Hizbullah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hizbullah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Şubat 2025

, ,

Dünyanın Özgür İnsanları

Hasan Nasrallah’ın cenaze töreninin gerçekleştirildiği stadyumda komünistlerin kızıl bayrakları dalgalanıyordu. Bu bayrakları taşıyanlar, “yoldaş”larının, son beynelmilel liderlerden birinin hüzün yüklü cenazesine iştirak etmek için dünyanın dört bir yanından geldiler.

İki gündür basın kuruluşları, bu istisnai olayla ilgili haberler geçiyor. İrlanda’dan, Brezilya’dan, Tunus’tan, Amerika’dan ve Afrika’dan gelen insanlarla röportajlar gerçekleştiriyor.

Peki bu insanlar neden geldiler?

Röportajlardan birinde şu söyleniyor:

“Emperyalizme karşı mücadelenin ve devrimlerin tarihini incelediğinizde karşınıza ışıl ışıl parıldayan insanlar çıkıyor, Seyyid Hasan Nasrallah bu insanlardan biri.”

Bir başkası, “dünyayı kurtarmaya dair düşünceleri olan biriydi o” diyor. İrlandalı bir eylemci, onun “gerçek bir beyefendi” olduğunu söylüyor.

Bunlar, özgür dünyanın insanları. Nasrallah’ın konuşmalarında bahsini ettiği kişiler. Onun bilincinde, dilinde ve kaleminde bu insanlar vardı. Onlar, doğrudan hitap ettiği “yoldaşlar”ıydı. Soykırımı redde tabi tutup İsrail’i mahkûm etmek için politik baskı uygulanmasını talep ettiğinde, bu insanları başkentlerinde eylem yapmaya çağırıyordu.

Bu anlamda, mesele belirli bir yerelliğin ürünü ama zamanla kozmik bir boyut kazanmış. Bugün olan bu. Biz, bu insanları Columbia Üniversitesi’ndeki oturma eylemlerinde, parklardaki gösterilerde, Filistin ve Hizbullah bayrakları taşırken görüyoruz.

İstisnai liderler, varolmadıkları koşullarda bile politika yapmayı sürdürürler. Onların etkisi yok olmaz. Tutku, en üst seviyede varlığını sürdürür. Dünyanın özgür insanları, sömürgecilik karşıtları, İsrail’den nefret edenler, bugün göz yaşı döktüler, ama bu acıyla yüklü momentte herkes, Hizbullah’ın cenazede kullandığı “Ahde bağlıyız” sloganını her bir ağızdan attı.

Asıl mesele de bu ahit. Filistin’in kurtuluşu. Frantz Fanon’un tabiriyle, “toprağa eziyet edenler”den yana düşmemek. İnsandaki yara, o çekilen çileler, devrimci bir fırsatı doğuruyor. Mesele, bu haliyle yeni bir içeriğe kavuşuyor. Bu yenilenmeyle birlikte, Seyyid’in “Bizi kimse yenemez” sözü kendisine bir beden buluyor. Ölüm, diriliş anına dönüşüyor.

Bu adam, ömrü boyunca birçok kurtuluş hareketi açısından uzlaşmazmış gibi görünen şeyleri sentezlemeyi bilmiş bir isim. Nasrallah, iki boyutu ahenkli kılmayı bildi. Böylelikle herkesin sırtına önemli bir görev yükledi.

O muhteşem bir insandı. Bugün dünyanın özgür insanları o bayrakları onun anısına taşıyor. Bu da Nasrallah’ın bir dünya lideri olduğunu kanıtlıyor. O 85 tonluk patlayıcı, Amerika ve BM desteğiyle bu sebeple patlatıldı.

Bugün o stadyumdaki cenaze töreninde komünistlerin kızıl bayrakları dalgalandırılıyordu. Nasrallah’ın hayaleti aramızda dolaşıyor, katillerini korkutuyor. Beyrut üzerinde uçan savaş uçakları bu korkunun en iyi kanıtıdır. Dünyanın özgür insanları, yoldaş komutanlarını katleden uçağın sesini hiç unutmamalı, sesin sahibini tanımalıdır.

Paul Mahluf
24 Şubat 2025
Kaynak

24 Şubat 2025

, , ,

Şehit Liderlere Veda

Büyük şehit lider Seyyid Hasan Nasrallah ve onun yol arkadaşı, şehit lider Seyyid Haşim Safiyuddin için düzenlenen görkemli cenaze töreni, yaklaşık bir buçuk milyon kişinin katılımıyla tarihi bir an olarak kaydedildi.

Bu tören, onların olağanüstü konumunu ve ömürleri boyunca sadık kaldıkları yolun etrafında oluşan büyük halk desteğini gözler önüne serdi. Onların mirası, Filistin’i savunmak için destek cephesini açma yönündeki tarihi kararla ve Seyyid Hasan Nasrallah’ın unutulmaz sözüyle taçlandı: “Gazze'yi bırakmayacağız, Filistin’i bırakmayacağız.”

Bu milyonluk katılım, şehit liderlerin varlığının halkın nezdinde devam ettiğini ve uğruna mücadele ettikleri ilkelerin köklü bir şekilde yaşamaya devam edeceğini gösterdi.

Şehit lider Seyyid Hasan Nasrallah’ın bıraktığı miras, direniş projesini çatışma denklemlerinde etkin bir güç haline getirmesiyle de kendini gösteriyor. O, hem siyasi dehası hem de geleceği öngörebilme yeteneğiyle öne çıkan olağanüstü bir liderdi ve mücadele tarihine silinmez bir iz bıraktı.

Bugün cenaze merasimine katılan milyonların verdiği mesaj, büyük liderlerin fiziken aramızdan ayrılsalar da birer ilham kaynağı olarak yaşamaya devam ettiklerini ve edeceklerini vurguladı. Aynı zamanda, şehit Nasrallah ve onun yol arkadaşı Safiyuddin'in öncülüğünü yaptığı direniş projesinin daha da büyük bir güçle süreceğini ve onların belirlediği ilkelerin Filistin’i işaret eden bir pusula olarak kalacağını gösterdi.

Direniş, ne kadar fedakârlık gerektirirse gerektirsin, bu yolda ilerlemeye devam edecektir.

Bugün, direnişin artık göz ardı edilemeyecek, değişmez bir seçenek haline geldiğini gösteren kritik bir dönüm noktasındayız. Şehit liderlerin inşa edip güçlendirdiği bu hareket, onların yokluğuna rağmen sarsılmayacak; aksine, onların mirasından ilham alınarak yeni bir mücadele aşamasına girilecektir. Bugün ortaya konan halk iradesi, bu sancağı taşımaya ve büyük hedeflere ulaşmak için yoluna devam etmeye hazır olduğunu kanıtlamıştır.

İşgalci güçler ve onların destekçileri, Direniş’in köklü iradesi karşısında bir kez daha kaybetmiştir. Bugün, büyük kalabalıklarla bir araya gelen Direniş’in halkı, işgalcinin tehditlerine –hatta cenaze töreni üzerinde uçaklarını uçurup halkı korkutmaya yönelik son girişimine dahi– meydan okuyarak cesaret, vefa ve şehit liderlerin yolunda fedakârlık yapma iradesiyle yeni bir tarihi destan yazmıştır.

FHKC
23 Şubat 2025
Kaynak

23 Şubat 2025

, ,

İsrail’i Mağlup Eden Adam: Seyyid Hasan Nasrallah



İsrail, Seyyid Hasan Nasrallah'ı öldürdü çünkü Seyyid, İsrailliler Filistinlilere yönelik soykırıma son verene kadar İsrail’in kuzeyine yönelik saldırıları durdurmayı reddetti. Nasrallah’ın örgütü Hizbullah, İsrail’in kısa süreli ateşkesi sırasında saldırılarına ara verdi. İsrailliler, savaşa yeniden başladığında ise Hizbullah da saldırılarına devam etti.

Nasrallah öldürüldü çünkü Filistin’e sunduğu destekten taviz vermiyordu. Diğer tüm Arap liderlerinn aksine Nasrallah, İsrail’e karşı iki kez savaş açmış ve İsrail’i mağlup etmişti: ilki İsrail’in 2000 yılında Lübnan’dan çekilmek zorunda kalması, ikincisi ise 2006 yılında İsrail’in Hizbullah’ı yok edememesi şeklinde gerçekleşti. İsrail’i mağlup eden adam, en sonunda 27 Eylül 2024’te binlerce Lübnanlı yoldaşıyla birlikte öldürüldü.

2013 yılında, Suriye’deki savaş tırmanırken, bir arkadaşımla birlikte Lübnan’ın başkenti Beyrut’un bir mahallesi olan Dahiye’de kalabalık bir alana girdik. Nasrallah’ın yapacağı bir konuşmayı dinlemeye gelmiştik. Nasrallah’ın, Lübnan’da siyasi bir parti ve Lübnan’ı düzenli İsrail saldırılarına karşı savunmak için kurulmuş askeri bir örgüt olan Hizbullah’ın neden Suriye’ye müdahil olmaya karar verdiğini açıklayacağını öğrendim. Açık alana büyük bir televizyon ekranı kurulmuştu ve sonunda Nasrallah ekrana çıktı. Yüksek sesli tezahüratlarla karşılanmıştı. Benzer sahneler, Lübnan’ın diğer bölgelerinde de yaşanacak ve Nasrallah, televizyon ekranlarına çıkarak bu önemli karar hakkında halka seslenecekti.

