Az
çok kültürlenmiş herkes “Shakespeare kimdir?” diye sorabilir. Bu soruya verilebilecek
cevaplar, Shakespeare’in zamansal ve mekânsal olarak somut niteliklerine gönderme
yapmak zorundadır. Eni sonu anasının babasının biricik oğlu ve şu ya da bu eserin
yazarıdır, bahsi geçen. Oysa asıl mesele, başka bir soyutlama düzeyinde, şu
soruyu sorabilmektedir: “Shakespeare nedir?”
Böyle
bir soruya cevap verebilmek içinse hem ilk soruya cevap verebilecek kadar
Shakespeare’in somutluğundan haberdâr olmaya hem de bu somutluğu içerip aşacak
bir soyutlama yetkinliğine gereksinim vardır. Ama bunlar yetmez.
Zira
her soyutlama işi, bir tür bireysel zihnî faaliyete işaret eder. Bunu kolektif
bir sürece bağlayacak olan ise bu bireysel tasavvurun toplumsal-tarihsel
izdüşümlerinin olmasıdır. Shakespeare’in öznelliğini, gerekirse bu öznelliğin
hilâfına, bizim ona atfettiğimiz nesnelliğe dönüştürme işlemini, “siyaset
yapma”nın en genel tanımı olarak alabiliriz. Yani her siyasî faaliyet, araçları
ve amaçları bakımından samimi ise, “şeylerin ne’liği”ne eğilerek “öznelliğin
katli”ni zorunlu kılar.
“Şeylerin
ne’liği”ne dair yapılan bu müdahale, bireysel ve toplumsal akıl arasındaki mümbit
gerilimden beslendiği için, yani bir başka deyişle, bireysel kurmacadan belirli
bir toplumsal gerçekliğe sıçrama potansiyeli taşıdığı için, tarihsel ve
geçicidir elbette. Shakespeare’in ne’liğinin bizim ve torunlarımızın
zaman-mekânında farklı olması mümkündür. Bu farklılık, maddî bir çözümleme
hatasından kaynaklanmak zorunda değildir üstelik. “Şey”lerin kısa vadede
yüklendikleri görevler ve kazandıkları anlamlar, uzun vadedekilerden farklı
olacaktır. Zira kısa vadede görevini ifa eden, bütün bir “dünya”yı bir kere
değiştirmiş olduğundan, artık kendisi de “değişmiş” olacaktır.
Şimdi
bulunduğumuz zaman ve zeminden bakınca “Fethullah Hocaefendi nedir?” sorusunu
sormanın zamanı ve zeminidir. Böyle bir soruyu “Hizmet” hakkında birikmiş verileri
alt alta koyarak vermeye çalışanlar, gösteren ile gösterilen’in arasında her
zaman bir dolayım olduğu doğrultusundaki göstergebilimin en temel kuralını
ihlal ettiler ve bu natüralist eğilimlerinin bedelini varolan nesnelliğe boyun
eğmekle ödediler. Nitekim 28 Şubat sonrasını, bu hareketin şu “ajanlık” veya bu
“gericilik” eylemlerini işaret etmekle geçiren ulusalcılar, şimdi de “bu
hareket olmadan iktidara gelemeyiz” kabulüne râm olmuşlardır. Beter olsunlar.
Fethullahçılık,
en nihayetinde iki temel eğilimle kâimdir: bu, devrimcileşmeme garantisi ve
devrimcilerin tasfiye edilmesidir. Fethullahçılık, çağımızın “emniyet supabı”dır.
Bu
nedenle, bazen kavga da etseler, Türkiye’nin ve yerkürenin yönetici
sınıflarıyla ilişkisi uzlaşma üzerinedir. Akit, bu minvaldedir. Zaman
uzlaşmanın zamanıdır. Yeni şafak ise güneşin hiç doğmaması içindir.
Tasfiye,
iki kanaldan işlemektedir. Bir kanaldan sola vurulmakta, solcular ve solculuk hâkir
görülmektedir. “Solcular beceremedi, biz beceririz” kibri, solla eleştirel bir
ilişkiye girme zahmetini gereksiz kılmakta, “bebeğin yıkandığı su bebekle
birlikte dökülmektedir”. Diğer kanaldan ise, müslümanlığın uçları
törpülenmekte, “modern dünyaya entegre” olmak isteyen müslümanın “yolu
temizlenmektedir”. Temizlik, çift taraflıdır. Müslümanlığından hicap duyan
kitleler, müslümanlığını eşikte bırakmak suretiyle “modern toplumun” arasına
karışabilmekte, “modern toplum” da bu “sevgi dini”nin âbidlerini bağrına
basabilmektedir.
Tasfiyenin
yürütücülerinin ikili karakteri de ortadadır. Devlet şiddeti kitleleri tasfiyeye
hazırlarken, tasfiyeye hazır kitleler liberaller eliyle dönüştürülmüştür.
Özellikle Eylülist rejimin şiddetinin hem Kürt hareketi eliyle hem de Türkiye
solunun içinde karşı-şiddetle cevaplandığı 90’ların başından, AKP’nin ilk
dönemine kadar, bu tasfiyeci liberal kadronun sloganları net ve bıktırıcıdır:
Örgüt içi hiyerarşiler, otoriter ve baskıcı kurumlar, toplumun değil bireyin
özgürlükleri, insanı (bireyi) her şeyin merkezine koyan bir siyaset etme
düstûru... Aslında bu söylemin hedef tahtası bellidir. Ağzını açanın derdi,
Türkiye solunu, Kürt hareketini ve devrimci müslüman kanalları ezmek, bunların birikimini
yoksaymak, itibarlarını iki paralık etmektir.
Aynı
liberal koronun müslümanlığın “aşırı uçları”nı nasıl terbiye ettiğini hatırlatmak
gereksizdir. Zira “modern mahrem”e bürünmüş bürokrat ve siyasetçiler, artık “aşırı”lıkları
ayıplamakta ama “aşırı”nın ölçüsünü de “modern dünya”dan ve bu dünyanın
“bireyi”nden çekmektedirler. Diğer yandan ise bu koro, bu “kafeinsiz kahve” ve
“şekersiz diet kola” misali, “modern müslüman”ın “halkla ilişkiler”ini (PR)
yürütmektedir.
Bütün
bunlar oldu ve bitti. AKP ve liberaller arasındaki ittifak, Haziran Direnişi
ile bir nihayete erdi. Artık Belge’sinden Çandar’ına ve Göle’sine, bu tasfiye
korosunun kendisinin tasfiye edildiğini görmekteyiz. Beter olsunlar.
Şimdi
ise başka bir fethullahçı faaliyetin eşiğindeyiz. Haziran Direnişi’nin sol-dışı
ve gayr-i devrimci bir hikâyesi dolaşımda tutuluyor. Kültür endüstrisi diye bir
şey varsa, örgütlü medya diye bir şey varsa, dolaşımda olan söylemlerin
bağımsız ve özgür olduğu söylenemez. Nasıl “sol halkla ilişki kuramadı, halka
gitmedi” bize devamlı hatırlatılan bir yalansa, bu birbirini tekrar eden “Gezi
otoriterliğe karşı bir direnişti aynı zamanda” gibi örgüt, örgütlenme ve siyasî
ufka dair belli çıkarımlar ima eden söylemler de, belirli bir müdahale
pratiğinin uzantısıdır. Bu pratiğin bugünkü adı “fethullahçılık”tır.
Bu
pratiğin kendisini icra edenler öznel olarak “fethullahçı” mıdır bilemeyiz ve
bu önemli değildir. İcra edilen, “fethullahçılık”tır.
Bu
fethullahçı tasfiyeciliğin tasfiyesi görevimizdir. Zira bu eğilimin sol için
karşılığı, forumlar ile varolan örgütler arasındaki gergin ilişkide tezahür
etmektedir. Bir yanda varolan örgütsel pratiklerin içinde yer almak
“istemediğini” ima eden forum bileşenleri (bireyler) ortalığı kaplamıştır.
“Yerinden yönetim, doğrudan demokrasi” lafları havada uçuşmaktadır. Bunun
nesnel olarak örgütlü bir müdahale olduğunu görmemiz gerekir.
Diğer
yanda ise örgüt rengi turuncu bir yoldaşımız, bir forumlar toplantısında “forumları
devrimcileştirmeye gerek yok, forumlar neden siyasallaşsın ki?” gibi laflar
edebilmektedir. Siyasallığa kendi derecesi kadar izin veren bu anlayış da, eğer
varsa bir forum imkânını boğmaya, en az muarızı “örgütçülük düşmanları” kadar
yemin etmiş demektir.
Buradaki
kavlin adıdır fethullahçılık.
Siyasî
ve toplumsal bir meseleyi devrimci bir çözüme ulaştırmak için yola çıkanlar, kendisine
gösterilen teveccühü ve iltifatı sahiplenip, bu övgülerin aslında birer cenaze töreni
olduğunu görmezden gelirse, siyasî ve toplumsal ödevlerini yerine getirme imkânlarını
kaybederler. Bu nedenle ortaya çıkan yol ayrımı ya devrimcilerin tasfiyesini ya
da tasfiyecilerin tasfiyesini çağırmaktadır. Zira devrime çıkmayan hiçbir yol,
sırf başkaları övgüler düzüyor diye, devrimci addedilemez. Başkalarının
övgüsünden böbürlenip “ben oldum” demek, olabilecek bütün imkânlılıklara kapıyı
kapamaktır. Oysa mesele, “kapıları ve duvarları kıra eze, geceleri, korkuları
ve cellâtları biçe eze” gelen olmaktır.
Mustafa Karakalem
5
Ağustos 2013
0 Yorum:
Yorum Gönder