04 Ekim 2024

, ,

Nasrallah’tan Sonra Ortadoğu

Sıradan emekçi insanların oynadığı rolü herkes kabul etmek zorunda, ama hiç şüphe yok ki liderler de ulusların ve hareketlerin yaşamında önemli bir rol oynuyor.

Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır’ın 1970’teki ölümü, bölgedeki politik manzarayı sonsuza dek değiştirdi ve yaygın biçimde (Suudi Arabistan’ın Arap dünyasındaki gidişat üzerindeki hâkimiyeti anlamında) “Suudi dönemi” olarak adlandırılan dönemin başlamasına neden oldu.

Muhtemelen Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, Arap-İsrail sorununa Nasır’dan daha fazla tesir etti, çünkü Nasrallah, Arapların İsrail saldırılarına ve işgaline karşı yürüttükleri mücadele zaviyesinden bakıldığında, İsrail’in Lübnan ve Filistin’e yönelik tehdidinin anlaşılmasında ve kontrol altına alınması konusunda Nasır’dan daha fazla etkili sonuçlar üretti.

Nasır, savaşta İsrail’e toprak kaybederken, Nasrallah, 2000 yılında Güney Lübnan’ın kurtarılmasında önemli rol oynadı, üstelik İsrail’e hiçbir taviz vermedi.

Nasrallah’ın statüsüne ve Arap siyaseti üzerindeki etkisine sahip birinin vefatının, özellikle Filistin sorunu üzerindeki etkisini değerlendirmek için erken. Ancak onun vefatından sonra bölgenin aynı kalmayacağı kesin.

Etkisi o kadar büyüktü ki Batı ve Körfez hükümetleri, Nasrallah’ın bölgedeki popülaritesini baltalamak için milyarlarca dolar harcadı. Temmuz 2006 savaşından beri (İsrail’in savaş alanında aşağılandığı ve BAE ile Suudi Arabistan’ın İsrail’in yanında olduğu dönem boyunca) Batı-İsrail-Körfez ittifakı, Hizbullah’ın ve liderinin kuyusunu kazmak için uğraştı.

Arap medyasının tek amacı, Nasrallah ile mücadele etmek ve onu tümüyle mezhepçilik dairesine hapsetmekti. Bu medya, onu bir İran kuklası olarak takdim ediyordu (oysa aslında Nasrallah, kararları İranlı müttefikleriyle birlikte alıyordu. Örneğin, ABD tarafından öldürülen İranlı General Kasım Süleymani ile birlikte çekilen fotoğraflarda da görüldüğü üzere Süleymani, rütbe olarak Nasrallah’ın altında olan bir isimdi). Milletlerin ve hareketlerin hayatında liderlerin önemli olduğuna hiç şüphe yok.

Nasrallah’ın Ortaya Çıkışı

Nasrallah ortaya çıkışını, daha sonra liderliğini tanımlayan, ona damga vuran o sert iradeye ve kararlılığa borçludur. Nasrallah’ın liderlik hikâyesi, 1982’de Emel hareketinden ayrılıp yeni bir örgüt kurmak için yoldaşlarıyla yola koyulmasıyla başladı. 1985’te yeni bir politik-askeri örgüt olarak, resmen ilân edilmesiyle kurulan Hizbullah, bu sürecin meyvesiydi.

1985’ten önce farklı örgütler vardı. Bu örgütler, sonrasında tek bir parti olarak bir araya geldiler. 1982’de, İran hükümeti ve Devrim Muhafızları’nın yardımıyla, Lübnan’daki onlarca Şii örgütü İsrail’in Lübnan’a dayatmaya çalıştığı emri reddetmeye karar verdi.

O dönemdeki bu isimsiz örgütler, 23 Ekim 1983 günü Amerikan bahriyelilerinin kışlalarına saldırı düzenleyip 220 bahriyeliyi öldürdüler, ayrıca İsrail’i Beyrut’un güneyine doğru püskürttüler. Ronald Reagan’ın dediğine göre bu bahriyeliler, ancak Şubat 1984’te “yeniden konuşlanma imkânı bulabildiler” (ABD, kışlalara düzenlenen saldırıdan iki gün sonra, 25 Ekim 1983’te küçük Karayip ülkesi Grenada’yı işgal ederek teselli buldu.)

Yoksulluğa Doğdu

Nasrallah, Güney Lübnan’da, Sur yakınlarındaki bir köyde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ancak başkentin doğusunda, çok fakir bir Şii mahallesinde, Doğu Beyrut’ta büyüdü. Babası bir bakkaldı ve pek çok kişinin bilmediği üzere, önceleri dindar değildi; daha ziyade, Suriye Sosyal Ulusal Partisi’nin (Filistin’in kurtuluşuna ve Büyük Suriye’nin birleşmesine adanmış laik, ilerici, siyasi partinin) laik bir destekçisiydi.

Aile, Müslümanlara ve Filistinlilere karşı mezhepsel ve etnik temizlik kampanyaları yürüten İsrail silahlı kuvvetleri ve onların desteklediği sağcı milisler tarafından Doğu Beyrut’tan zorla çıkarıldı. Aile, geçen Cuma günü Nasrallah’ın İsrail hava saldırısında öldürüldüğü aynı bölgeye yerleşti.

Ciddi bir öğrenci olarak biliniyordu ve erken yaşta dini çalışmalar konusunda uzmanlaşmaya karar verdi. Çok fazla parası olmadan, Necef’teki Şii dini okullarına gitti ve orada hayatının büyük bir bölümünde Nasrallah’ın akıl hocası olarak hizmet edecek daha kıdemli bir dini öğrenci olan Abbas Musevi’nin himayesine girdi.

Musevi, daha sonra Hizbullah’ın lideri de olacaktı. Nasrallah, İsrail hükümetinin Musevi’yi karısı ve çocuğuyla birlikte öldürmesinin ardından, 1992’de onun yerine geçti.

1980’lerde Nasrallah, daha sonra Hizbullah olacak yeni hareketle ilişkilendi. Siyaset ve güvenlik alanlarında çalışan Nasrallah, bir ara Beyrut’un güney banliyölerinin güvenlik şefliği görevini üstlendi. Ancak örgütü amaçları için etkili (veya düşmanları için tehlikeli ve ölümcül) kılan şey, askeri-güvenlik şefi İmad Muğniye ile yakın işbirliği yapmış olmasıydı.

Nasrallah, büyük ölçüde yüksek zekâsı, sıkı çalışması, ciddiyeti, karizması sayesinde rütbe açısından hızla yükseldi. Bu yükselişte lider Musevi ile arasının iyi olmasının da etkisi büyüktü. Musevi, 1992’de suikasta uğradığında lider için mantıklı seçim, Nasrallah’tı. Partiye açıktan damgasını vuran Nasrallah, onu çok farklı bir yöne taşıdı.

Nasrallah’ın partiyi (Lübnanlı bilgin Beşir Saadi’nin ifadesiyle) “Lübnanlaştırdığı”nı, tarihinin ilk döneminde baskın olan dini muhtevayı belli ölçüde azalttığını söylemek mümkün. Nasrallah, partideki yol arkadaşlarını daha önce ilân edilmiş olan “İslam Cumhuriyeti” hedefinden vazgeçmeye ikna etti.

Tabana ve genel manada Lübnanlılara, Lübnan’a artık tek bir örgütün hükmedemeyeceğini, onu farklılıklarla yüklü bir ülke olarak gördüğünü tekrar tekrar söyledi. Nasrallah’ın Hizbullah’ı, avantajları ve dezavantajları, güçlü ve zayıf yönleriyle Lübnan siyasi sistemine dâhil etmesinin sebebi de buydu.

Hitabetiyle Liderlik Ediyordu

Nasrallah’ın liderliği, konuşma tarzına sıkı sıkıya bağlıydı. 2006 yazında İsrail ile savaş sırasında yaptığı konuşmada, dinleyicilere denizde yanan bir İsrail gemisini izlemelerini söylediğinde, o, Nasır’dan beri eşi benzerine rastlanmamış, Arapların birliği fikrinin cisimleşmiş hâline dönüştü (ancak ne var ki bu statü, daha sonra Suriye’ye yönelik müdahalenin ardından zarar görecekti).

Konuşma tarzı benzersizdi: Klasik ve günlük Arapça ile mizah ve alaycılığın bir kombinasyonunu kullanıyordu. Konuşmaları genellikle uzun olsalar da iyi teşkil edilmişti. Arap halkı, Nasrallah’ı hitabet yetenekleri sayesinde tanıdı ve ona bu sayede hayran oldu.

Yıllar boyunca örgüte ilişkin araştırmamın bir parçası olarak Nasrallah ile birkaç kez röportaj yaptım. Partiyle ilgili ilk yazımı 1985’te Georgetown’da lisansüstü öğrencisiyken yazdım. (Middle Eastern Studies [“Ortadoğu Çalışmaları”] dergisi için yazdığım makalede partiyi örgütle ve örgütlenmeyle alakalı fikirleri Leninist örgütlerden aşırmakla suçluyordum.)

Solcuların Yerini Aldı

İlk düşüncem, Lübnan’daki komünist örgütlerin yerini alan İslamcı örgütlerin yükselişinden memnun olmayan solcu bir ilericinin hayal kırıklıklarını ve hatta düşmanlığını yansıtıyordu. Sosyalistleri ve solcuları kenara iten Hizbullah değildi, bilâkis, bir dizi eksiklikle malul olan sosyalistler ve solcular, FKÖ’nün Lübnan’da hâkim güç olduğu dönemde yolsuzlukların ve çürümenin batağına saplanmışlardı.

Ayrıca, 1982’deki İsrail işgalinden sonra, Lübnan Ulusal Hareketi’ne (sol koalisyona) mensup örgütlerin çoğu bir gecede çöktü ve LUH, İsrail işgalinden birkaç gün sonra kendini feshetti. Hizbullah’ın dehası, yaygın yenilgici eğilime karşı gelmek ve bu küçük örgütün Lübnan’daki İsrail-Amerikan ittifakını yenilgiye uğratma yeteneğine güçlü bir şekilde inanmaktı.

Hatırladığım kadarıyla, Hizbullah’ı çok eleştirdiğim bir dönemde Edward Said ve Arap milliyetçisi düşünür Clovis Maksud, benim tutumumu eleştiriyor, Hizbullah’ın İsrail’e karşı gerçekleştirdiği askeri operasyonların önemini, bunun Filistin davası açısından tarihsel açıdan ne kadar önemli olduğunu takdir etmem gerektiğini söylüyordu.

Nasrallah bende, onun yıllar içinde tanıştığım veya röportaj yaptığım diğer siyasi liderlerden farklı olduğuna dair bir izlenim bıraktı. Çoğundan daha zekiydi. Kendisini İsrail’le ilgili meseleler konusunda üst düzey uzman olarak yetiştirmiş bir isimdi.

İsrail’i, tanıdığım diğer Arap liderlerden ve hatta ondan önceki tüm Filistin Kurtuluş Örgütü liderlerinden daha fazla incelemişti; Arafat ise İsrail hakkında pek fazla şey bilmiyordu.

Bir gün Nasrallah’a günlük okuma rutinini sorduğumda, İsrail meseleleriyle ilgili okumalarının dini okumalar görevini aksattığını söyledi (oysa dini makamını korumak ve yükselmek için bu alanda düzenli olarak okumak zorundaydı).

Bir keresinde, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra kendisine, Hizbullah’ın tutumunu ve Amerikan işgaliyle işbirliği yapan Şii şahsiyetlerle ilişkisini sert bir dille eleştirdiğim uzun bir soru sormuştum.

Gülümsedi ve şöyle dedi:

“Birkaç hafta önce, biri benim huzurumda sizin adınızı zikretti ve ben de ‘Dr. Esad Amerikalıdır’ dedim. Çünkü Araplar, her zaman bir toplantıya veya görüşmeye çocuklar ve aile hakkında sorular sorarak başlarken, siz, üç parçalı bir soruyla ve genel nezaket ifadeleri olmadan başlıyorsunuz.”