Nasrallah, bizzat orada bulunmadı çünkü 1992 yılında 32 yaşındayken Hizbullah’ın liderliğine getirilmesinden bu yana İsrail, kendisine suikast düzenlemeyi hedefliyordu. Şahsen katılması onun için intihar olurdu. Bu yüzden tam olarak nerede olduğu belirsizdi ama insanların onu dinlemek için nerede toplanacağı belliydi.

Konuşma, Nasrallah’ın Suriye’deki savaşın karmaşık durumunu ve sınıra yakın Kaide’ye bağlı Nusret Cephesi’nin Lübnan halkına yönelik tehditlerini anlatmasıyla yavaş yavaş başladı. Nasrallah, Nusret Cephesi’nin Lübnan’a girmesi halinde sadece Şii toplumuna değil, Hıristiyanlara ve diğerlerine de saldıracağı uyarısında bulundu. Hizbullah savaşçılarının Lübnan’ı korumak için sınırı geçip Suriye’nin Kalamun Dağları’nda çatışmaya girmeleri gerektiğini belirtti.

Sonraları başka bir gazeteciyi yanıma alıp Hizbullah savaşçıları ile Nusret Cephesi savaşçıları arasındaki çatışmaları gözlemlemek için o dağlara gittim. Hizbullah savaşçılarının Nasrallah’a gösterdikleri hürmet etkileyiciydi, Lübnan’ı Nusret Cephesi’nden koruma misyonlarına duydukları güçlü inanç da. Eğer Seyyid bunun yapılması gerektiğini söylemişse, onlar bunu yapacaklardı. Toprak kazanma ihtiyacından ziyade şehitlik motivasyonuyla hareket ediyorlardı ve oradaydılar, evlerinden uzakta Nusret savaşçılarıyla zorlu çatışmalara girdiler. Eğer Hizbullah üyeleri ve aileleri arasında bir anket yapılsaydı, Nasrallah genel olarak en yüksek onay oranına sahip olurdu.

Nasrallah, konuşmasında Hizbullah’ın Şam yakınlarında bulunan Seyyide Zeynep Camii’ni korumasının hayati önem taşıdığını vurguladı. Bu caminin Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın kızı ve dolayısıyla Hz. Muhammed’in torunu Zeyneb bint Ali’nin istirahatgâhı olduğu söyleniyor. Türbenin Şii toplumu tarafından saygı görmesi ve Kaide gruplarının Suriye’deki Şiileri ve türbelerini terörize eden tehditleri nedeniyle Nasrallah’ın endişeleri destekçileri arasında büyük yankı uyandırdı.

Nasrallah’ın röportaj üstüne röportaj vererek mezhepsel bölünmelerin haram olduğunu ve bir arada yaşamanın esas olduğunu söylediğini anlamak çok önemlidir. Hizbullah’ın Suriye'ye girmesi kısmen Nusret’i Lübnan’dan uzak tutmak, kısmen de Suriye’deki Şii toplumunu ve Şii türbelerini korumak içindi. Bu, Hizbullah’ın Lübnan’da hem Lübnanlı ulusal bir güç hem de İslami (Şii değil) direniş olarak durduğu yerdir. Nasrallah, Hizbullah liderliği boyunca örgütün bu iki yönü arasında ustalıkla hareket etmiştir.

Lübnan’ın güney şehirlerinden geçerken Hizbullah’a verilen desteğin derinliği ve sarsılmaz gücü açıkça görülüyor. Bunun nedeni, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesiyle başlayan ve 2000 yılında ülkenin büyük bir bölümünü zorla ele geçiren İsrail işgaline son verilmesini sağlayan şeyin Hizbullah’ın askeri becerisi olmasıdır. Hizbullah, bu çatışma sırasında doğdu ve hem askeri hüner hem de siyasi zekâ ve baskı karşısında cesaret gösterdi.

Nasrallah, 1989’dan 1991’e kadar İran’da bulunmuş ve Kum’daki Şii ilahiyat okulunda eğitim görmüştü. 1991’de Lübnan’a döndüğünde kendini Hizbullah’a adadı ve ertesi yıl, Hizbullah lideri Abbas Musevi’nin ABD tarafından öldürülmesinden sonra Nasrallah örgütün lideri oldu.

Nasrallah, derhal, suikasta uğrayana kadar yürürlükte kalacak bir politika başlattı: Hizbullah, sadece İsrail askeri hedeflerini vuracaktı, ancak İsrail Lübnanlı sivilleri vurursa Hizbullah da İsrailli sivillere misilleme yapacaktı. İsrail 2000 yılında yenilgiyle geri çekildiğinde, Hizbullah Lübnan’da İsrail işgaliyle işbirliği yapan hiç kimseyi hedef almayacağını kamuoyuna açıkladı. Lübnanlılar iyileşmek ve bir ulus olmak zorundaydı…

Nasrallah ve antisemitizm hakkındaki tüm anlatılara rağmen, Beyrut’taki Maghen Abraham Sinagogu’nun yeniden inşasına yardım edenin Nasrallah yönetimindeki Hizbullah olduğunu göz önünde bulundurmakta fayda var. Arab News, Nasrallah’ın “Sinagog dinî bir ibadet yeridir” ve “Restorasyonu memnuniyetle karşılanır” dediğini aktarıyordu. Nasrallah, 2012 yılında Filistin'le ilgili bir tartışma sırasında Julian Assange’a şunu söylemişti:

“Bize göre tek çözüm, Müslümanların, Hristiyanların ve Yahudilerin barış içinde bir arada yaşayacakları, Filistin toprağı üzerinde kurulacak demokratik bir devlettir. Bunun dışındaki çözümler asla geçerli olmayacaktır.” [Bkz.: Mülakat]

İsrail, ABD’nin desteğiyle 2006 yılında Lübnan’ı bombalamaya başladığında, Hizbullah’ın yok edileceği kesin gibi görünüyordu. Ancak Hizbullah saldırıya direndi ve İsrail’e karşı atağa geçti. Yıllar önce Arap ülkelerindeki dostlarım bana, “Neden bir Hugo Chavez çıkaramıyoruz?” diyerek Batı’nın müdahalesine ve İsrail’in Filistinlileri işgaline karşı duracak bir lider çıkaramamalarının sebebini sorarlardı. 2006 Savaşı sırasında aynı kişiler Nasrallah’ın Arapların Chavez’i olduğunu, Cemal Abdünnâsır’ın vücut bulmuş hali olduğunu söylemeye başladılar. Hizbullah'ın yok edilmemesi ve kendi ayakları üzerinde durabilmesi, Arap dünyasının geniş kesimlerine İsrail’in bu savaşı kaybettiğini kanıtladı.

Bu zafer, kısmen Nasrallah’ın Hizbullah’ı askeri bir güçten Lübnan’ın büyük bölümündeki “direniş toplumunun” (müctemaü’l mukavemet) ayrılmaz bir parçası haline getirme becerisine atfedilir. Güney Lübnan ve Bekaa Vadisi’ndeki insanların dünya görüşünü şekillendiren, bu direniş toplumudur. Bu insanlar, kendilerini İsrail’in Filistin’i işgaline ve İsrail’in Güney Lübnan’daki eylemlerine karşı devam eden mücadeleye adadılar. Hizbullah’ın dayanıklılığının anlamı, Lübnan’ın güney bölgesindeki tünellerde sakladığı binlerce füze değil, işte bu direniş toplumudur.

İsrailliler, 2006 yılı boyunca ve sonrasında Nasrallah’ı birçok kez öldürmeye çalıştı ama başarılı olamadılar. Nasrallah, konuşmalarının son konuşması olabileceğinden sıkça bahsederdi çünkü İsraillilerin ne zaman başarılı olacağı belli değildi. Nasrallah’ın öldürülmesi Lübnan'da şok etkisi yarattı, zira Nasrallah’ın öldürülemeyeceğine dair bir kanı oluşmaya başlamıştı. Ancak Nasrallah da bir insandı ve insanlar öyle ya da böyle ölürler.

Robert Fisk, 2001 yılında yazdığı bir makalede, Nasrallah’tan şehitliğe hazırlanmanın ne anlama geldiğini açıklamasını istemiş, Seyyid, buna şu cevabı vermişti:

“Bir saunada olduğunuzu düşünün. Çok sıcak ama siz, yan odada klimanın, bir koltuğun, klasik müziğin ve bir kokteylin olduğunu biliyorsunuz.”

Muhtemelen İsrail bombaları düştüğünde Nasrallah’ın tavrı buydu.

1997’de en büyük oğlu Muhammed Hadi, Melik’te bir İsrail pususunda öldürüldü. Bu, Nasrallah için kişisel bir kayıptı. Nasrallah’ın ölümünden bir gün sonra oğlu Cevad Nasrallah, İsrail uçakları tarafından atılan 85 adet 2 bin 500 kiloluk bombalar sonucu oluşan korkunç kraterin bulunduğu yere gitti ve yok olan cesetlere bakarak acı içinde çığlıklar attı. İsrail’in devam eden bombardımanı şu ana kadar Lübnan’da binden fazla insanın hayatına mal oldu ve yarım milyondan fazla insanı da yerinden etti. Savaş beklentisiyle yaşayan bir toplum, şimdi Filistinlilere yönelik soykırımını Lübnan’a ve nihayetinde İran’a karşı bir savaşa dönüştürmek isteyen İsrail’deki çaresiz liderliğin kendisine bahşettiği acımasızlıkla mücadele ediyor.

İsrail, bu eylemleriyle cehennemin kapılarını ağzına kadar açmıştır.

Bu esnada, İran’ın Meşhed kentindeki İmam Rıza türbesi ve Suriye’nin başkenti Şam’ın dışındaki Seyyide Zeynep türbesinde siyah bayraklar dalgalanıyor.

Bu, çok az kişiye nasip olacak bir onurdur; Ayetullah Ruhullah Humeyni (1902-1989) bile bu onura sahip olmamıştır.

Şu anda Arap dünyasını saran şok yakında dağılacak. Hizbullah toparlanmaya çalışacak. Ancak İsrail’i meşru bir şekilde mağlup eden tek Arap lider Seyyid Hasan Nasrallah’ın yeri kolay kolay dolamayacaktır.

Vicay Praşad
2 Ekim 2024
Kaynak
Çeviri: Medyaşafak

31 Ekim 2024

, ,

Geleceğe Dair Beklentiler

Bugün gelecekten bahsediyorsak, esas olarak, başarı veya başarısızlığın, hareketimizdeki sürekliliğin veya kesintinin, ondaki büyüme veya yok oluşun kaynağı olan bugünü değerlendirmeye tabi tutmalıyız. Elimizdeki göstergeler, kendilerini ortaya koyan, geleceğe dair ihtimalleri destekliyor olmalıdır.

Biz, sistematik yaklaşımımızın asli temelini 1.400 yıldır akan o güçlü ve etkili sürecin bugüne akmasını sağlamış olan İslami programda buluyoruz. Hizbullah, yolunu net bir dille ve azimle tam da bu temel üzerine inşa etmiştir.

Bu programa bağlılığımız, hem bireyin ideoloji ve öğreti temelli terbiyesiyle hem de İslami ahlakla bağlantılı bir meseledir. Harekete geçirme ve ahlaki terbiye yönünde yürütülen çalışmalar, partinin yolunun ayrılmaz parçasıdır. Dolayısıyla, öğretinin temeline bağlı kalan örgüt, İslami yaklaşıma sıkı sıkıya sarılır, bu da ona hayatta kalma konusunda kendisine yeterli olma imkânı sunar.

Böylesi bir temel, sadece partizanlarla sınırlı değildir, ayrıca örgütün farklı örgütlerde karşılık bulan, yaşa, faaliyet biçimlerine ve toplumsal statülere göre farklılık arz eden toplum kesimlerini de içerir.

Hizbullah’ın amacı, İslami programına bakmaksızın, insanları etrafına toplayan bir güç olmak değildi. Esasında partinin en önemli alamet-i farikası, insan örgütleme, sorumluluklar dağıtma, gruplar arasında ağ oluşturma, cihad sahasında pratik tecrübe elde etme gibi sağlam bir İslami öz üzerinden yorumladığı faaliyetler konusunda elde ettiği başarıydı. Partiyi yüzleştiği güçlükler karşısında içteki uyum ve bütünlüğünü, bunun yanında dayanıklılığını pekiştiren şey de bu özelliğiydi.

Parti, doğalında gelişme kaydetti, zayıf hâlinden kurtulup güçlendi, azınlık hâlinden çıkıp çoğaldı, tecrit hâline son verip işbirliklerine kapı araladı. Her bir aşama, Allah’ın kendisine iman ve ibadet edenlere sunduğu yardım ve onca fedakârlık neticesinde gerçekleşen büyümenin hızına rağmen, güçlü bir yapı üzerinden ilerledi. Güçlü ve sağlam temelleri olan bir yapıyı hiçbir gözdağı ve hegemonik güçlerin hiçbir saldırısı yıkamaz.

İnsanların bir lidere ihtiyacı olması, partinin meseleleri gündeme taşıyıp başarılı bir pratik tecrübe ortaya koymak suretiyle elde ettiği başarılar, İsrail’e sessizce teslim olma yoluna revan olmuş, alabildiğine kederli ve moralsiz bir bölgeye taşıdığı umut, Hizbullah’a nefes oldu. Onu bugüne taşıdı.

Geleceğe yönelik bir hususu netleştirmek gerekiyor: Hizbullah’a veya benzer türde faaliyetler yürüten örgütler, ancak ABD ve İsrail’in saldırı kararları neticesinde tehlikeyle yüzleşebilirler. Filistin’deki elli dört yıllık işgal pratiğine rağmen İsrail, sınırları ve güvenlikle ilgili ihtiyaçları temelinde ortaya koyduğu pratik üzerinden, herhangi bir sonuç üretemedi.

Yöntem ve yaklaşım açısından İsrail’e benzer bir tecrübeye sahip olan ABD ise dikenli bir yolda ilerliyor. İlk başta bölgede nefretle yüzleşen Amerika, çatışma süreçlerinde kullandığı araçları devreye sokacak yetkeden mahrum kaldı. Ardından da Amerika, hegemonya kurma amaçlı dolaysız terörist faaliyetlere başvurdu. Böylelikle ABD, krizle yüzleşti, çöküş sürecinin ilk işaretlerini vermeye başladı.

ABD’nin bölgede jeopolitik değişime yol açma hedefi doğrultusunda Irak’a saldırıldı, Filistin, Lübnan ve Suriye İsrail’in hedefi hâline getirildi. İsrail, ABD saldırılarının yol açtığı sonuçları kendi projelerini gerçekleştirmek için kullandı. Fakat İsrail’in yardım almadan hayatta kalması imkânsız olduğu için ABD, bu noktada destekleyici ve saldırı temelli bir rol üstlendi.

İsrail’in istikrarlı bir yer hâline gelmesi imkânsız. Bu noktada ABD’nin Hizbullah’ı felç etmek dâhil, bölgeye hâkim olmaya yönelik planlarını tartışmak gerekiyor. Amerika, şuan askıda tutulan İsrail faaliyetlerine veya kapsamlı ama aslında imkânsız olan ABD faaliyetlerine başvurmadan bu planlarını gerçekleştiremez.

ABD, bölgeyi harap ve viran etme, bölgedeki kaynaklara el koyma, buradaki rejimlere, partilere ve halklara saldırma imkânına sahip. Ama bu, ancak bir işgalcinin, bir sömürgecinin yapabileceği bir şey. Bunları yapan, sonsuza dek istikrarını muhafaza edemez.

Buna karşın, biz de elimizdeki imkânları birleştirip direnme kabiliyetine sahibiz, üstelik bu kabiliyet, hiç tükenmiyor, her seferinde katlanarak çoğalıyor. Gücümüzü tam da sahip olduğumuz meşru haktan alıyoruz. Dayandığımız mantık gayet sağlam. Bu yolda ilerlemeye kararlıyız. Düşüncelerimizi bugünle veya bizi kuşatan koşulların ve konjonktürün niteliğiyle sınırlı tutmak hatalı olur.

Hizbullah’ın geleceği tartışılıyorsa, ABD, İsrail, bölge ve kendi bütünlüğü içerisinde dünyanın geleceği de tartışılmalıdır. Bir varlığı ve örgütü sadece değişimin faktörleri, baskılar ve politik koşullar etkilemez. Başarının veya yanlışın tüm göstergeleri, her şeye uygulanabilecek olan ilkelere tabidir.

İnananla inanmayanı ayıran husus, yüce Allah’ın yardımına olan güven ve imandır. İnananlardaki bu tamamlayıcı güç, onların imanın sonuçlarından istifade etmesini sağlar. Saldırgan taraf, bu imkândan mahrumdur.

O hâlde ruhlarımızı, düşmanımızın yenilmez olduğuna dair izlenim ve fikirden kurtaralım. Zira her düşmanın zayıf bir noktası vardır. Bizim de görevimiz, o noktayı tespit edip oraya odaklanmaktır.

Bağımsızlığımızı ve ilkelerimizi korumak için elimizden geleni yapalım. Bu, bizim görevimiz olmalı. Zaferin içimizde başlayan bir süreç olduğunu idrak edelim. Allah’ın zaferine iman ediyorsak eğer, bilelim ki o zafer kesin ve kaçınılmazdır.

“Biz ise, yeryüzünde mustazaflara, ezilenlere lütufta bulunmak, onları önder kılmak ve onları vâris kılmak istiyorduk.” [Kasas: 5]

Bu zulüm ve istibdat döneminin ardından eşitliği ve adaleti tesis edecek olan, İmam Mehdi’nin zuhuru için yolu açacak, o parlak ve umut verici geleceğe bizi taşıyacak eylemlerimize itimadımız tamdır. Müminlerin medet umduğu Allah’ın adıyla.

Naim Kasım

[Kaynak: Hizbullah: The Story From Within, Arapçadan İngilizceye Çeviren: Dalia Khalil, Saqi, 2005.]

04 Ekim 2024

, ,

Nasrallah’tan Sonra Ortadoğu

Sıradan emekçi insanların oynadığı rolü herkes kabul etmek zorunda, ama hiç şüphe yok ki liderler de ulusların ve hareketlerin yaşamında önemli bir rol oynuyor.

Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır’ın 1970’teki ölümü, bölgedeki politik manzarayı sonsuza dek değiştirdi ve yaygın biçimde (Suudi Arabistan’ın Arap dünyasındaki gidişat üzerindeki hâkimiyeti anlamında) “Suudi dönemi” olarak adlandırılan dönemin başlamasına neden oldu.

Muhtemelen Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, Arap-İsrail sorununa Nasır’dan daha fazla tesir etti, çünkü Nasrallah, Arapların İsrail saldırılarına ve işgaline karşı yürüttükleri mücadele zaviyesinden bakıldığında, İsrail’in Lübnan ve Filistin’e yönelik tehdidinin anlaşılmasında ve kontrol altına alınması konusunda Nasır’dan daha fazla etkili sonuçlar üretti.

Nasır, savaşta İsrail’e toprak kaybederken, Nasrallah, 2000 yılında Güney Lübnan’ın kurtarılmasında önemli rol oynadı, üstelik İsrail’e hiçbir taviz vermedi.

Nasrallah’ın statüsüne ve Arap siyaseti üzerindeki etkisine sahip birinin vefatının, özellikle Filistin sorunu üzerindeki etkisini değerlendirmek için erken. Ancak onun vefatından sonra bölgenin aynı kalmayacağı kesin.

Etkisi o kadar büyüktü ki Batı ve Körfez hükümetleri, Nasrallah’ın bölgedeki popülaritesini baltalamak için milyarlarca dolar harcadı. Temmuz 2006 savaşından beri (İsrail’in savaş alanında aşağılandığı ve BAE ile Suudi Arabistan’ın İsrail’in yanında olduğu dönem boyunca) Batı-İsrail-Körfez ittifakı, Hizbullah’ın ve liderinin kuyusunu kazmak için uğraştı.

Arap medyasının tek amacı, Nasrallah ile mücadele etmek ve onu tümüyle mezhepçilik dairesine hapsetmekti. Bu medya, onu bir İran kuklası olarak takdim ediyordu (oysa aslında Nasrallah, kararları İranlı müttefikleriyle birlikte alıyordu. Örneğin, ABD tarafından öldürülen İranlı General Kasım Süleymani ile birlikte çekilen fotoğraflarda da görüldüğü üzere Süleymani, rütbe olarak Nasrallah’ın altında olan bir isimdi). Milletlerin ve hareketlerin hayatında liderlerin önemli olduğuna hiç şüphe yok.

Nasrallah’ın Ortaya Çıkışı

Nasrallah ortaya çıkışını, daha sonra liderliğini tanımlayan, ona damga vuran o sert iradeye ve kararlılığa borçludur. Nasrallah’ın liderlik hikâyesi, 1982’de Emel hareketinden ayrılıp yeni bir örgüt kurmak için yoldaşlarıyla yola koyulmasıyla başladı. 1985’te yeni bir politik-askeri örgüt olarak, resmen ilân edilmesiyle kurulan Hizbullah, bu sürecin meyvesiydi.

1985’ten önce farklı örgütler vardı. Bu örgütler, sonrasında tek bir parti olarak bir araya geldiler. 1982’de, İran hükümeti ve Devrim Muhafızları’nın yardımıyla, Lübnan’daki onlarca Şii örgütü İsrail’in Lübnan’a dayatmaya çalıştığı emri reddetmeye karar verdi.

O dönemdeki bu isimsiz örgütler, 23 Ekim 1983 günü Amerikan bahriyelilerinin kışlalarına saldırı düzenleyip 220 bahriyeliyi öldürdüler, ayrıca İsrail’i Beyrut’un güneyine doğru püskürttüler. Ronald Reagan’ın dediğine göre bu bahriyeliler, ancak Şubat 1984’te “yeniden konuşlanma imkânı bulabildiler” (ABD, kışlalara düzenlenen saldırıdan iki gün sonra, 25 Ekim 1983’te küçük Karayip ülkesi Grenada’yı işgal ederek teselli buldu.)

Yoksulluğa Doğdu

Nasrallah, Güney Lübnan’da, Sur yakınlarındaki bir köyde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ancak başkentin doğusunda, çok fakir bir Şii mahallesinde, Doğu Beyrut’ta büyüdü. Babası bir bakkaldı ve pek çok kişinin bilmediği üzere, önceleri dindar değildi; daha ziyade, Suriye Sosyal Ulusal Partisi’nin (Filistin’in kurtuluşuna ve Büyük Suriye’nin birleşmesine adanmış laik, ilerici, siyasi partinin) laik bir destekçisiydi.

Aile, Müslümanlara ve Filistinlilere karşı mezhepsel ve etnik temizlik kampanyaları yürüten İsrail silahlı kuvvetleri ve onların desteklediği sağcı milisler tarafından Doğu Beyrut’tan zorla çıkarıldı. Aile, geçen Cuma günü Nasrallah’ın İsrail hava saldırısında öldürüldüğü aynı bölgeye yerleşti.

Ciddi bir öğrenci olarak biliniyordu ve erken yaşta dini çalışmalar konusunda uzmanlaşmaya karar verdi. Çok fazla parası olmadan, Necef’teki Şii dini okullarına gitti ve orada hayatının büyük bir bölümünde Nasrallah’ın akıl hocası olarak hizmet edecek daha kıdemli bir dini öğrenci olan Abbas Musevi’nin himayesine girdi.

Musevi, daha sonra Hizbullah’ın lideri de olacaktı. Nasrallah, İsrail hükümetinin Musevi’yi karısı ve çocuğuyla birlikte öldürmesinin ardından, 1992’de onun yerine geçti.

1980’lerde Nasrallah, daha sonra Hizbullah olacak yeni hareketle ilişkilendi. Siyaset ve güvenlik alanlarında çalışan Nasrallah, bir ara Beyrut’un güney banliyölerinin güvenlik şefliği görevini üstlendi. Ancak örgütü amaçları için etkili (veya düşmanları için tehlikeli ve ölümcül) kılan şey, askeri-güvenlik şefi İmad Muğniye ile yakın işbirliği yapmış olmasıydı.

Nasrallah, büyük ölçüde yüksek zekâsı, sıkı çalışması, ciddiyeti, karizması sayesinde rütbe açısından hızla yükseldi. Bu yükselişte lider Musevi ile arasının iyi olmasının da etkisi büyüktü. Musevi, 1992’de suikasta uğradığında lider için mantıklı seçim, Nasrallah’tı. Partiye açıktan damgasını vuran Nasrallah, onu çok farklı bir yöne taşıdı.

Nasrallah’ın partiyi (Lübnanlı bilgin Beşir Saadi’nin ifadesiyle) “Lübnanlaştırdığı”nı, tarihinin ilk döneminde baskın olan dini muhtevayı belli ölçüde azalttığını söylemek mümkün. Nasrallah, partideki yol arkadaşlarını daha önce ilân edilmiş olan “İslam Cumhuriyeti” hedefinden vazgeçmeye ikna etti.

Tabana ve genel manada Lübnanlılara, Lübnan’a artık tek bir örgütün hükmedemeyeceğini, onu farklılıklarla yüklü bir ülke olarak gördüğünü tekrar tekrar söyledi. Nasrallah’ın Hizbullah’ı, avantajları ve dezavantajları, güçlü ve zayıf yönleriyle Lübnan siyasi sistemine dâhil etmesinin sebebi de buydu.

Hitabetiyle Liderlik Ediyordu

Nasrallah’ın liderliği, konuşma tarzına sıkı sıkıya bağlıydı. 2006 yazında İsrail ile savaş sırasında yaptığı konuşmada, dinleyicilere denizde yanan bir İsrail gemisini izlemelerini söylediğinde, o, Nasır’dan beri eşi benzerine rastlanmamış, Arapların birliği fikrinin cisimleşmiş hâline dönüştü (ancak ne var ki bu statü, daha sonra Suriye’ye yönelik müdahalenin ardından zarar görecekti).

Konuşma tarzı benzersizdi: Klasik ve günlük Arapça ile mizah ve alaycılığın bir kombinasyonunu kullanıyordu. Konuşmaları genellikle uzun olsalar da iyi teşkil edilmişti. Arap halkı, Nasrallah’ı hitabet yetenekleri sayesinde tanıdı ve ona bu sayede hayran oldu.

Yıllar boyunca örgüte ilişkin araştırmamın bir parçası olarak Nasrallah ile birkaç kez röportaj yaptım. Partiyle ilgili ilk yazımı 1985’te Georgetown’da lisansüstü öğrencisiyken yazdım. (Middle Eastern Studies [“Ortadoğu Çalışmaları”] dergisi için yazdığım makalede partiyi örgütle ve örgütlenmeyle alakalı fikirleri Leninist örgütlerden aşırmakla suçluyordum.)

Solcuların Yerini Aldı

İlk düşüncem, Lübnan’daki komünist örgütlerin yerini alan İslamcı örgütlerin yükselişinden memnun olmayan solcu bir ilericinin hayal kırıklıklarını ve hatta düşmanlığını yansıtıyordu. Sosyalistleri ve solcuları kenara iten Hizbullah değildi, bilâkis, bir dizi eksiklikle malul olan sosyalistler ve solcular, FKÖ’nün Lübnan’da hâkim güç olduğu dönemde yolsuzlukların ve çürümenin batağına saplanmışlardı.

Ayrıca, 1982’deki İsrail işgalinden sonra, Lübnan Ulusal Hareketi’ne (sol koalisyona) mensup örgütlerin çoğu bir gecede çöktü ve LUH, İsrail işgalinden birkaç gün sonra kendini feshetti. Hizbullah’ın dehası, yaygın yenilgici eğilime karşı gelmek ve bu küçük örgütün Lübnan’daki İsrail-Amerikan ittifakını yenilgiye uğratma yeteneğine güçlü bir şekilde inanmaktı.

Hatırladığım kadarıyla, Hizbullah’ı çok eleştirdiğim bir dönemde Edward Said ve Arap milliyetçisi düşünür Clovis Maksud, benim tutumumu eleştiriyor, Hizbullah’ın İsrail’e karşı gerçekleştirdiği askeri operasyonların önemini, bunun Filistin davası açısından tarihsel açıdan ne kadar önemli olduğunu takdir etmem gerektiğini söylüyordu.

Nasrallah bende, onun yıllar içinde tanıştığım veya röportaj yaptığım diğer siyasi liderlerden farklı olduğuna dair bir izlenim bıraktı. Çoğundan daha zekiydi. Kendisini İsrail’le ilgili meseleler konusunda üst düzey uzman olarak yetiştirmiş bir isimdi.

İsrail’i, tanıdığım diğer Arap liderlerden ve hatta ondan önceki tüm Filistin Kurtuluş Örgütü liderlerinden daha fazla incelemişti; Arafat ise İsrail hakkında pek fazla şey bilmiyordu.

Bir gün Nasrallah’a günlük okuma rutinini sorduğumda, İsrail meseleleriyle ilgili okumalarının dini okumalar görevini aksattığını söyledi (oysa dini makamını korumak ve yükselmek için bu alanda düzenli olarak okumak zorundaydı).

Bir keresinde, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra kendisine, Hizbullah’ın tutumunu ve Amerikan işgaliyle işbirliği yapan Şii şahsiyetlerle ilişkisini sert bir dille eleştirdiğim uzun bir soru sormuştum.

Gülümsedi ve şöyle dedi:

“Birkaç hafta önce, biri benim huzurumda sizin adınızı zikretti ve ben de ‘Dr. Esad Amerikalıdır’ dedim. Çünkü Araplar, her zaman bir toplantıya veya görüşmeye çocuklar ve aile hakkında sorular sorarak başlarken, siz, üç parçalı bir soruyla ve genel nezaket ifadeleri olmadan başlıyorsunuz.”

Ortadoğu’daki din adamlarının çoğu asık suratlı ve sertken, Nasrallah espriliydi. Bir keresinde ona, Müslüman din adamlarının neden nadiren gülümsediğini sordum. Güldü ama hiçbir şey söylemedi. Partisi ve rolü hakkındaki eleştirileri duymak istiyordu. Bir keresinde onlara, Lübnan’daki son Suriye güvenlik şefi Rüstem Gazali’ye veda hediyesi olarak bir AK47 vermesinin bir hata olup olmadığını sordum.

Bir dakika düşündü ve belki geriye dönüp bakıldığında, öyle olduğunu söyledi. Lübnan ve Arap liderleri arasında bu, nadiren yapılan bir şeydi.

2006’dan sonra, “Savaşın yıkımını ve ölümlerini bilseydim, belki de İsrail askerlerinin Lübnanlı rehinelerle değiştirilmesi için esir alınmasını emretmezdim” dedi. Körfez’deki düşmanları tarafından sanki yanlış bir şey söylemiş gibi eleştirildi. Gerçekte, yaptığı açıklama, onun Lübnanlıların hayatları için endişelendiğini ortaya koyuyordu.

Nasrallah, Lübnan’daki çoğu siyasi liderin aksine iyi bir dinleyiciydi, başkalarını dinlerdi ve etrafına farklı ilgi alanlarına sahip danışmanları toplardı.

Solcu ve komünist liderler de dâhil hiçbir Lübnanlı lider, Filistin’in kurtuluşu davası için onun kadar çalışmadı. Onun için bu, kendisine en büyük saygı ve hürmeti duyduğu Humeyni’den miras aldığı bir doktrin meselesiydi. (Bir keresinde bana Sovyetler Birliği’nin çöküşünü sadece iki kişinin öngördüğünü söylemişti: Zbigniew Brzezinski ve Humeyni. Başkalarının da olduğunu kibarca söyledim.)

Hataları

Nasrallah’ın siyasi kariyerini takip ederken, bu süreçte (kendi çıkarları açısından) pek çok yanlış adım ve hatanın da olduğunu kabul etmek gerekir.

1. Hizbullah, ilk döneminde Beyrut’ta çok sayıda şiddet eylemi gerçekleştirdi, masum Batılıları kaçırdı. Nasrallah bana, bunların resmiyette bir Hizbullah örgütünün olmadığı dönemde cereyan ettiğini söyledi.

2. Hariri suikastının ardından Hizbullah’ın siyaset sahnesine girmesi, kanaatimce büyük bir siyasi hataydı; çünkü bu, partinin İsrail’le mücadele odağından uzaklaşmasına ve Lübnan siyasetinin küçük ve kirli işlerine saplanmasına yol açtı.

Hizbullah, Nasrallah’ın rehberliğinde ilerlemiş bile olsa, politik sistem içerisindeki faaliyetlerde hatalar yaptı. Mişel Avn’ın başını çektiği Tayyar Partisi ile kurduğu ittifak türünden mezhep temelli ittifaklar son dönemde dağıldı.

Bence Şii müttefiki Emel ile olan ittifakını diğer tüm ittifaklardan daha öncelikli hale getirdi ve böylece partiyi Lübnan’da çok daha kapsamlı bir ittifakın ve çok farklı dini görüşlerin ve mezheplerin desteğinden mahrum kıldı.

Özellikle geçtiğimiz yıl Hristiyan partilerinin çoğu Hizbullah’ın İsrail’e karşı verdiği mücadeleye katılmadı. Bu, ilgili politikanın hata olduğunun kanıtı.

3. Hizbullah’ın Suriye’ye müdahalesi, İsrail ve emperyalizme karşı mücadeleye adanmış olan partinin yoldan çıkması ve Suriye’deki iç savaşta bataklığa saplanması nedeniyle bir başka tartışmalı konuydu. IŞİD’in ve diğer bağnazların Şii ve Hizbullah’ı hedef alan bir dizi bombalama eylemleri ve bu örgütlerden bazılarının İsrail ile ilişkisi göz önüne alındığında, Suriye’ye müdahil olma kararının (en azından kendi bakış açısından) anlaşılabilir olduğu söylenebilir.

Ancak Hizbullah’ın bu müdahaleyi yönetme biçimi, Hizbullah’ın Arap düşmanlarının bunu mezhepçi olarak resmetmesine imkân sağladı. Partinin müdahaleye eşlik eden söyleminin çoğu, İsrail saldırganlığına ve işgaline karşı mücadeleyle ilgili terimlerle değil, mezhepçi terimlerle takdim edildi.

ABD, Nasrallah’ın öldürülmesini kutluyor. İsrail’in güney banliyölerindeki altı binaya 85 bomba atmasının ardından enkaz altında kalan yüzlerce masum sivil hakkında hiçbir şey söylenmeyecek. Batı medyası, küle dönüşen bu binaların tüm bu sakinlerinin yakılmasını muhtemelen “cerrahi saldırı” olarak niteleyecek.

İsrail hükümeti, Biden yönetimini Nasrallah’ı öldürme kararından haberdar ettiğini kabul etti; gelgelelim, ABD hükümeti, daha sonra bu karardan bihaber olduğunu söyledi.

Ancak şurası kesin: Biden yönetimi, ABD yönetiminin uzun yıllar İsrail’in Nasrallah’ı öldürme planlarını reddetmesinin ardından, Nasrallah’ın öldürülmesi kararını onaylamış olmalı.

15 yıldan fazla bir süre önce Teksas Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Arap-İsrail çatışması hakkında bir konuşma yapıyordum. Seyirciler arasında (eski CIA müdür yardımcısı) Amiral Bobby Inman bulunuyordu. Soru-cevap sırasında biri bana, Hizbullah ve Nasrallah’ı, İsrail'in onu öldürme kararı alıp alamayacağını sordu.

Soruyu elimden geldiğince cevapladım. Daha sonra Inman yanıma geldi, kendini tanıttı ve beni kenara çekti. O soruya değindi, Nasrallah’ın öldürülmesi ihtimalinden bahsetti, ardından açık yüreklilikle şunu söyledi: “İsrail, Nasrallah’ı öldürmeye cesaret edemez.”

Ben de: “Neden edemez?” diye sordum.

Dedi ki: “Basit. Çünkü ABD hükümeti, İsraillilere Nasrallah’ı öldürmeyeceklerini, zira bunun bölge ve ABD çıkarları için önemli sonuçları olacağını kesin bir dille, tekrar tekrar söyledi.”

Biden’ın 7 Ekim’den bu yana hiçbir kırmızıçizgi belirleyip İsrail’e dayatmadığını düşünürsek, muhtemelen bu “Nasrallah”la ilgili kırmızı çizgiyi de bizatihi kendisi kaldırmıştır.

Nasrallah, Nasır’ın aksine, geride İsrail’in tüm acımasızlığıyla yürüttüğü, suikastlar ve katliam üzerine kurulu harekâtından kurtulma ihtimali bulunan bir öğreti ve güçlü bir teşkilât bıraktı. Hizbullah, kurulduğu günden beri maruz kaldığı en ağır darbeyle yüzleşti, ama muhtemelen parti, yeni lider kadrosu eliyle bu süreçten farklı bir örgüt olarak çıkmayı bilecektir.

ABD, geçmişte Nasrallah’a suikast düzenlenmesi fikrine, muhtemelen, ABD açısından böylesine tehlikeli olan bir örgütü Nasrallah’tan başka hiç kimsenin kontrol edemeyeceğini bildiği için karşı çıkıyordu.

Nasrallah’tan sonra partinin disiplinli yapısı az çok zayıflayabilir, ama muhtemelen o, ABD çıkarları açısından daha tehlikeli bir yapı hâline gelecektir.

Esad Ebu Halil
30 Eylül 2024
Kaynak

02 Ekim 2024

, ,

Onun Adı Şehit

“[…] ‘Tanrı’ya şikâyette bulunmak’, geleneksel Çin edebiyatında yazarın doğrudan Tanrı ile konuştuğu ve şahit olunan adaletsizlikler hakkında ona sorular yönelttiği köklü bir gelenektir. Çinli yazar Zhang Cınciye, ülkesindeki Sufilerin yaşadığı uzun ve ıstıraplı tarihin bir nedeni ve izahı için Tanrı’ya yönelir ve üç soru sorar: ‘Ey Tanrım, İbrahim’in oğlunu kurtaran o kurbanlık kuzu bize ne zaman görünecek? Yoksa biz, cahiliye yolunun takipçileri olarak, kuzu olmak kaderine mi sahibiz? Bu ne anlama geliyor? Yoksa günah işleyen, haksızlık ve bozgunculuk yapan bu baskıcı gücün mutlu İsmail olduğu anlamına mı geliyor?’ […]”

[Stefan Henning’in Comparative Studies in Society and History dergisinin 51. sayısında (2009) yayımlanan Çinli yazar Zhang Cınciye ile ilgili makalesinden.]

* * *

1871 yılında, Çin'in kuzeyindeki Ningşia eyaletindeki, Cahiriyye olarak bilinen Çinli Sufi tarikatının beşinci lideri, umutsuzluğun eşiğinde, kalesinde kapana kısılmıştı. Devlete karşı başarısız bir isyanın ardından, kaçan bazı Müslümanları himayesine almış ve onları koruyacağına söz vermişti.

İmparatorluk ordusu, onların peşine düştü ve Cahiriyye taraftarlarını acımasızca cezalandırmaya koyuldu: Şehirlerini ve kalelerini kuşattı, ezici bir güçle karşılarına çıktı ve kaçış yollarını kesti. Kuşatmanın şiddetlendiği ve imparatorun ordusunun surların dışında kamp kurduğu bir gece, Ma Hualung adındaki rehber şeyh, imamın yanına giderek, ona bayramda sunulabilecek en değerli kurbanı sordu. İmamla kısa bir sohbetin ardından rehber, gerçek kurbanın bir koyun ya da deve değil, oğlunu ölüme adayan İbrahim Peygamber’in örneği olduğunu anladı. “Toplumu kurtarmaya karar verdim, kendimi kurban olarak sunacağım,” dedi. Ardından kapıdan çıktı ve teslim olmak üzere düşman kampının komutanına doğru yürüdü.

Ma Hualung hemen idam edilmedi; ölmeden önce iki ay boyunca ağır işkencelere maruz kaldı. Bu süre zarfında imparatorluk ordusu, ulaşabildikleri bütün torunlarını -toplamda üç yüzden fazla akrabasını- öldürdü. Fakat buna rağmen, liderin bu büyük fedakârlığı, savaşı etkili bir şekilde durdurmuş ve topluluğu yok olma tehdidinden kurtarmıştı.

Bu anlatı, Çinli yazar Zhang Cınciye’nin ünlü eseri Ruhun Tarihi’nde yer alan Cahiri tarikatının mirasına dair pek çok hikâyeden biridir. Eser, 1990’ların ortalarında yayımlandığında Çin’de çok satanlar listesine girmeyi başarmıştı.

Cahirilik, 18. yüzyılda Yemen’e seyahat edip orada eğitim gören ve dönüşünde kendi cemaatini kuran Çinli bir “veli” aracılığıyla Çin’e getirilen bir Sufi tarikatıdır. Tarikatın adı, “konuşmak” ilkesinden gelir ve öğretileri, kişinin hayatını inançlarına ve ahlaki değerlerine göre şekillendirmesine, bunları her ne pahasına olursa olsun açıkça yaşamasına dayanır. Bu nedenle Cahirilik, cesaret ve fedakârlığa büyük önem verir. Tarikatın, hepsi de devlet karşısında şehit düşmüş bir dizi lideri -rehberi- olmuştur. Anthony Garno, Zhang Cınciye ve Cahiri Tarikatı üzerine yaptığı araştırmada, Çing devlet arşivlerinde ve yazışmalarında tarikatın sadece bir isyan veya onlara karşı yürütülen bir savaş bağlamında anıldığını belirtir.

Çinli yazar Zhang Cınciye, tarikatla tanışıp bir müridi olduktan sonra, tarikatın tarihini şehit rehberler silsilesi üzerinden yazmaya karar vermiştir. Eser, ilk rehberin 18. yüzyılın ortalarında Çing devleti tarafından öldürülmesiyle başlar ve 1920’de ölen yedinci rehberle son bulur.

Zhang’ın kendi hayat hikâyesi de bir o kadar ilgi çekicidir: Hui ismini taşıyan Müslüman Çinli bir aileden gelmesine rağmen, gençliğinde ateşli bir komünist ve Kültür Devrimi sırasında Mao Zedong’un sadık bir takipçisiydi. Bu sadakatini günümüzde de sürdürmektedir. Hatta Zhang Cınciye'nin Kızıl Muhafızlar terimini ilk kullanan kişi olduğuna dair güçlü bir teori de vardır. Bu terimi 1960’larda Mao’ya yazdığı bir mektupta kullanmıştır: “Yani biz sizin Kızıl Muhafızlarınızız.”

Kültür Devrimi ve “ideolojik aşamadan” sonra Zhang, bir antropolog ve edebiyatçı oldu. İç Moğolistan’da (1970’lerde gönderildiği ve ilçelerinde, köylerinde çalıştığı civar bölgede) yaşayan halkın göçebe yaşamı, hikâyeleri ve folkloru hakkında kitaplar ve öyküler yayımlamıştır. Zhang, Çin edebiyatında bu dönemde ortaya çıkan ve “köklere dönüş” kuşağı olarak adlandırılan, hikâyelerin kırsal kesime, çevreye ve etnik azınlıklara odaklandığı daha geniş bir akımın parçasıydı. Bu yazıların çoğu, Çin’de gelişmekte olan materyalist ve tüketim toplumunun üstü kapalı bir eleştirisiydi. Bu yazarlar, merkez ve çekirdekten ziyade çevre ve kenarları vurguluyor, anlamı ideoloji ve aşkın ideallerden çok tikel ve yerel olanda arıyorlardı.

Zhang, Kuzey Çin’e yaptığı ziyaretlerden birinde tesadüfen kendini Cahiri mezhebine mensup Müslümanların yaşadığı bir köyde buldu. Onları tanıyıp misafirperverliklerini tattıktan sonra, kar fırtınasının hüküm sürdüğü soğuk bir kış gecesinde hayatını değiştirdiğini söylediği manevi bir deneyim yaşadı. Bu deneyim, onun İslam’a dönmesini, Yol’u benimsemesini ve cemaatin bir üyesi olmasını sağladı. Bu köylüler, daha sonra aylarca onunla oturup tarihlerini, atalarının hikâyelerini ve rehberlerinin fedakârlıklarını anlattılar. Zhang da bu anlatıları kaleme alıp belgeleyerek, roman, tarih ve arşiv karışımı ünlü kitabı Ruhun Tarihi’ni ortaya çıkardı.

Yakın zamanda Çin’deyken Zhang Cınciye’nin eserini bulmaya çalıştım ancak başarılı olamadım. Kitabın 1990’ların sonunda Taipei’de yayımlanan tek bir İngilizce çevirisi var ve yasal olmayan kopyaları mevcut değil. Pekin’de bir eski Çin tarihi uzmanı, Zhang’ın eserinin bugün popüler olmadığını, zira kültür kurumlarının onun yazılarından ve fikirlerinden hoşlanmadığını dile getirdi.

Zhang’ın Maoizm ve Cahirilik arasında bulduğu ortak nokta, hayatı belirli değer ve ilkelere göre yaşama ve çevredeki dünya ahlaksız olsa bile bu “ahlaki hayata” bağlı kalma fikriydi. Zhang, bu nedenle Cahiriye gibi bir grubun devletin “doğal” düşmanı haline gelmesinin ve liderlerinin şehit edilmesinin mantıklı olduğunu söylüyor; bunlar bir arada var olamayacak iki zıtlık: Yönetim ve bürokrasiye karşı kolektivite ve ruh, materyalizme karşı fedakârlık, itaate karşı aleniyet.

Stefan Henning, Çinli yazar hakkındaki çalışmasında Zhang Cınciye’nin Cahiriye tarihine kurban kavramına ve İbrahimî kurbana getirdiği kendi yorumuyla yaklaştığını yazıyor. Zhang, imparatorluk devleti kendi varlığını ve hukukunu dayatana kadar Cahiriye’nin bastırılmaya mahkûm olduğunu savunmuştur. Başka bir deyişle Sufi cemaati, karşıtının yaşaması ve Çin’in -materyalist devletin- olduğu gibi iyileşmesi ve istikrara kavuşması için kurban edilmesi gereken bir “sunu” idi.

Peki bu biyografi, bize devletin ve iktidarın doğası hakkında ne söylüyor? Sadece toplumun en iyi, en ahlaki ve en cesur unsurlarını ezerek kurulabilen ve mükemmelleştirilebilen bu varlık nedir?

Belki de çağımızda bu insanları en iyi anlayanlar bizleriz; imparatorun dinine uymayarak, varlığımızla dünyadaki düzen ve gücün düşmanı haline gelenler. Dün insanlar akıl hocalarını kaybettiler, zira o, bizi çevreleyen tüm sistemin ve siyasetten önce ahlakın gerçek antiteziydi.

Bir süre önce birisi bana Arapların ve halkın Gazze katliamına verdiği tepkinin, olayın ve tarihin seviyesine ulaşamamasından duyduğu şaşkınlığı ve hayal kırıklığını ifade etmişti. Bana göre bu, örgütlenme ve siyasallaşmadan yoksun olan ve her gün yoksullaştırma, boyun eğdirme ve yanlış bilgilendirme kampanyaları altında yaşayan Arap kitleleri ve “sıradan insanlar' hakkında bir yargı değildir. Bilâkis, Arap-İsrail rejiminin geçtiğimiz on yıllar boyunca Arap kültürünü domine etme, radikal bir şekilde yeniden şekillendirme ve etkisizleştirme konusundaki başarısının bir kanıtıdır. Örgütlenme, teori üretme ve devrimci bir devlet yaratma sürecine dâhil olması gereken entelektüellerin ve seçkinlerin nasıl rejimin hizmetinde çalıştığını, etkisizleştirildiğini ya da vatanlarını terk etmeye zorlandığını gösteriyor.

Tüm bunların karşı tarafında ise şehit Hasan Nasrullah var. O, varlığıyla bu insanların ve temsil ettiklerinin düşmanı ve antiteziydi. O onlara düşmanlık etmese bile, onlar ona düşmanlık edeceklerdi. Bu özel, içgüdüsel bir düşmanlık türüdür. Görünüşte siyasi olsa da siyasetin ötesine geçer: Bağımlı hale gelmiş Araplara, Lübnan’daki ve başka yerlerdeki küçük burjuvaziye, Körfez ve Batı sermayesi tarafından satın alınmış herkese bakın. Şehitle olan düşmanlıkları diğer partilerle olan düşmanlıklardan daha derindi, zira şehit, karşı çıktıkları bir siyasi program değil, kendileriyle ve varoluş nedenleriyle tamamen çelişen bir yaşam ve hayat sistemi öneriyordu.

Buradaki mesele “ideolojik” değildir: Tüm bu insanlar, ona karşı çıkmak ve onunla savaşmak için bir araya geldiklerinde, her şeyden önce kendi çıkarlarını ve toplumsal konumlarını savunuyorlardı ki bu, dünyadaki en basit ve en etkili ideolojidir (ve iktidar üzerine bahis oynamak çok fazla düşünce ve analiz gerektirmez). Bugün, İsrail ile aralarında, neyse ki çoğunun artık gizlemeye çalışmadığı gerçek bir “koşul birliği” var.

Bu nedenle, şimdi ellerindeki her şeyi size karşı kullanacaklar. Burada sadece İsrail’i kastetmiyorum; İsrail, sadece mızrağın ucu. Washington’da başlayıp Riyad ve Abu Dabi’de son bulan tek bir entegre sistemle karşı karşıyasınız. Bunları ayrı ve farklı olarak düşünürseniz yanılırsınız; size karşı birlikte ve eşgüdüm içerisinde çalışıyorlar, bu hakikati ne kadar erken anlarsak o kadar iyi olur. Düşmanınızın sizin için oyun alanını tanımlamasına izin verirseniz, yüzleşmeyi ve çatışmayı kazanamazsınız.

Daha da ötesi: Geçtiğimiz yıl yaşananlardan her Filistinli ve Arap’ın çıkarması gereken bir ders varsa, o da “aklıselim” ve teslimiyet çağrısı değil, tam tersidir. Gazze’de ve Gazze halkının başına gelenler Irak’ta, Suriye’de ya da acı çeken ülkemizin herhangi bir yerinde tekrarlanmamıştır. Buradaki mesele, ABD’nin bölgedeki herhangi bir güç birikiminin bedelinin öncelikle Filistinliler tarafından ödeneceği ve herkesten önce onlara karşı soykırım ve kitlesel şiddete dönüşeceğidir.

Buradan çıkarılacak bir ders varsa o da uzlaşma yanılsamasından vazgeçmek ve var olmayan orta yolu seçmemektir. Filistin sorununun kendi başına, manevra, müzakere veya kurnazlık yoluyla ya da Batı’dan bir şey ve bir anlaşma beklentisiyle çözülebileceği fikri hatalıdır. Ya da kısaca, Filistin’i özgürleştirmek ve aynı zamanda oğlunuzun BAE ve Dubai’de çalışmasını sağlamak istediğiniz ortak kalıp. Gazze savaşı bunları size açıkça göstermezse, hiçbir şey göstermez.

Kibirliler, halkı onun liderlerini öldürerek güçsüzleştiremezler. Bunu onları örgütsüzleştirerek, kolektif kapasitelerini parçalayarak ve -hepsinden önemlisi- insanların ilkelerden vazgeçmesini, korkmasını ve uyum sağlamayı öğrenmesini sağlayarak yaparlar.

Tarihsel anlamda henüz işin başındayız ve yaşanmakta olan büyük savaş henüz emekleme aşamasında. Önümüzdeki günler ve yıllar Seyyid Hasan Nasrallah’ın hayatının ve şehadetinin gerçek anlamını gösterecektir.

Bugün Çin’de sayıları yüz binleri bulan takipçileriyle Cahiriye tarikatı varlığını hâlâ sürdürmektedir ve geleneklerinden biri de her sabah namazında beşinci şehit rehberlerine hitaben bir dua okumaları ve elli dokuz saniyede rehberin esaret altında geçirdiği elli dokuz günü hatırlamalarıdır.

Hasan Nasrallah’ın yasını ise çoğu yoksul ve savunmasız olan tüm bir millet tutacak. Bazıları sessizce, bazıları da gizlice ağlayacak. Düşmanlarına ve katillerine gelince, biz ve zaman, onların icabına bakacağız.

Emir Muhsin
30 Eylül 2024
Kaynak
Çeviri: YDH

30 Eylül 2024

, ,

Şehidimiz Hüseyin’dir Ama Kerbela İkinci Kez Yaşanmayacak

Bu yaşananlar, yeni bir Kerbela değil. Şehit liderimiz ve yoldaşlarının kırk yıl önce planladığı ve uğruna çalıştığı şey bu değildi. 

Bize, hiç tereddüt etmeden bağlı kaldığı, kökleri derinde olan, Direniş adını verdiğimiz o büyük ağaç kaldı.

Lübnan’da yaşananlardan gizli ya da açık gurur duyanlar, Gazze’de işlenen apaçık suça sessiz kalıp destek verenlerle aynı kişilerdir. 

Tüm bu insanlar halkı, direnişin çöktüğüne, davasını kaybettiğine ve kitleler halinde boyun eğip teslim olunması gerektiğine inandırmaya çalışıyor.

O, dünyanın yüzüstü bıraktığı Hz. Hüseyin’in konumunda değil. Bilâkis, elde etmenin bedelinin çok ağır olduğunu bile bile, bir hakkı savunmak için ayağa kalkan ve savaşan Hüseyin’in ta kendisidir.

Hazreti Hüseyin’in hikâyesi, yaklaşık on dört asırdır yeryüzünün dört bir yanındaki devrimcilerin destanlarında yaşıyorsa, bizim Hüseyin’imizin katline ortak olanlar, infaz edenler ve sevinenler şunu unutmamalıdırlar: Seyyid Hasan, haksızlık karşısında her devrimci için ebedi bir sembol hâline gelmiştir.

O, Kudüs’ü ve Filistin’i savunmak için şehit düşmüştür. Tüm nefrete, çarpıtmalara, kine, hayal kırıklıklarına ve cehalete rağmen, hayatının son anına kadar Amerika ve İsrail’e karşı savaşmanın, özgür yaşamak isteyen herkes için kutsal bir görev olduğuna inanmıştır.

Bugün direnişin tüm destekçilerini keder ve öfke sarmış durumda. Seyyid Hasan’ın şehadeti, onlarca yıldır baskı altında yaşayan pek çok kişinin öfkesini açığa çıkardı. Bu öfke, ne sloganlarla ne de gözdağı kampanyalarıyla bastırılabilir. Şu anda en yararlı olan şey, suçlunun kimliğini ve adresini kanıtlamaya gerek duymayan herkesin devrimci uyanıklığıdır.

Bugün bizlerin, direnişin mensuplarının, evlatlarının ve gelecek nesillerinin önünde duran en önemli görev şudur: Direnişi korumak, onu her türlü zarardan esirgemek ve onun fikrini ve tarihsel değerini savunmak için en büyük bedeli ödemeye hazır olmak.

Bu acımasız dünyada, Batı tarzı uzlaşma, mutabakat ve sözde gerçekçilik adı altında pazarlık edilebilecek makul hiçbir şey yoktur.

İçinden geçtiğimiz günler zorlu olsa da insanlar yakında şunu anlayacaklardır: Düşmanı bekleyen şey, Binyamin Netanyahu gibi bir manyağı sembol hâline getiren bir efsaneye dayanan vahşeti nedeniyle, umduğunun tam tersi sonuçlar olacaktır.

Zor günlerden geçiyoruz, fakat düşmanın inandığı ve teşvik ettiği gibi, sahada direniş kırılmadı. Kanaat önderleri, siyasetçiler, akademisyenler ya da aydınlar olarak gördüğümüz ve artık suça tam ortak olan sessizlikleri ışığında varlıkları anlamsızlaşan zayıf insanlar ordusu, bu gerçeği değiştiremez.

Tarafsızlık, artık kendini büyük yangından uzak tutmak değildir. Uzlaşma, artık nefes almak için bir şans değil ve boyun eğmek artık alçaklık ve zayıflık pelerininde saklanmak isteyenlerin sığınağı olamaz... İnsanların tek yapması gereken, savaşın değil, sadece bu roundun sonunu beklemektir!

İbrahim Emin
30 Eylül 2024
Kaynak
Çeviri: YDH

29 Eylül 2024

, ,

Nasrallah’ın Ardından


Emperyalizmin Siyonist karakoluna karşı direnişin en önemli halkalarından olan Lübnan Hizbullah’ının önderi Hasan Nasrallah, İsrail’in düzenlediği saldırı sonucunda yaşamını yitirdi. Bunun sonucunda Siyonist işgalcilerin yaptığı açıklamada, “Hizbullah terörizminin tehdit olasılığının gerilediği ve daha da kendine gelemeyeceği” bildirildi.

Öncelikle belirtilmesi gereken nokta, dünya halklarına terörizmi emperyalizmin ve Siyonistler gibi vekalet güçlerinin uyguladığı gerçeğidir, çünkü “terör” kavramı, korku salmak, güvensiz bir ortam oluşturmak ve toplumun kendi iç dinamiğini altüst etmek anlamlarına gelir. Bu bağlamda, son bir yıla bakmak yeterli; çocuğunun doğum gününü “kutlamak” amacıyla Gazze’de bir apartmanı havaya uçuran, yatağındaki yaşlı kadına köpeklerle saldırıp işkence yaptıran, hastaneleri ve okulları kullanılamaz hâle getiren, halkı göçe zorlayan, bebekleri katleden, 43 bin insanı katledip 100 bin insanı yaralayan, içme suyunun teminini bile zorlaştıran Siyonist saldırılar, terör tanımının içeriğini dolduracak tüm ölçütlere sahiptir.

Terörü egemen güç uygular, bu kavram Fransız Jakobenleriyle ortaya çıkmıştır. Emperyalizmin “siviller” söylemi ve “hassasiyeti” de çarpıtmadan ibarettir, 43 bin insan, doğrudan Filistin halkının öz evlatlarıdır. Aynı şekilde, Lübnan Hizbullah’ı da Lübnan halkının öz evladıdır.

IŞİD gibi emperyalizm kurgusu yapılar terörün kendisidir fakat yaralı IŞİD militanını hastane ziyaret eden Netenyahu’dur. Ayşenur Ezgi Eygi’nin katili de Siyonistlerdir. Bu toprakların evladı olan Ayşenur ve ülkemizin solunun geçmişte Filistin’de can veren insanları hakkı uğruna emperyalist Siyonizm, Lübnan, Filistin, Yemen gibi ülkemiz halklarının evlatlarının da katilidir.

Direniş, bağrından bir değil bin Nasrallah çıkartır, bir değil bin Nasrallah’ı katletseler de direniş, gene mücadeleci halklar ve zaferler inşa edecektir. Nasrallah, kendi öz yurdunda onu destekleyen halkının içinde katledilmiştir. Nasrallah Lübnan’dır, Lübnan Nasrallah’tır artık.

Oluşan denklemde kendi ülkesinde misafirini suikasta uğratanlara rağmen Lübnan Hizbullah’ı, İsrail’le savaşmaktan geri durmamıştır, tüm gücüne rağmen. Bu nedenle katledilemeyen tek şey, emperyalizme karşı verilecek mücadelenin meşruiyetidir, bu meşruiyet de yeni Nasrallahları yetiştirecektir.

Emperyalizm, bugün enternasyonalist dayanışmanın zayıflamasının ve solun tüm dünyada kendi özünü kaybettiren politikalara sapmasının sonucu olarak bu derece pervasızlaşabiliyor.

Milliyetçiliğin ve mezhepçiliğin geldiği nokta, Arap ülkelerinin Yemen, Suriye, Filistin, Lübnan’ı yalnız bırakmasıyla sonuçlandı. Sanılanın aksine, emperyalizmin politik saldırısı olan milliyetçilik bir halkı birleştirmek yerine parçalar. Bunun en yakın örneği Kürt milliyetçiliğinin geldiği noktada görülebilir: Barzani ve Suriye Kürtlerinin siyasi oluşumları birbiriyle ittifak kuramaz ama her ikisi de emperyalizmin petrol bekçiliği ve kara gücü olmayı ulusal onur sorunu olarak görmez. Her iki örnek de milliyetçiliğin çıkmaz sokak olduğunun kanıtıdır.

Aynı şekilde, emperyalizmin mezhep ayrıştırmasına rağmen Sünni Filistin halkıyla dayanışma geliştirenler İran, Lübnan ve Yemen’in Şii güçleridir. 20 yıl önce İsrail’i yenen ve onu esir takasına zorlayan tek güç, Nasrallah liderliğindeki Lübnan Hizbullah’ıdır.

Ülkemizdeki uyuşturucu kullanımının, toplumsal dinamiklerin bozulmasının ve yozlaşmasının, iş cinayetlerinin, doğa katliamlarının, güvencesiz yaşamın da tek sorumlusudur fakat ülkemiz solunun Nasrallah yetiştirme gibi politik ideali yoktur. Nasrallah, kendi ülkesinde katledilirken ülkemiz sol çevrelerinin şefleri Avrupa’da yaşamaktadır.

Ülkemiz solu, “Ama Hamas gerici" derken ülkemizdeki ve Ortadoğu’daki mezhepçi yapılar da “Ama Nasrallah ve Lübnan Hizbullah’ı Şii ve sapkın” diye karşı propaganda geliştirmektedir. İlk kesim politik mezhepçilik; ikinci kesim dinci mezhepçilik yapmaktadır.

Bizim aşmamız gereken tek gerçek, emperyalizmin milliyetçi ve mezhepçi politikalarının propagandasıdır.

Emperyalizm yenilmez değildir, yeni Nasrallahlar illaki yetişecektir. Onun için aileyi, halkı, direnişi emperyalizme karşı güçlendirmek zorundayız, her şeye ve bu sola rağmen.

S. Adalı
29 Eylül 2024