Che
Guevara, bizim kuşağa mensup diğer tüm devrimcilerden çok daha hızlı ve çok
daha kendiliğinden bir biçimde politik bir efsane hâline geldi. Bu konuda tek istisna,
Patrice Lumumba’dır.
Che’nin
ölümünü takip eden birkaç güç içerisinde politik bir efsane hâline geldiği
görüldü. Onun böylesine sıra dışı bir biçimde yüceltilmiş olması, tarihçilere
ve sosyologlara düşünmek ve araştırmak için çok fazla malzeme sundu. Sebebi ne
olursa olsun, ortada herkes için çok net olan bir husus vardı: Che efsanesinin
gerçeklikle ilişkisi sınırlı.
Herkes,
onun cesur, yakışıklı, genç, aydın ve ezilenlerin kurtuluşu için hayatını feda
etmiş bir devrimci olduğunu kabul ediyor. Ama tam da bu noktada farklı görüşler
geliştiriliyor.
Che
imajı, politik bilince sahip gençlere hâkim oluyor. Bu imaja göre Che, örnek
alınacak bir isyancı, burjuvazinin yönelimlerini de, eski tip komünist öğretiyi
de bürokrasiyi de reddeden, gerilla hayatı için olağan pratiklerini geride
bırakan, bakanlık koltuğunu terk edip ormandaki karargâhına giden bir devrimci.
O
uzun saçları ve sakalları yüzünden hippiler bile ona sahip çıktılar. Onun
resmini ağaçlara, kâğıtlara işlediler. Renkli ışıklara konu oldu.
Bu
Che imajının Stalinizm sonrası dönemin devrimcilerinin ve muhaliflerinin bir
kahramanı olduğunu söylemek mümkün. Oysa bu yeni sol, birbirinden tümüyle
farklı ideolojik unsurları içeren bir toplam. Şurası açık ki Che, bu solun tüm
bileşenlerine cazip geliyor, ama görünüşe göre, orta sınıfa mensup gençlerin
teşkil ettikleri bu hareketin önemli bir kısmını oluşturan romantik, liberter,
avangart kesim için o, özel bir gücü ifade ediyor.
Esasında
bu Guevara imajı (İngiliz romantizminin öncü isimlerinden Lord Byron’a atıfla) Bayrıncı
değilse bile romantik bir imaj. Che’nin gerilla faaliyeti yürüttüğü Camiri
şehri, altmışların Misolonki’si. Misolonki, Lord Byron’ın Yunanistan
bağımsızlığı için geldiği ülkede bir hastalığa yakalanıp öldüğü yer. Dolayısıyla,
bu kıyas doğru değil. Evet, Che devrimciydi ama baktığı yer, ölçü aldığı kişi
Byron, Berkeleyli öğrenciler, hatta Bolívar değil, Lenin’di.
Bugün
gene de Che’nin Bolşevik olma veya Bolşevizm alanına yakınlaşma sürecinde nasıl
bir yol kat ettiğini bilemiyoruz. “Bolşevizm”, liberterizmin zıt kutbunda duran
bir politik yaklaşım.
Che,
Arjantin’deki üniversitesinde veya muhtemelen ilk evliliğinde girdiği Troçkist
ortamda Marksizmden etkilenmiş olsa da o, Fidel’in seferine katıldığında Marksist
olduğunu iddia etmiyordu. Kitaba bağlı veya değil, hiçbir komünist örgüte girmemişti.
Kendi ifadesiyle, “kendiliğinden, biraz da şiirsel bir azimle”, tüm o
tecrübesizliği ve düşüncesizliğiyle bir maceraya daldı. Ama gene de onun birçok
yoldaşından daha Marksist olduğunu söylemek mümkün. Bu Marksizm, büyük
olasılıkla onun Guatemalalı isimlerle kurduğu temasların ve onlarla birlikte
edindiği deneyimlerin bir sonucu.
Che,
Sierra Maestra’dan inanmış, fikrini netleştirmiş bir kişi olarak çıktı. Sanayi
bakanı iken hiç kaçırmadığı okuma gruplarında Marksist yazına dair bilgisini
geliştirdi. Bolşevizmle yolu farklı bir şekilde kesişti. Onu asıl etkileyen şey,
temas kurduğu, haklarında pek fazla şey bilmediği komünist örgütler değildi. Muhtemelen
Che, Çarlık Rusyası’nda veya Çin’deki bir devrimciyle aynı sonuçlara ulaşarak
Bolşevik olmuştu.
Bolşevizmle
yolunun kesişmesi, bir yanıyla stratejiyle alakalı bir meseleydi. Strateji
konusunda kendisini Lenin’den çok Mao’ya yakın buluyor, onu bir üslup olarak
tarif ediyordu. Bolşevizmin klasik üslubu, kendi sistemi içerisinde romantizm
ve retorik karşıtı bir üsluptu. Başka bir ifadeyle Bolşevizm, etkili bir
militanın kaslarını hareket ettirmeden önce acı verecek kararlar alma
becerisinin, gerçeklik karşısında sakin kalmayı bilen bir beynin gerisinde (entelektüel)
devrimciyi harekete geçiren ana motivasyon kaynağı olan, “sevgi denilen o büyük
duygu”yu toprağa gömdü.
Bolşevizmin
aklında sadece devrimi mesleki bir beceri olarak gören, o vasıflarının ve becerilerinin
bir kısmını hayatına feda etmeye hazır olan, kahramanlığı yüceltmeden, işinde
verimli olmaya çalışan (Brecht’in ifadesiyle, “ayakkabılarından çok ülkeleri
değiştiren”) dinamik ve hareketli olan profesyonel devrimci vardı.
Korkuya
kul-köle olmuş insanın gerillayla bir işi olamazdı. Bu nedenle, kaleme aldığı Küba
Devrimci Savaşı’ndan Hatıralar kitabında korku meselesine hiç yer ayırmadı.
Ona göre korku, “tehlikeyi ölçüp biçmeyen” Camilo Cienfuegos’un zayıf yanıydı. “O
korkuyla oynadı, onu oyun gibi gördü. Matadorun boğayla oynaması gibi oynadı
onunla. Camilo’yu kendi karakteri öldürdü.”
Ne
var ki bu Hatıralar kitabı, kendi ölümüne sebep olan cesaretine dair
hiçbir şey söylemiyor. Latin Amerika’da henüz inşa edilmemiş olan insani doğa
konusunda verdiği tavize hiç değinmiyor. Ama Che, bir yandan da orada,
silâhının bakımı konusunda gerekli ihtimamı göstermediği için pişman olduğunu
söylüyor.
Bolşevizm,
sert bir üsluptu. Guevara, kendisini sert bir adama dönüştürdü. Ona göre disiplinsiz,
örgütsüz ve lidersiz isyan, beyhudeydi. Devrimci öncüye mensup kadrolar, üstlenecekleri
görevlerin bir sınırı olduğunu anlamamışlarsa ve gerekli verimliliği ortaya
koymuyorlarsa, bir işe yaramazlardı. Eylemlerinin herhangi bir olumlu sonuç
üretmesi mümkün değildi.
Hatıralar kitabı,
esas olarak şunu söylüyordu: coşku, tek başına yeterli değildir. Gerillalar, disiplin
olmadan hayatta kalamazlar (disiplinsizlik ölümle cezalandırılmalıdır),
devrimciler, kendi işleri konusunda pratik bilgiye sahip olmalı, gönüllü püritenizm
üzre hareket etmelidirler. Oysa bu hususlar, birçok savaşçının isyan ordusuna
katılmasını sağlayan gerekçelerle çelişen kabullerdi.
Devrimcilik,
tam zamanlı icra edilmesi gereken bir işti. Boş geçen belirli kesitler
haricinde devrimci, hayatın lütuflarına sırtını dönmeliydi. Genç bir Bodlerci
olarak Guevara, kendisini bir püritene dönüştürdü, bir aydın olarak sadece
mücadelenin ihtiyaçlarıyla ilgilendi. Bir aydın ve birinci sınıf bir akıl
olarak Che, kendisini bıraktığında bile güçlü ve kontrol altındaki bir duyguyla
hareket ediyordu. Klasik bir şairin elinden çıkacak düzyazılara imza attı.
Kültür
ve sanat konusunda dile getirdiği o kısa ve net ifadelerde, onun birçok genç
isyancı aydının sahiplendiği avangart sanata ve avangart politikaya sempati
duymadığı görülüyor. Che, aynı zamanda “sosyalist gerçekçiliğin” karşısına
doğalında nefret ettiği “özgürlük” anlayışını çıkartan bir isim de değildi. O, “yirminci
yüzyılda açığa çıkan dekadans edebi akımına mensup olmak oldukça ciddi bir
hataydı, ama bizim bu hatayı revizyonizme kapıları ardına kadar açma pahasına,
aşmamız gerekiyor” diyendi.
Meselemizi
kısaca özetlersek; devrimci solu kitaba bağlı-kitaba karşı,
Kalvinist-Anabaptist, Jakoben-baldırıçıplak, Marksist-Bakuninci diye bölen o bitmek
bilmeyen tartışmada Che, hep ilk taraftadır, ikinci tarafa karşıdır. Bu gerçek,
hem genç isyancıların ve muhaliflerin hâkim olduğu ortamda bu kişilerin Che’yi
sembollerden biri olarak belirlemiş, ona kitap karşıtı ve liberter damgası
vurmuş olmaları, hem de ismiyle ilişkilendirilen gönüllü gerilla eyleminin
sahiplendiği devrimci strateji ve taktiğin benimsenmiş olması sebebiyle örtbas
edilmiştir.
Ama
gene de Bolşevizmle arasındaki benzerlikler de görünür hâle gelmiştir. Hiç şüphe
yok ki liberter gelenek de belirli ölçüde iradecilik içerir. Onun derdi, bireyi
tarihsel veya önceden belirlenmiş kaderin prangalarından kurtarmaktır. Fakat öte
yandan, Bolşevizmde Jakoben tarzı benimsemiş devrimcilere has özellikler de
mevcuttur. Bu devrimciler, öznenin inisiyatifine, örgüte, liderliğe ve tarihsel
düzlemde kaçınılmaz olanda tespit edilen, eylemi felç edecek kesinliklere karşı
geliştirilecek strateji anlayışına vurgu yaparlar. 1914 öncesinde ve bugünde
olduğu gibi bu tarihsel kaçınılmazlık, düşmanın kısa süre içerisinde çökeceği
öngörüsünde bulunmamıza imkân vermemektedir.
Che,
tıpkı Lenin gibi tarihsel materyalizme iman etmiş bir isimdi, ama Lenin bile gönüllü
bir avuç seçkin ismin gerçekleştireceği silâhlı darbelerden yana olduğu için
eleştirilmişti.
Che’nin
romantik devrim okuluna karşı olan klasik okula bağlı bir isim olduğunu
vurgulamak gereksiz. Bu açıdan, onun romantiklerce bir sembol olarak
benimsenmesinin bir anlamı yok. Dolayısıyla, Hatıralar kitabının kapağı
üzerine sıra dışı ve kitabın ana niteliğiyle alakası olmayan laflar etmek anlamsız.
Che’nin yazılarında ve konuşmalarında kullandığı dil gerçekçi, sisteme bağlı,
hatta pedagojik niteliği haiz, içeriği net bir dil. O hayranlık duyulacak
ekonomi bilgisiyle örülmüş düzyazıları, her türlü jargondan, kişiye has
gevezeliklerden uzak.
Neyse
ki bu Hatıralar kitabı, tüm asarına başlamak için başvurabileceğimiz en
iyi giriş çalışması değil. Kitap, bir tarih kitabından ziyade, sadece
başkalarını sönüp gitmiş hatıraları karşısında kendi deneyimlerini öne
çıkartmaları konusunda cesaretlendirmek için yazılmış, olaylara dair tutulmuş
kişisel kaydı içeren bir çalışma. Tarih incelemesi için gerekli tüm hammadde,
kitabın sağına soluna serpiştirilmiş. Dolayısıyla kitap, meselesini her yönüyle
inceleyen yazılarını güçlü kılan sistemli düşünme pratiğinden yoksun.
Bu
mütevazı ve parçalar hâlinde kaleme alınmış hatıratı yayıncısı farklı şekillerde,
birkaç cilt hâlinde bastı. Tümü tarihsiz olarak aktarılan, Küba’daki gerilla
mücadelesine ait deneyimle az çok bağlantılı olan bu yazıların çevirisi de pek
güvenilir değil. Che, Küba’daki gerilla mücadelesi konusunda hem yanlış hem de
kusurlu bir kitabı yayımlamak istemiş olamaz. Fakat gelgelelim, elimizde
böylesine yanlış ve kusurlu bir çalışma var. Bu hatıratın editörlerinin giriş
bölümünde görüş aktarmamış olmaları veya Che’nin hatıratla ilgili bir
makalesine yer vermemeleri gerçekten üzücü bir durum. Örneğin kitaba Che’nin “Küba
Devrimi’nin İdeolojisine Dair İnceleme İçin Notlar” isimli makalesi
alınabilirdi.
Fakat
ne kadar kusurlu olsa da kitap, bu kadar becerikli, açık fikirli, pratik,
intihara kapalı bir devrimcinin yürüdüğü yolu neden bu şekilde sonlandırdığı
konusunda önemli kimi ipuçları sunuyor. Hatıralar, ellilerin sonunda
Kübalı isyancıları rahatlamaya sevk eden o sıra dışı durumu gözler önüne
seriyor. İsyancılar, o dönemde sistemin çöküşün eşiğinde olduğunu, etkili
olabilecek alternatif bir hükümeti kurmak için hazırlık yapmaları gerektiğini
düşünüyorlar.
Guevara’nın
Gerilla Savaşı kitabında tartıştığı teknik sebeplere bağlı olarak, güçlü
örgütlere sahip olan şehirler, polise ve askere komuta eden yöneticileri deviremiyorlar.
Öte yandan, yüzlerce gerilla, seksen ve yüz kırk kişinin teşkil ettiği iki ayrı
birlikten oluşan, Las Villas’a sefer düzenleyen gerilla gücü, istikrarlı bir
yapıya sahip olan rejimi gene de tehdit edemiyor. Ama bu güç, alternatif bir hükümet
için gerekli çekirdek yapıyı oluşturdukları vakit önemli bir politik tehdit
hâline geliyor. Herkes, bu güçle uzlaşmanın yolunu arıyor ama bunun için çok
geç kalınıyor.
Fidel,
şartları müzakere etmeyeceğini söylüyor, böylelikle düşman güçlere
teslimiyetten başka bir seçenek bırakmıyor. Yanlış bir yaklaşım üzerinden,
toplumsal devrimci olarak görülmeyen Fidel, eski devletin cesedini kucağında
buluyor. Bu koşullarda devrimciler, stratejik ve taktiksel açıdan ayaklanma ile
gerilla savaşı, müzakereyle uzlaşmazlık arasında tercih yapmak zorunda
kalıyorlar. Bu noktada gerillalar zafer için yola koyuluyorlar, silâhlı ya da
barışçıl, başka bir muhalefet biçiminin bulunmadığını söylüyorlar.
Buradan
ABD’nin başka bir devrime izin vermeme kararlılığını bir yana koyacak olsak
bile, farklı ve nispeten daha karmaşık bir nitelik arz eden politik koşullarda
bu tipte bir gerilla gücünün aynı şekilde başarılı olacağını söyleyemeyiz.
Fidel’in hareketinin sunduğu derslerin büyük bir kısmının genelde
uygulanabilecek dersler olduğunu, Küba’da gerillanın sunduğu şablonun
kullanılacak yegâne şablon, yürünen yolun tek yol olduğunu iddia edemeyiz.
Régis
Debray’nin de kabul ettiği biçimiyle, Kübalı devrimciler, Vietnamlı
devrimcilerden çok farklı bir yol yürüdüler. İkinci bir devrimin başarısı için bir
gerilla gücüne ihtiyaç duyabileceğimiz Bolivya türü bir ülkede bu gücün
ayaklanma sürecinin diğer odaklarına (foko) tabi olan bir rol oynama
ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta gerillayı politik üst komutayla
eşitlemek yanlış. Guevara’nın da tespit ettiği biçimiyle, “tarihin kabul
etmeyeceği yegâne şey, proletaryanın politikasını analiz ve icra edenlerin
yanlış yaptıkları gerçeğidir.”
Neyse
ki Che öldükten sonra elde edilmiş olan bu başarı, onun bu açıklamasının yanlış
olduğunu ispatladı. İrlanda’nın kurtulmasını sağlayan, Pearse veya Connolly’nin
planlı bir biçimde gerçekleştirdiği feda eyleminde örneklenen devrimci hamle
teorisi, genelde geçmişteki yenilgileri rasyonalize etmek için kullanılır. Guevara’nın
yazılarında bu teoriye bağlı olduğuna dair herhangi bir işarete rastlanmasa da
bu teorinin her zaman yanlış olmadığını söylemek gerekir.
Ölü
Che, her ne kadar canlı Che’den farklı ve daha ufak bir politik güç olsa da bu
vasfını hâlen daha koruyor. Che, herkese ilham veren önemli bir imaj ve model. O,
sözleri ve eylemleri ciddiyetle incelenmesi gereken bir devrimci savaşçı ve
düşünür. Davasına bağlı kişiler bile onu eleştirel incelemeye tabi tutmalı. Ama
ne yazık ki ölümü sonrasında imajın gerçeği karartma riskiyle karşı karşıyayız.
Bu ihtimal gerçekleşecek olursa vay hâlimize.
Eric Hobsbawm
Nisan
1968
[Kaynak: Viva La Revoción: Eric Hobsbawm on Latin America, Little Brown, 2016.]
0 Yorum:
Yorum Gönder