Ortadoğu’daki din adamlarının çoğu asık suratlı ve sertken, Nasrallah espriliydi. Bir keresinde ona, Müslüman din adamlarının neden nadiren gülümsediğini sordum. Güldü ama hiçbir şey söylemedi. Partisi ve rolü hakkındaki eleştirileri duymak istiyordu. Bir keresinde onlara, Lübnan’daki son Suriye güvenlik şefi Rüstem Gazali’ye veda hediyesi olarak bir AK47 vermesinin bir hata olup olmadığını sordum.

Bir dakika düşündü ve belki geriye dönüp bakıldığında, öyle olduğunu söyledi. Lübnan ve Arap liderleri arasında bu, nadiren yapılan bir şeydi.

2006’dan sonra, “Savaşın yıkımını ve ölümlerini bilseydim, belki de İsrail askerlerinin Lübnanlı rehinelerle değiştirilmesi için esir alınmasını emretmezdim” dedi. Körfez’deki düşmanları tarafından sanki yanlış bir şey söylemiş gibi eleştirildi. Gerçekte, yaptığı açıklama, onun Lübnanlıların hayatları için endişelendiğini ortaya koyuyordu.

Nasrallah, Lübnan’daki çoğu siyasi liderin aksine iyi bir dinleyiciydi, başkalarını dinlerdi ve etrafına farklı ilgi alanlarına sahip danışmanları toplardı.

Solcu ve komünist liderler de dâhil hiçbir Lübnanlı lider, Filistin’in kurtuluşu davası için onun kadar çalışmadı. Onun için bu, kendisine en büyük saygı ve hürmeti duyduğu Humeyni’den miras aldığı bir doktrin meselesiydi. (Bir keresinde bana Sovyetler Birliği’nin çöküşünü sadece iki kişinin öngördüğünü söylemişti: Zbigniew Brzezinski ve Humeyni. Başkalarının da olduğunu kibarca söyledim.)

Hataları

Nasrallah’ın siyasi kariyerini takip ederken, bu süreçte (kendi çıkarları açısından) pek çok yanlış adım ve hatanın da olduğunu kabul etmek gerekir.

1. Hizbullah, ilk döneminde Beyrut’ta çok sayıda şiddet eylemi gerçekleştirdi, masum Batılıları kaçırdı. Nasrallah bana, bunların resmiyette bir Hizbullah örgütünün olmadığı dönemde cereyan ettiğini söyledi.

2. Hariri suikastının ardından Hizbullah’ın siyaset sahnesine girmesi, kanaatimce büyük bir siyasi hataydı; çünkü bu, partinin İsrail’le mücadele odağından uzaklaşmasına ve Lübnan siyasetinin küçük ve kirli işlerine saplanmasına yol açtı.

Hizbullah, Nasrallah’ın rehberliğinde ilerlemiş bile olsa, politik sistem içerisindeki faaliyetlerde hatalar yaptı. Mişel Avn’ın başını çektiği Tayyar Partisi ile kurduğu ittifak türünden mezhep temelli ittifaklar son dönemde dağıldı.

Bence Şii müttefiki Emel ile olan ittifakını diğer tüm ittifaklardan daha öncelikli hale getirdi ve böylece partiyi Lübnan’da çok daha kapsamlı bir ittifakın ve çok farklı dini görüşlerin ve mezheplerin desteğinden mahrum kıldı.

Özellikle geçtiğimiz yıl Hristiyan partilerinin çoğu Hizbullah’ın İsrail’e karşı verdiği mücadeleye katılmadı. Bu, ilgili politikanın hata olduğunun kanıtı.

3. Hizbullah’ın Suriye’ye müdahalesi, İsrail ve emperyalizme karşı mücadeleye adanmış olan partinin yoldan çıkması ve Suriye’deki iç savaşta bataklığa saplanması nedeniyle bir başka tartışmalı konuydu. IŞİD’in ve diğer bağnazların Şii ve Hizbullah’ı hedef alan bir dizi bombalama eylemleri ve bu örgütlerden bazılarının İsrail ile ilişkisi göz önüne alındığında, Suriye’ye müdahil olma kararının (en azından kendi bakış açısından) anlaşılabilir olduğu söylenebilir.

Ancak Hizbullah’ın bu müdahaleyi yönetme biçimi, Hizbullah’ın Arap düşmanlarının bunu mezhepçi olarak resmetmesine imkân sağladı. Partinin müdahaleye eşlik eden söyleminin çoğu, İsrail saldırganlığına ve işgaline karşı mücadeleyle ilgili terimlerle değil, mezhepçi terimlerle takdim edildi.

ABD, Nasrallah’ın öldürülmesini kutluyor. İsrail’in güney banliyölerindeki altı binaya 85 bomba atmasının ardından enkaz altında kalan yüzlerce masum sivil hakkında hiçbir şey söylenmeyecek. Batı medyası, küle dönüşen bu binaların tüm bu sakinlerinin yakılmasını muhtemelen “cerrahi saldırı” olarak niteleyecek.

İsrail hükümeti, Biden yönetimini Nasrallah’ı öldürme kararından haberdar ettiğini kabul etti; gelgelelim, ABD hükümeti, daha sonra bu karardan bihaber olduğunu söyledi.

Ancak şurası kesin: Biden yönetimi, ABD yönetiminin uzun yıllar İsrail’in Nasrallah’ı öldürme planlarını reddetmesinin ardından, Nasrallah’ın öldürülmesi kararını onaylamış olmalı.

15 yıldan fazla bir süre önce Teksas Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Arap-İsrail çatışması hakkında bir konuşma yapıyordum. Seyirciler arasında (eski CIA müdür yardımcısı) Amiral Bobby Inman bulunuyordu. Soru-cevap sırasında biri bana, Hizbullah ve Nasrallah’ı, İsrail'in onu öldürme kararı alıp alamayacağını sordu.

Soruyu elimden geldiğince cevapladım. Daha sonra Inman yanıma geldi, kendini tanıttı ve beni kenara çekti. O soruya değindi, Nasrallah’ın öldürülmesi ihtimalinden bahsetti, ardından açık yüreklilikle şunu söyledi: “İsrail, Nasrallah’ı öldürmeye cesaret edemez.”

Ben de: “Neden edemez?” diye sordum.

Dedi ki: “Basit. Çünkü ABD hükümeti, İsraillilere Nasrallah’ı öldürmeyeceklerini, zira bunun bölge ve ABD çıkarları için önemli sonuçları olacağını kesin bir dille, tekrar tekrar söyledi.”

Biden’ın 7 Ekim’den bu yana hiçbir kırmızıçizgi belirleyip İsrail’e dayatmadığını düşünürsek, muhtemelen bu “Nasrallah”la ilgili kırmızı çizgiyi de bizatihi kendisi kaldırmıştır.

Nasrallah, Nasır’ın aksine, geride İsrail’in tüm acımasızlığıyla yürüttüğü, suikastlar ve katliam üzerine kurulu harekâtından kurtulma ihtimali bulunan bir öğreti ve güçlü bir teşkilât bıraktı. Hizbullah, kurulduğu günden beri maruz kaldığı en ağır darbeyle yüzleşti, ama muhtemelen parti, yeni lider kadrosu eliyle bu süreçten farklı bir örgüt olarak çıkmayı bilecektir.

ABD, geçmişte Nasrallah’a suikast düzenlenmesi fikrine, muhtemelen, ABD açısından böylesine tehlikeli olan bir örgütü Nasrallah’tan başka hiç kimsenin kontrol edemeyeceğini bildiği için karşı çıkıyordu.

Nasrallah’tan sonra partinin disiplinli yapısı az çok zayıflayabilir, ama muhtemelen o, ABD çıkarları açısından daha tehlikeli bir yapı hâline gelecektir.

Esad Ebu Halil
30 Eylül 2024
Kaynak

0 Yorum: