimiz bir
tehlike içerisinde olmamız gerektiğine dair o inancı bir biçimde teyit eder.
Şahsî güvenliği en yüksek değer olarak belirleyen ahlâkî tutum için en uygun
kelime, korkaklıktır. Eğer bir ulus olarak işkenceye son vermek için harekete geçmez,
bu konuda eksiksiz bir değerlendirmenin yapılmasını ve herkesin hesap vermesini
talep etmezsek, biz kendimizi riske atıp bir korkaklar ulusuna dönüşürüz.
Rebecca Gordon
12 Nisan 2014
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder