Che Guevara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Che Guevara etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

09 Ekim 2024

,

Sert Adam: Che Guevara

Che Guevara, bizim kuşağa mensup diğer tüm devrimcilerden çok daha hızlı ve çok daha kendiliğinden bir biçimde politik bir efsane hâline geldi. Bu konuda tek istisna, Patrice Lumumba’dır.

Che’nin ölümünü takip eden birkaç güç içerisinde politik bir efsane hâline geldiği görüldü. Onun böylesine sıra dışı bir biçimde yüceltilmiş olması, tarihçilere ve sosyologlara düşünmek ve araştırmak için çok fazla malzeme sundu. Sebebi ne olursa olsun, ortada herkes için çok net olan bir husus vardı: Che efsanesinin gerçeklikle ilişkisi sınırlı.

Herkes, onun cesur, yakışıklı, genç, aydın ve ezilenlerin kurtuluşu için hayatını feda etmiş bir devrimci olduğunu kabul ediyor. Ama tam da bu noktada farklı görüşler geliştiriliyor.

Che imajı, politik bilince sahip gençlere hâkim oluyor. Bu imaja göre Che, örnek alınacak bir isyancı, burjuvazinin yönelimlerini de, eski tip komünist öğretiyi de bürokrasiyi de reddeden, gerilla hayatı için olağan pratiklerini geride bırakan, bakanlık koltuğunu terk edip ormandaki karargâhına giden bir devrimci.

O uzun saçları ve sakalları yüzünden hippiler bile ona sahip çıktılar. Onun resmini ağaçlara, kâğıtlara işlediler. Renkli ışıklara konu oldu.

Bu Che imajının Stalinizm sonrası dönemin devrimcilerinin ve muhaliflerinin bir kahramanı olduğunu söylemek mümkün. Oysa bu yeni sol, birbirinden tümüyle farklı ideolojik unsurları içeren bir toplam. Şurası açık ki Che, bu solun tüm bileşenlerine cazip geliyor, ama görünüşe göre, orta sınıfa mensup gençlerin teşkil ettikleri bu hareketin önemli bir kısmını oluşturan romantik, liberter, avangart kesim için o, özel bir gücü ifade ediyor.

Esasında bu Guevara imajı (İngiliz romantizminin öncü isimlerinden Lord Byron’a atıfla) Bayrıncı değilse bile romantik bir imaj. Che’nin gerilla faaliyeti yürüttüğü Camiri şehri, altmışların Misolonki’si. Misolonki, Lord Byron’ın Yunanistan bağımsızlığı için geldiği ülkede bir hastalığa yakalanıp öldüğü yer. Dolayısıyla, bu kıyas doğru değil. Evet, Che devrimciydi ama baktığı yer, ölçü aldığı kişi Byron, Berkeleyli öğrenciler, hatta Bolívar değil, Lenin’di.

Bugün gene de Che’nin Bolşevik olma veya Bolşevizm alanına yakınlaşma sürecinde nasıl bir yol kat ettiğini bilemiyoruz. “Bolşevizm”, liberterizmin zıt kutbunda duran bir politik yaklaşım.

Che, Arjantin’deki üniversitesinde veya muhtemelen ilk evliliğinde girdiği Troçkist ortamda Marksizmden etkilenmiş olsa da o, Fidel’in seferine katıldığında Marksist olduğunu iddia etmiyordu. Kitaba bağlı veya değil, hiçbir komünist örgüte girmemişti. Kendi ifadesiyle, “kendiliğinden, biraz da şiirsel bir azimle”, tüm o tecrübesizliği ve düşüncesizliğiyle bir maceraya daldı. Ama gene de onun birçok yoldaşından daha Marksist olduğunu söylemek mümkün. Bu Marksizm, büyük olasılıkla onun Guatemalalı isimlerle kurduğu temasların ve onlarla birlikte edindiği deneyimlerin bir sonucu.

Che, Sierra Maestra’dan inanmış, fikrini netleştirmiş bir kişi olarak çıktı. Sanayi bakanı iken hiç kaçırmadığı okuma gruplarında Marksist yazına dair bilgisini geliştirdi. Bolşevizmle yolu farklı bir şekilde kesişti. Onu asıl etkileyen şey, temas kurduğu, haklarında pek fazla şey bilmediği komünist örgütler değildi. Muhtemelen Che, Çarlık Rusyası’nda veya Çin’deki bir devrimciyle aynı sonuçlara ulaşarak Bolşevik olmuştu.

Bolşevizmle yolunun kesişmesi, bir yanıyla stratejiyle alakalı bir meseleydi. Strateji konusunda kendisini Lenin’den çok Mao’ya yakın buluyor, onu bir üslup olarak tarif ediyordu. Bolşevizmin klasik üslubu, kendi sistemi içerisinde romantizm ve retorik karşıtı bir üsluptu. Başka bir ifadeyle Bolşevizm, etkili bir militanın kaslarını hareket ettirmeden önce acı verecek kararlar alma becerisinin, gerçeklik karşısında sakin kalmayı bilen bir beynin gerisinde (entelektüel) devrimciyi harekete geçiren ana motivasyon kaynağı olan, “sevgi denilen o büyük duygu”yu toprağa gömdü.

Bolşevizmin aklında sadece devrimi mesleki bir beceri olarak gören, o vasıflarının ve becerilerinin bir kısmını hayatına feda etmeye hazır olan, kahramanlığı yüceltmeden, işinde verimli olmaya çalışan (Brecht’in ifadesiyle, “ayakkabılarından çok ülkeleri değiştiren”) dinamik ve hareketli olan profesyonel devrimci vardı.

Korkuya kul-köle olmuş insanın gerillayla bir işi olamazdı. Bu nedenle, kaleme aldığı Küba Devrimci Savaşı’ndan Hatıralar kitabında korku meselesine hiç yer ayırmadı. Ona göre korku, “tehlikeyi ölçüp biçmeyen” Camilo Cienfuegos’un zayıf yanıydı. “O korkuyla oynadı, onu oyun gibi gördü. Matadorun boğayla oynaması gibi oynadı onunla. Camilo’yu kendi karakteri öldürdü.”

Ne var ki bu Hatıralar kitabı, kendi ölümüne sebep olan cesaretine dair hiçbir şey söylemiyor. Latin Amerika’da henüz inşa edilmemiş olan insani doğa konusunda verdiği tavize hiç değinmiyor. Ama Che, bir yandan da orada, silâhının bakımı konusunda gerekli ihtimamı göstermediği için pişman olduğunu söylüyor.

Bolşevizm, sert bir üsluptu. Guevara, kendisini sert bir adama dönüştürdü. Ona göre disiplinsiz, örgütsüz ve lidersiz isyan, beyhudeydi. Devrimci öncüye mensup kadrolar, üstlenecekleri görevlerin bir sınırı olduğunu anlamamışlarsa ve gerekli verimliliği ortaya koymuyorlarsa, bir işe yaramazlardı. Eylemlerinin herhangi bir olumlu sonuç üretmesi mümkün değildi.

Hatıralar kitabı, esas olarak şunu söylüyordu: coşku, tek başına yeterli değildir. Gerillalar, disiplin olmadan hayatta kalamazlar (disiplinsizlik ölümle cezalandırılmalıdır), devrimciler, kendi işleri konusunda pratik bilgiye sahip olmalı, gönüllü püritenizm üzre hareket etmelidirler. Oysa bu hususlar, birçok savaşçının isyan ordusuna katılmasını sağlayan gerekçelerle çelişen kabullerdi.

Devrimcilik, tam zamanlı icra edilmesi gereken bir işti. Boş geçen belirli kesitler haricinde devrimci, hayatın lütuflarına sırtını dönmeliydi. Genç bir Bodlerci olarak Guevara, kendisini bir püritene dönüştürdü, bir aydın olarak sadece mücadelenin ihtiyaçlarıyla ilgilendi. Bir aydın ve birinci sınıf bir akıl olarak Che, kendisini bıraktığında bile güçlü ve kontrol altındaki bir duyguyla hareket ediyordu. Klasik bir şairin elinden çıkacak düzyazılara imza attı.

Kültür ve sanat konusunda dile getirdiği o kısa ve net ifadelerde, onun birçok genç isyancı aydının sahiplendiği avangart sanata ve avangart politikaya sempati duymadığı görülüyor. Che, aynı zamanda “sosyalist gerçekçiliğin” karşısına doğalında nefret ettiği “özgürlük” anlayışını çıkartan bir isim de değildi. O, “yirminci yüzyılda açığa çıkan dekadans edebi akımına mensup olmak oldukça ciddi bir hataydı, ama bizim bu hatayı revizyonizme kapıları ardına kadar açma pahasına, aşmamız gerekiyor” diyendi.

Meselemizi kısaca özetlersek; devrimci solu kitaba bağlı-kitaba karşı, Kalvinist-Anabaptist, Jakoben-baldırıçıplak, Marksist-Bakuninci diye bölen o bitmek bilmeyen tartışmada Che, hep ilk taraftadır, ikinci tarafa karşıdır. Bu gerçek, hem genç isyancıların ve muhaliflerin hâkim olduğu ortamda bu kişilerin Che’yi sembollerden biri olarak belirlemiş, ona kitap karşıtı ve liberter damgası vurmuş olmaları, hem de ismiyle ilişkilendirilen gönüllü gerilla eyleminin sahiplendiği devrimci strateji ve taktiğin benimsenmiş olması sebebiyle örtbas edilmiştir.

Ama gene de Bolşevizmle arasındaki benzerlikler de görünür hâle gelmiştir. Hiç şüphe yok ki liberter gelenek de belirli ölçüde iradecilik içerir. Onun derdi, bireyi tarihsel veya önceden belirlenmiş kaderin prangalarından kurtarmaktır. Fakat öte yandan, Bolşevizmde Jakoben tarzı benimsemiş devrimcilere has özellikler de mevcuttur. Bu devrimciler, öznenin inisiyatifine, örgüte, liderliğe ve tarihsel düzlemde kaçınılmaz olanda tespit edilen, eylemi felç edecek kesinliklere karşı geliştirilecek strateji anlayışına vurgu yaparlar. 1914 öncesinde ve bugünde olduğu gibi bu tarihsel kaçınılmazlık, düşmanın kısa süre içerisinde çökeceği öngörüsünde bulunmamıza imkân vermemektedir.

Che, tıpkı Lenin gibi tarihsel materyalizme iman etmiş bir isimdi, ama Lenin bile gönüllü bir avuç seçkin ismin gerçekleştireceği silâhlı darbelerden yana olduğu için eleştirilmişti.

Che’nin romantik devrim okuluna karşı olan klasik okula bağlı bir isim olduğunu vurgulamak gereksiz. Bu açıdan, onun romantiklerce bir sembol olarak benimsenmesinin bir anlamı yok. Dolayısıyla, Hatıralar kitabının kapağı üzerine sıra dışı ve kitabın ana niteliğiyle alakası olmayan laflar etmek anlamsız. Che’nin yazılarında ve konuşmalarında kullandığı dil gerçekçi, sisteme bağlı, hatta pedagojik niteliği haiz, içeriği net bir dil. O hayranlık duyulacak ekonomi bilgisiyle örülmüş düzyazıları, her türlü jargondan, kişiye has gevezeliklerden uzak.

Neyse ki bu Hatıralar kitabı, tüm asarına başlamak için başvurabileceğimiz en iyi giriş çalışması değil. Kitap, bir tarih kitabından ziyade, sadece başkalarını sönüp gitmiş hatıraları karşısında kendi deneyimlerini öne çıkartmaları konusunda cesaretlendirmek için yazılmış, olaylara dair tutulmuş kişisel kaydı içeren bir çalışma. Tarih incelemesi için gerekli tüm hammadde, kitabın sağına soluna serpiştirilmiş. Dolayısıyla kitap, meselesini her yönüyle inceleyen yazılarını güçlü kılan sistemli düşünme pratiğinden yoksun.

Bu mütevazı ve parçalar hâlinde kaleme alınmış hatıratı yayıncısı farklı şekillerde, birkaç cilt hâlinde bastı. Tümü tarihsiz olarak aktarılan, Küba’daki gerilla mücadelesine ait deneyimle az çok bağlantılı olan bu yazıların çevirisi de pek güvenilir değil. Che, Küba’daki gerilla mücadelesi konusunda hem yanlış hem de kusurlu bir kitabı yayımlamak istemiş olamaz. Fakat gelgelelim, elimizde böylesine yanlış ve kusurlu bir çalışma var. Bu hatıratın editörlerinin giriş bölümünde görüş aktarmamış olmaları veya Che’nin hatıratla ilgili bir makalesine yer vermemeleri gerçekten üzücü bir durum. Örneğin kitaba Che’nin “Küba Devrimi’nin İdeolojisine Dair İnceleme İçin Notlar” isimli makalesi alınabilirdi.

Fakat ne kadar kusurlu olsa da kitap, bu kadar becerikli, açık fikirli, pratik, intihara kapalı bir devrimcinin yürüdüğü yolu neden bu şekilde sonlandırdığı konusunda önemli kimi ipuçları sunuyor. Hatıralar, ellilerin sonunda Kübalı isyancıları rahatlamaya sevk eden o sıra dışı durumu gözler önüne seriyor. İsyancılar, o dönemde sistemin çöküşün eşiğinde olduğunu, etkili olabilecek alternatif bir hükümeti kurmak için hazırlık yapmaları gerektiğini düşünüyorlar.

Guevara’nın Gerilla Savaşı kitabında tartıştığı teknik sebeplere bağlı olarak, güçlü örgütlere sahip olan şehirler, polise ve askere komuta eden yöneticileri deviremiyorlar. Öte yandan, yüzlerce gerilla, seksen ve yüz kırk kişinin teşkil ettiği iki ayrı birlikten oluşan, Las Villas’a sefer düzenleyen gerilla gücü, istikrarlı bir yapıya sahip olan rejimi gene de tehdit edemiyor. Ama bu güç, alternatif bir hükümet için gerekli çekirdek yapıyı oluşturdukları vakit önemli bir politik tehdit hâline geliyor. Herkes, bu güçle uzlaşmanın yolunu arıyor ama bunun için çok geç kalınıyor.

Fidel, şartları müzakere etmeyeceğini söylüyor, böylelikle düşman güçlere teslimiyetten başka bir seçenek bırakmıyor. Yanlış bir yaklaşım üzerinden, toplumsal devrimci olarak görülmeyen Fidel, eski devletin cesedini kucağında buluyor. Bu koşullarda devrimciler, stratejik ve taktiksel açıdan ayaklanma ile gerilla savaşı, müzakereyle uzlaşmazlık arasında tercih yapmak zorunda kalıyorlar. Bu noktada gerillalar zafer için yola koyuluyorlar, silâhlı ya da barışçıl, başka bir muhalefet biçiminin bulunmadığını söylüyorlar.

Buradan ABD’nin başka bir devrime izin vermeme kararlılığını bir yana koyacak olsak bile, farklı ve nispeten daha karmaşık bir nitelik arz eden politik koşullarda bu tipte bir gerilla gücünün aynı şekilde başarılı olacağını söyleyemeyiz. Fidel’in hareketinin sunduğu derslerin büyük bir kısmının genelde uygulanabilecek dersler olduğunu, Küba’da gerillanın sunduğu şablonun kullanılacak yegâne şablon, yürünen yolun tek yol olduğunu iddia edemeyiz.

Régis Debray’nin de kabul ettiği biçimiyle, Kübalı devrimciler, Vietnamlı devrimcilerden çok farklı bir yol yürüdüler. İkinci bir devrimin başarısı için bir gerilla gücüne ihtiyaç duyabileceğimiz Bolivya türü bir ülkede bu gücün ayaklanma sürecinin diğer odaklarına (foko) tabi olan bir rol oynama ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta gerillayı politik üst komutayla eşitlemek yanlış. Guevara’nın da tespit ettiği biçimiyle, “tarihin kabul etmeyeceği yegâne şey, proletaryanın politikasını analiz ve icra edenlerin yanlış yaptıkları gerçeğidir.”

Neyse ki Che öldükten sonra elde edilmiş olan bu başarı, onun bu açıklamasının yanlış olduğunu ispatladı. İrlanda’nın kurtulmasını sağlayan, Pearse veya Connolly’nin planlı bir biçimde gerçekleştirdiği feda eyleminde örneklenen devrimci hamle teorisi, genelde geçmişteki yenilgileri rasyonalize etmek için kullanılır. Guevara’nın yazılarında bu teoriye bağlı olduğuna dair herhangi bir işarete rastlanmasa da bu teorinin her zaman yanlış olmadığını söylemek gerekir.

Ölü Che, her ne kadar canlı Che’den farklı ve daha ufak bir politik güç olsa da bu vasfını hâlen daha koruyor. Che, herkese ilham veren önemli bir imaj ve model. O, sözleri ve eylemleri ciddiyetle incelenmesi gereken bir devrimci savaşçı ve düşünür. Davasına bağlı kişiler bile onu eleştirel incelemeye tabi tutmalı. Ama ne yazık ki ölümü sonrasında imajın gerçeği karartma riskiyle karşı karşıyayız. Bu ihtimal gerçekleşecek olursa vay hâlimize.

Eric Hobsbawm
Nisan 1968

[Kaynak: Viva La Revoción: Eric Hobsbawm on Latin America, Little Brown, 2016.]

17 Nisan 2023

, ,

Mariátegui ve Che

Elimizde metin düzeyinde herhangi bir somut delil bulunmamasına rağmen, konuyu incelemiş birçok araştırmacı, Mariátegui’nin Che’yi etkilediğini söylüyor. Düşünce düzleminde varsayılan bu bağ, 1975’te Küba hükümeti tarafından tescil edildi. Küba Komünist Partisi merkez komitesi, Amerika kıtasının bu iki büyük isminin düşüncelerini ve eylemlerini, hatta hayatlarını sömürgecilikle, emperyalizmle ve beynelmilel yeni sömürgecilikle uzlaşmayan devrimci davaya adadıklarından bahseden” bir broşür kaleme aldı. Broşüre göre, iki devrimci de “kıtanın tam bağımsızlığı için verilen mücadelenin meydana getirdiği geleneğin en zarif ifadesi” idi.[1]

Aslında Che’nin gerçekte Mariátegui okuyup okumamasının bir önemi yok. Gerçek şu ki, tam da Marc Berker’in ifade ettiği biçimiyle, iki Marksist, birçok noktada buluşuyor: Mariátegui ve Che, kitabî Marksizmde karşımıza çıkan kentli işçi sınıfı hareketini temel alan yaklaşımı değil, kırı, köylülüğü temel alan açık ve iradeci bir Marksizmi öneriyordu.[2] 

Daha da önemlisi, İkinci Enternasyonal mensubu sosyal demokratların ve Stalinistlerin tüm toplumların zorunlu olarak geçmek zorunda oldukları sosyo-ekonomik aşamalar dizisine iman ettikleri, ama çelişkili bir yaklaşım dâhilinde, Latin Amerikalı radikalleri kapitalizmi ve liberal demokrasiyi destekleme çabalarını mahkûm ettikleri yerde, Mariátegui ve Che, sosyalist Latin Amerika’nın inşa edilmesi ihtimali üzerinde duruyordu. Hatta tıpkı Mariátegui gibi Che de reel sosyalizmi tanımlayan gri gerçeklikten tümüyle farklı eşitlikçi bir gelecek tahayyül etmişti. Che’nin Mariátegui’yi okuduğunu teyit etmenin imkânsız olduğunu söyleyen Michael Löwy, ikili hakkında şu tespiti yapıyor:

“Che’nin sosyalizmin inşasıyla ilgili fikirleri, ‘gerçekte varolan’ bürokratik karikatüre birçok yönden karşıt olan, ayrıksı bir sosyalizm modeli için kesintili ve eksik, ama yeni bir araştırma süreci için ortaya konmuş ‘kahramanca bir yaratım’ çabasıdır.”[3]

“Kahramanca yaratım” ifadesi, Mariátegui’nin tahayyül ettiği kültürler üstü sosyalizm için ürettiği bir ifade.

Öte yandan, iki Marksisti ayıran hususları uzun bir liste dâhilinde sıralamak da mümkün. Örneğin sosyalizmi uzun soluklu politik tartışmanın ürettiği programın, doğru zamanda uygulanan politikanın, radikal bir sendikacılık faaliyetinin ve ilerici toplum kesimleri arasındaki işbirliğinin bir sonucu olarak gören Mariátegui’den farklı olarak Che, taşrada inşa edilmiş küçük bir gerilla örgütünün silâhlı eyleminin politik açıdan içi köz dolu tenekeye dönüşmüş Latin Amerika’da devrimin fitilini ateşleyeceğine dair inancı anlatan foko anlayışına bağlıdır.[4] Tabii, Mariátegui de “mekanik bir yaklaşım dâhilinde öznel ve nesnel koşulları oluşturmak yerine oturup o koşulların oluştuğu güne dek bekleyenler”i eleştiren Che gibi düşünüyordu.[5] Ama öte yandan iki Marksist de birbirinden çok farklı politik yöntemler öneriyordu. Mariátegui, ilkesel olarak devrimci şiddete karşı değildi. Gandhi için şunları söylüyordu:

“Dünyanın her yerinde devrimciler, şiddetin çilesini çekme ile şiddete başvurma arasında tercihte bulunmak zorunda kaldılar. Ruhun ve aklın zorun komutasına girmesini istemeyenler, zoru aklın ve ruhun komutasına vermeye mecburdurlar.”[6]

Mariátegui, halkın desteğini elde etme meselesini çöpe atan bir isim değildi. Onun kültür, siyaset ve emek örgütlenmesi alanında yürüttüğü faaliyet hegemonya tesis etme amacını güdüyordu. Che’den farklı olarak Mariátegui, toplumsal değişimi hızlandırmanın yegâne veya asli yolunun silâhlı eylem olduğu kanaatinde değildi.

Ayrıca Che’nin devrimci eylem için gerekli konum olarak taşraya yaptığı vurgu ve “Amerika’nın tüm azgelişmiş kısımlarında hayata taşra insanının katılmasını sağlama”[7] fikri ile Mariátegui’deki radikal indigenismo [“yerlicilik”] arasındaki ayrımı görmek gerekiyor. Gerilla savaşı ile ilgili yazılarında Küba, Peru veya Bolivya’daki taşra insanını aynı gören ve onlar hakkında kelam eden Che’den farklı olarak Mariátegui, temelde Peru’da And Dağları’nda Kuveçua yerlilerinin geliştirdiği kültürün ve ayllu (köy komünü) gibi kurumların özel yönlerini temel alan bir yerellik anlayışı üzerinde duruyordu. Mariátegui, politik değişimle kültürel gelenek arasındaki ilişki üzerinde dururken, Gerilla Savaşı isimli çalışmasında Che, Küba Devrimi esnasında gerilla lideri olarak edindiği deneyimlerden Amerika genelinde varolan ve varolacak olan devrimci hareketlerin yararlanacağı temel dersler çıkarttı.[8] Arjantinli devrimciye göre tüm Latin Amerika temelde aynıydı. Bu tespitini ve yerelin kültürel gerçekliğini önemsemeyen yaklaşımını Motosiklet Günlüğü’nde de görebiliyoruz. Kitapta genç Guevara, birkaç yerde Peru’daki And bölgesine ziyareti esnasında yerlilerle iletişim kuramamasından bahsediyor. Örneğin Che, bir yerde “Yerlilerin sessizliğinden” dem vuruyor, “bize temkinli yaklaşan Yerliler, sorularımıza sadece tek heceli kelimelerle cevap vermekle yetiniyorlar” diyor.[9]

On beş yıl sonra Bolivya’daki son devrimci kavgasına hazırlandığı günlerde Che, And Dağları’ndaki ilk deneyimlerini aklına getiriyor ve oturup Kuveçua dili çalışıyor. Oysa Bolivya’da foko inşa etmek için uğraştığı bölgede Guaraní dili konuşuluyor.[10]

Yeni İnsan

Mariátegui ile Che arasında kurulan en önemli temas noktası, ikisinin de kullandığı tabirle “yeni insan”ın yaratılmasının mümkün olduğuna dair ortak inançlarıdır.[11] Kohan’ın ifadesiyle bu yeni insan, “onsuz her türden devrimci projenin başarısızlığa mahkûm olacağı yeni bir öznellik türüdür.”[12] Che’ye göre, “yeni insan, yeni değerler belirlemiş olan bilincin gelişimini ifade eder. Bir bütün olarak toplum devasa bir okula dönüştürülmelidir.”[13] Bu yeniden eğitim sürecinin nihai amacı ise bireye ödüller sunmak değildir. Bu eğitim, halkı, bireyleri farklı özelliklere sahip kılacak yeni bir toplumla taçlandıracaktır. Bu toplum, komünist insanlardan oluşacaktır.[14]

Guevara’nın yerinde tespitiyle, bireyciliği insanlığın doğasına has bir yönelim, piyasayı o bireyciliğin doğal ekonomik tezahürü olarak gören yaklaşımın söylediklerinin aksine, birey, toplum tarafından inşa edilen bir olgudur: “Genel çerçeve dâhilinde yeni insanın yaratılması denilen olgu, kapitalist bilincin ilk dönemde oluştuğu sürece benzer.”[15] Kapitalizmin kendi kişisel kazançları peşinde koşan bireycilerin toplumu meydana getirdiği koşullarda sosyalizm, kendi kişisel gelişimlerini bir bütün olarak toplumun gelişimiyle birlikte tanımlayan insanlar yaratmak zorundadır.

Yeni insanın yaratılması meselesine Mariátegui de vurgu yapar. 1928 ve 1929’da yayımlanan makalelerden oluşan Marksizm Savunusu isimli çalışmasında şunları söyler:

“Sosyalizmin ahlaki işlevi […] tumturaklı laflarla örülmüş, On Emir’e öykünen metinlerde veya Marksist teorizasyon çabası içerisinde zorunluluk olarak görülmeyen felsefi spekülasyonlarda değil, antikapitalist mücadele sürecinin yarattığı, üreticiye ait ahlakta aranmalıdır.”[16]

Yedi Deneme çalışmasının yazarına göre, ahlaki ve öznel değişimler, sadece şiddet eylemlerini içermekle kalmayan, sınıfsal faaliyeti temel alan, işçi sınıfının antikapitalist mücadelesi aracılığıyla gerçekleşirler.

“Atölye ve fabrika pratiği, işçiyi psikolojik ve zihinsel açıdan etkiler. Sendikalar ve sınıf mücadelesi, oralarda başlayan çalışmayı sürdürürler ve tamamlarlar.”[17]

Mariátegui devamında, fabrikalarda ve sendikalarda işçilerin ortaya koydukları faaliyetler üzerinden üretilen yeni öznelliği Piero Gobetti’den yaptığı şu alıntı üzerinden tanımlar:

“Fabrikada yaşayan herkeste çalışmanın insana kattığı onur, feda alışkanlığı ve yorgunluk vardır. Hayatın ritmini dakiklik, ihtimam ve süreklilik gibi hasletlere alışkın olan hoşgörü ve karşılıklı bağımlılık anlayışıyla yoğrulmuş ruh belirler.”[18]

Hoşgörü, karşılıklı bağımlılık, feda ve ihtimam, bu yeni öznelliği tanımlayan hasletlerdir. Bu sözleri işiten kimi insanlar, muhtemelen Mariátegui’yi fabrika hayatını ve işçi sendikalarını idealize etmekle suçlayacaklardır. O, bu türden cümleleri yazarken, sekiz saatlik işgünü konusunda başarılı bir mücadele ortaya koymuş Peru işçi sınıfının ilk örgütlendiği döneme dair tanıklıklarının etkisi altındadır.[19] Bu, öyle bir dönemdir ki Flores Galindo’nun ifadesiyle, işçi sınıfı kültürü, “bizzat işçilerin belirlediği proleter kimi konu başlıklarını temel alan tiyatro faaliyetlerini, müzik çalışmalarını ve şiirleri içermektedir.”[20]

Gonzalo Espino Relucé’nin işçilerin yazdığı şiirleri içeren, La lira rebelde proletaria [“Proletaryanın İsyan Şiiri”] isimli antoloji çalışmasına yazdığı takdim yazısında dile getirdiği biçimiyle:

“İşçilerin ortaya koydukları kültürel üretimler, Aristokratik cumhuriyet döneminde devletin kültür üretme tarzına karşı geliştirilen alternatif bir çaba olarak incelenmelidir. […] Sömürü ve sefalet koşullarını aşma derdinde olan işçiler, proleter bilinci yaratmak için adım attılar ve bu süreçte kendilerine has, faaliyetlerinin ayrılmaz parçası hâline gelen yoğun bir kültürel çalışma ortaya koydular.”[21]

İşçilerin bilincinde ve kültürel üretimle kurdukları ilişkilerde değişimin bu türden bir alt katmanda cereyan ettiği koşullarda, Mariátegui’nin şunu söylemesi gayet doğal: “Sosyalizm, toplumsal bir düzen olarak gerçekleşmek zorunda değil, tarihte meşrulaştırılması gereken bir eğitim çalışması ve yüceltici pratik olması kâfi.”[22] Öznelliğin yaşadığı evrim süreci, politik değişim sürecinden daha önemli.

Che ve Mariátegui, yeni öznelliklerin inşası gibi bir ortak derde sahip, buna karşılık, iki düşünür arasında kimi belirgin farklılıklar da söz konusu. Mariátegui’ye göre, kapitalist üretimin fiili alanlarıyla, işçilerin örgütlenmesiyle, işçilerin gerçekleştirdiği örgütleme faaliyetiyle ve işçilerin kapitalizmi aşma mücadelesiyle bağlantılı olan modernite, en nihayetinde yeni üreticinin, dolayısıyla yeni insanın ahlakının inşasına yol açar. Che ise yeni insanın gelişiminin ancak sosyalizm kurulduktan sonra mümkün olduğunu söyler. Bunun dışında, Mariátegui, yeni ilerici öznelliklerin kültürel ve politik müdahaleler ve faaliyetler üzerinden oluşturulmasına katkı bulunulabileceğine inanır. Ama ne yazık ki iki düşünür de sosyalist yeni insanın geç dönem kapitalizmin sebep olduğu kültürel ve kurumsal değişimlerle birlikte temelsiz kalacağından bihaberdir.

Söylemselliğin Kurucusu Olarak Mariátegui

Mariátegui’nin Latin Amerika siyasetine etkisini ve sahip olduğu tarihsel önemi kimse inkâr edemez. Ben, Mariátegui’yi söylemsel pratiği başlatan Fukocu düşünür olarak tarif eden Mónica Bernabé’nin yaklaşımını doğru buluyorum. Ona göre Mariátegui, “kendisinden farklı olan şeylere alan açan bir yazar.”[23] Marx ve Freud’a kıyasla daha sınırlı bir düşünsel coğrafyada yaşamış olsa da, Foucault’nun ifadesiyle, Mariátegui, “diğer metinlerin oluşumu ile ilgili kuralları belirlemiş, ihtimalleri ortaya koymuştur.”[24] Bu açıdan bakıldığında Yedi Deneme’nin yazarı “söylemin sonsuza dek varolmasını mümkün kılmıştır.”[25]

Foucault fikirleriyle, farkında olmadan, Mariátegui’nin gelenekle ilgili yazılarını yankılar. Oxford Dictionary of Difficult Words’e [“Oxford Zor Kelimeler Sözlüğü”] göre, “gelenek” kelimesinin ilk tanımı şu şekildedir: “âdetlerin veya inançların nesilden nesle aktarılması, bu şekilde aktarılmış olma: Gelenek her bir rengin tonunu sabitler, dini yasalar, bu şekilde aktarılmış olan, kökleşmiş âdet veya inanç üzerinden bu tonları yönetir: Japonya’nın kendine has kültürel gelenekleri; [tekil] Bir sanatçının, yazarın veya hareketin teşkil ettiği, sonrasında başkalarınca takip edilen sanatsal veya edebi yöntem ya da tarz: William Blake’in yarattığı gelenekte muhayyel çalışmalar.”[26] Eskiden beri kabul gören gelenekle ilgili anlayışların merkezinde süreklilik ve köklere sadakat duruyor.

Mariátegui, “Geleneğin Kitap Dışılığı” isimli makalesinde kitap dışılığın, heterodoksluğun her yaşayan geleneğin zaruri yönü olduğunu söylüyor:

“Gelenek, kitap dışı ve çelişki yüklüdür. Onu bölünmesi mümkün olmayan, kapalı bir kavrama indirmek isteyenler, geleneğin özüne rıza göstermek, ondaki çeşitlilik arz eden somutlaşma yollarını görmezden gelmek zorundadır.”[27]

Foucault gibi Mariátegui de söylemsel pratiğin, yani söylemsel geleneğin bitmek bilmeyen ihtimallere kapı açmak suretiyle oluşturulabileceği düşüncesindedir. Dolayısıyla, Mariátegui bugün yaşasa ve birbirleri arasında çelişkiler bulunan kimi hareketlerin ve yazarların kendisini bir tür kaynak olarak ele aldığını görse muhtemelen bu duruma hiç şaşırmazdı. Hatta belki de kendi adını alan kimi örgütlere karşı çıkardı.

Kırklar itibarıyla Peru Komünist Partisi, Mariátegui’yi kurucu isim olarak kabul etmeye başladı. Hatta parti, Mariátegui karşıtlığının zirvede olduğu dönemde bile onu düşünsel kaynak olarak gördü. Aslında Mariátegui, Peru Sosyalist Partisi’ni kurmuştu, fakat onu Marksist-Leninist-Stalinist bir isim olarak sahiplenenler, Sosyalist Parti’nin Programatik İlkeleri’nde dile getirilen sözleri ve kimi momentleri kendilerine ait gördüler. O “Programatik İlkeler” metninde Mariátegui şunları söylüyordu:

“Bu dönemde Marksist sosyalizmin pratiği, Marksizm-Leninizmin pratiğidir. Marksizm-Leninizm ise emperyalizm ve tekeller aşamasında başvurulacak devrimci yöntemdir. Peru Sosyalist Partisi, bu yöntemi mücadelesinin ana yöntemi olarak görür.”[28]

Aslında Komintern’e katılma ihtiyacı üzerinden, belirli bir teklifin parçası olarak dillendirilmiş olan bu ifade, Komintern’deki kitabi yaklaşımdan, en azından parti ismi konusunda ayrı düşüldüğünü ortaya koyuyor. Mariátegui’nin kaleme aldığı metin, sadece beynelmilel komünizmin verili gerçeklerine yönelik bir taviz olmanın yanında, partinin diğer kurucu üyeleriyle yürütülen müzakerenin bir sonucu olarak gündeme geliyor.[29]

Mariátegui, söyleme dair bitmek bilmeyen imkânlar yaratıyor. Bunun bir delili de seksenlerde Peru’da ortaya çıkmış olan üç önemli hareket. Abimael Guzmán’ın kurup yönettiği Aydınlık Yol, ilk başta Por el Sendero Luminoso de José Carlos Mariátegui (“José Carlos Mariátegui’nin Aydınlık Yolunda”) ifadesini kendisine rehber ediniyor.[30] Fakat Iván Degregori’nin de ifade ettiği biçimiyle, yıllar geçtikçe örgüt Mariátegui’nin adını anmamaya başlıyor. “Başkan Gonzalo”, süreç içerisinde “yaşayan en büyük Marksist-Leninist-Maoist” ve “Marksizmin Dördüncü Kılıcı” hâline geliyor.[31] Zamanla Mariátegui, ilham kaynağı mertebesinden artık geçmişte kalmış bir öncü mertebesine düşürülüyor. Hareketin üyeleri Aydınlık Yol ismini nadiren kullanıyorlar, onlar daha çok Partido Comunista del Peru (“Peru Komünist Partisi”) ismini tercih ediyorlar.

Aydınlık Yol ve kaynağı olarak gördüğü isim arasında başka farklılıklar da söz konusu. Aydınlık Yol, Guevara’nın eylemi ifrata vardırıp kitleleri ikna etme pratiğinin üzerine yerleştiren yaklaşımını benimsedi, bu sebeple, örgüt, Mariátegui’nin devrimci değişim için halkın desteğini kazanma meselesine yaptığı vurguyla çelişen bir pratik içine girdi. Dahası, sosyalizmi yerelin geleneğiyle ilişkilendirmeyi ana mesele olarak gören Mariátegui’den farklı olarak Aydınlık Yol, resmi belgelerinde etnisite boyutunu tümüyle ihmal etti veya And Dağları’daki kültür, “folklor” veya “burjuva manipülasyon” derekesinde ele aldı.[32]

Örgütün Peru gerçekliğini dikkatle ele almadığını söyleyen Degregori, doğal, öznel veya toplumsal tüm olguları izah edip öngörülerde bulunabilecek bir ideolojiye inancı dâhilinde Aydınlık Yol’u “aşırı akılcı bir hareket” olarak değerlendiriyor.[33] Çoğunlukla And kültürünün bir ürünü olarak görülen Aydınlık Yol, tüm yerel gelenekleri redde tabi tutuyor, yerlerine de “Gonzalo düşüncesi”nden kök alan sosyalist pratik konuluyor.

Aydınlık Yol, kendisini tanımlayan şiddet anlayışı açısından Mariátegui ile ortaklaşsa da ritler ve geçit törenlerini benimsemiş olması, örgütün Mariátegui’nin mitlere, Marksizmin ve dini duygu arasındaki ilişkiye dair yazılarını eksik yorumladığının bir delili.[34] Degregori’nin de kabul ettiği biçimiyle, “Aydınlık Yol bilimi bir dine dönüştürüyor.”[35] Öte yandan, aralarında büyük farklılıklar olmasına rağmen Aydınlık Yol gibi Mariátegui de politik faaliyete manevi bir boyut katıyor. Guzmán, takipçilerini “partiye itaat eden, devrimci şiddet uygulayan” unsurlara dönüştürmek adına onların “manevi ihtiyaçları”nı belirli kanallara yöneltiyor.

Aydınlık Yol’la çağdaş olan, 1980’de farklı radikal örgütlerin birlikte kurduğu Izquierda Unida (Birleşik Sol) isimli ittifak da Mariátegui’nin düşüncelerinin bir başka boyutuna, tüm ilerici güçlerin birliğinin zaruri olduğuna dair inanca vurgu yapıyor. İttifakın lideri Alfonso Barrantes de Mariátegui’nin düşüncelerini incelemenin, yazılarını okumanın önemi üzerinde duruyor.[36] Barrantes, demokrat bir örgüt olmasına karşın Izquierda Unida’yı içeren tüm solun halkın Aydınlık Yol’un uyguladığı şiddete verdiği tepkinin bir sonucu olarak dağılması öncesi Lima belediye başkanı (1984–1986) oldu. Sonrasında Berlin Duvarı yıkıldı. 1990’da Alberto Fujimori’nin iktidara gelmesiyle başlayan neoliberal politikalar uygulamaya kondu.

Üçüncü ve son örnekse Mario Vargas Llosa ve Hernando de Soto’nun yazıları. Bu isimler, Mariátegui’nin yazılarının ürettiği sosyalist gelenekten farklı bir söylemsel alan meydana getirdiler. Efraín Kristal’in ifadesiyle:

“Mariátegui gibi Vargas Llosa ve de Soto da yoksullar adına çözüm önerileri sunduklarını, tüm toplumun hayrına olacak şeyler söylediklerini iddia ediyorlar. Sosyalist görüşlerini redde tabi tuttuktan çok sonra bile Vargas Llosa, Mariátegui’ye dönük hayranlığını muhafaza ediyor. Hatta Peru’daki politik ve ekonomik sistemin devrimci manada değiştirilmesinden söz ettiğinde ve politik demokrasi imkânlarının altını oyan ya da yok eden birçok aydının olumsuz etkisini eleştirdiğinde, Latin Amerika’daki ilk Marksist aydın gibi konuşuyor.”[37]

Buna bir de seçime katılım meselesini eklemek gerek. De Soto ve Vargas Llosa, tıpkı Mariátegui gibi sabırla çalışıp ülkede ideolojik ve kültürel hegemonyanın inşa edilmesi gerektiği üzerinde duruyor.

Ama öte yandan tuhaf bir biçimde elimizde, Che’nin Mariátegui’nin inşa ettiği söylem alanlarından birine veya geleneğe dâhil etmemizi gerekli kılacak herhangi bir metinsel bağ mevcut değil.

Mariátegui, Che ve Borges

Mariátegui’nin bölge ve dışındaki siyaset ve düşüncede oynadığı rolü belirli bir bağlama oturtmanın başka bir yolu olmalı. Bu açıdan Mariátegui’nin en çok sevdiği yazarlardan biri olan Jorge Luis Borges’in makalelerinden bahsedilebilir. 1951 tarihli “Kafka ve Ona Öncülük Eden İsimler” başlıklı makalede Borges şunu söylüyor:

“[…] ‘Öncü’ kelimesi, eleştirilerde kullanılan sözlükçenin ayrılmaz bir parçasıdır, ama gene de polemik veya rekabet gibi yan anlamlarından arındırılmalıdır. Her bir yazar kendi öncüsünü yaratır. Onun eserleri, bizim geçmiş anlayışımızı değiştirdiği gibi geleceği de değiştirir.”[38]

Borges’in aktardığı, Kafka’nın öncülerini içeren liste sekizinci yüzyılda yaşamış Çinli fabl yazarı Han Yu’yu, Zenon’u, Kierkegaard’ı, Robert Browning’i, León Bloy’yı ve Lord Dunsany’yi içeren heterojen bir gruptur. Borges’in böylesi bir liste aktarması, mümkün ve mantıklıdır, zira Kafka’nın yazıları esasen yeni bir okuma tarzı meydana getirmiştir. Dolayısıyla, Kafka okuyan kişi, Çek yazarın başka yazarlardan aldığı vasıfları görme imkânına kavuşur:

“İlk başta onu retorik amaçlı düzyazının anka kuşu olarak görüyor, özgün bir isim kabul ediyordum. Onunla kısa bir zaman geçirdikten sonra farklı edebiyat türlerine ait metinlerinde ve farklı yaşlarında onun sesine ve alışkanlıklarına aşina olduğumu fark ettim.”[39]

“Kafka ve Ona Öncülük Eden İsimler” makalesi, örtük olarak, “Kafka’nın meydana getirdiği okuma tarzı, okurun hem öncüleri hem de halefleri tanımlamasına imkân sağlar” deniliyor. Bu makalenin yanında “Babil Kütüphanesi” ve “Babil’de Kura” isimli yazılarını da anmak gerekiyor. Öncüler gibi haleflerde de ele alınan yazarın bir ya da birden fazla karakteristik özelliği karşılık buluyor, onun etkisi söz konusu öncülerde ve haleflerde görülebiliyor.

Küba Devrimi, her ne kadar gerçek değil, hayali özellikler olsa da, neşeyle radikal politik değişimi veya sanatsal özgürlükle politik hareketliliği kaynaştırma becerisi türünden, kendine has vasıflara sahip bir olgu olarak ele alınıyor. Devrimi bu şekilde değerlendiren isimler, analiz düzeyinde geriye dönüp devrime yıllar öncesinden öncülük eden bir ecdat arayışı içine giriyorlar.

Altmışlarda ve yetmişlerde Mariátegui de tıpkı Kafka gibi yeniden keşfedildi. Bu keşif, birçok insanı, Latin Amerika’da radikal olmanın anlamı konusunda yeni bir dizi beklentiyi dillendirmeye yöneltti.

Bu anlamda, Mariáteguici gözlemci veya okur da kendi politika ve teori anlayışına yeni ölçütler kazandırıyor. Yönetmen Walter Salles’ın Motosiklet Günlüğü filmi, Mariátegui’nin Che Guevara’nın yürüyeceği politik yolu nasıl açtığı konusunda önemli bir örnek sunuyor. Bugün Mariátegui’nin “Marksizmin kahramanca yaratımı” denilen önemli yeniliğine temel teşkil eden Latin Amerika gerçekliğine yönelik yaptığı vurgu, artık Che’nin siyasetinin zorunlu bir bileşeni olarak görülüyor. Bu filmde ön plana köklerinden kopmuş bir komünist yerine Latin Amerikalı bir devrimci çıkartılıyor.

Mariátegui, Ernesto Che Guevara’yı hiç etkilememiş olabilir, fakat o, en azından birçok Latin Amerikalı sanatçı ve akademisyen gibi Arjantinli devrimciyi anlama yöntemimizi biçimlendirmemize katkı sunmakla kalmıyor, aynı zamanda Latin Amerika’da gelişecek her türden potansiyel radikalizmi tanımlayan hususları anlamımızı sağlıyor.

Juan E. De Castro

[Kaynak: Bread and Beauty: The Cultural Politics of José Carlos Mariátegui, Brill, 2021, s. s. 196-206.]

Dipnotlar:
[1] Aktaran: Marc Becker, Mariátegui and Latin American Marxist Theory, Atina, OH: Ohio U in International Studies. 1993, s. 80.

[2] Becker, a.g.e., s. 76. Burada şu tespit yapılmalı: Mariátegui yerli kültürlerinin, kurumlarının ve halkın devrimci Peru hareketinin zorunlu bileşenleri olarak yorumlamış, ama ilerici politik değişim konusunda kentteki toplum kesimlerini de önemli görmüştür. Kendisinin de “Louis Sánchez’e Cevap” başlıklı yazısında dile getirdiği biçimiyle: “Çalışma pratiğinden yana duruyoruz. Yani sahil şeridi-dağ ya da yerli-melez ayrımı dışında tüm emekçi sınıflardan yanayız.” (Mariátegui, José Carlos Mariátegui: An Anthology, Çeviri: Harry E. Vanden ve Marc Becker, New York: Monthly Review Press. 2011, s. 176).

[3] Michael Löwy, “Neither Imitation nor Copy: Che Guevara in Search of a New Socialism”, The Marxism of Che Guevara: Philosophy, Economics, Revolutionary Warfare içinde, Michael Löwy, Lanham: Rowan & Littlefield. 2007, s. 119.

[4] Che Guevara’ya göre: “Küba Devrimi, Amerika’da devrimci hareketlerin eylemlerine sunduğu üç temel dersle önemli bir katkıda bulunmuştur: 1. Halk güçleri orduya karşı yürütülen savaşı kazanabilir; 2. Devrim yapmak için gerekli olan tüm koşullar oluşana dek beklemeye gerek yok; 3. Azgelişmiş Amerika’da taşra silâhlı mücadelenin temel sahasıdır.” (Ernesto Che Guevara, Guerrilla Warfare, Lanham, MD: Rowman & Littlefield. 1997, s. 50).

[5] Guevara, a.g.e., s. 50.

[6] José Carlos Mariátegui, La escena contemporánea, Lima: Amauta, 1980, s. 199. Burada belirtmek gerekir ki şiddete yönelik bu vurgu, Mariátegui’nin Marksist olduğu dönemin ilk kesitine (1924) aittir ve sonrasında olgun çalışmalarında bu övgüye rastlanmaz.

[7] Guevara, a.g.e., s. 51.

[8] Guevara, a.g.e., s. 50.

[9] Guevara, The Motorcycle Diaries: Notes on a Latin American Journey, yayına hz. ve çeviren: Alexandra Keeble, North Melbourne: Ocean Press. 2006, s. 101.

[10] Daniel James, Che Guevara: A Biography, New York: Cooper Square P. 2001, s. 224.

[11] Mariátegui “El alma matinal” (“Sabahın Ruhu”) isimli çalışmasının sonunda “sabahın insanı olan yeni insan”a atıfta bulunur. (Mariátegui, El alma matinal y otras estaciones del hombre de hoy, Lima: Amauta, 1981, s. 13).

[12] Néstor Kohan, De Ingenieros al Ché. Ensayos sobre el marxismo Argentino y Latinoamericano, Buenos Aires: Biblos. 2000, s. 141.

[13] Guevara, “Socialism and Man in Cuba”, Che Guevara Reader: Writings on Politics and Revolution içinde, yayına hz.: David Deutschmann, North Melbourne: Ocean Press. 2013, s. 217.

[14] Guevara, a.g.e., s. 218.

[15] Guevara, a.g.e., s. 217.

[16] Mariátegui, José Carlos Mariátegui: An Anthology, .çeviri: Harry E. Vanden ve Marc Becker, New York: Monthly Review Press, 2011, s. 201.

[17] Mariátegui, a.g.e., s. 203.

[18] Aktaran: Mariátegui, José Carlos Mariátegui: An Anthology, s. 204.

[19] Mariátegui’nin ilk dönem gelişen işçi hareketine ve sekiz saatlik işgünü mücadelesine verdiği destek konusunda bu kitapta yer alan “José Carlos Mariátegui: The Making of the Revolutionary in the Aristocratic Republic” başlıklı bölüme bakınız.

[20] Alberto Flores Galindo, La agonía de Mariátegui. La polémica con el Komintern. Lima: Desco. 1980, s. 22. Mariátegui, işçilerin yürüttükleri kültürel faaliyetlere aşinaydı, bunun sebebi sadece kendisinin işçi olması değildi, o aynı zamanda işçi örgütleriyle sürekli temas içerisindeydi, bir yandan işçileri örgütlüyor, bir yandan da işçi örgütlenmesine teksif edilmiş Emek dergisinin yayın yönetmenliğini yürütüyordu. Ayrıca 1927’de Lima kentinin sanayi mahallesi Vitarte’deki işçilerin örgütledikleri Concurso Poético de Vanguardia’da (Öncü Şiir Yarışması) jüri üyeliği yaptı. (Diğer jüri üyelerinden biri genç bir aydın olan, kısa süre içerisinde ülkenin en saygın tarihçilerinden biri hâline gelecek olan Jorge Basadre, diğeri de işçilik yapan, sonrasında Aprista sendikasının lideri hâline gelecek olan Arturo Sabroso idi.) (Flores Galindo, a.g.e., s. 129).

[21] Gonzalo Espino Relucé, “Presentación” La lira rebelde proletaria: estudio y antologia de la poesia obrera anarquista (1900–1926) içinde, yayına hz.: Gonzalo Espino Relucé, Lima: Tarea. 1984, s. 23.

[22] Mariátegui, La escena contemporánea, Lima: Amauta, 1980, s. 204–5.

[23] Mónica Bernabé, Vidas de artista. Bohemia y dandismo en Mariátegui,Valdelomar y Eguren (Lima, 1911–1922), Rosario: Beatriz Viterbo. 2006, s. 107.

[24] Michel Foucault, “What is an Author?”, çeviri: Josué V. Harari, Aesthetics, Method, and Epistemology içinde, Michel Foucault, yayına hz.: James D. Faubion, New York: The New Press. 1998, s. 217.

[25] Foucault, a.g.e., s. 217.

[26] Yayına Hz.: Archie Hobson, The Oxford Dictionary of Difficult Words, Oxford: Oxford UP. 2004, s. 441. Vurgu özgün metne ait.

[27] Mariátegui, Peruanicemos al Perú, Lima: Amauta, 1981, s. 118.

[28] Socialist Party, “Programmatic Principles of the Socialist Party”, çeviri: Harry E. Vanden ve Marc Becker, José Carlos Mariátegui: An Anthology içinde, yayına hz.: Harry E. Vanden ve Marc Becker, New York: Monthly Review Press. 2011, s. 238.

[29] Mariátegui’nin politik faaliyetleri konusunda bkz.: “José Carlos Mariátegui and the Culture of Politics.”

[30] Becker’e göre, ilk başta Guzmán ideolojik açıklamalarını “Mariátegui’nin Peru toplumunun hem yeni feodal hem de yeni sömürge toplum olduğuna dair analizi üzerine kurdu.” (Marc Becker, Mariátegui and Latin American Marxist Theory, s. xii).

[31] Carlos Iván Degregori, How Difficult to be God: Shining Path’s Politics of War in Peru, 1980–1999, çeviri: Nancy Appelbaum vd., Madison: University of Wisconsin Press. 2012, s. 89.

[32] Degregori, a.g.e., s. 167.

[33] Degregori, a.g.e., s. 167.

[34] Mariátegui’nin Georges Sorel’deki mit anlayışını benimsemesi ve onda yaptığı değişiklikler konusunda “Mariátegui, Sorel ve Myth” başlıklı bölüme bakılabilir.

[35] Degregori, a.g.e., s. 166.

[36] Becker, Mariátegui and Latin American Marxist Theory, s. xii.

[37] Efraín Kristal, Temptation of the Word: The Novels of Mario Vargas Llosa, Nashville, TN: Vanderbilt UP. 1999, s. 112.

[38] Jorge Luis Borges, “Kafka and his Precursors”, çeviri: Eliot Weinberger, Selected Non-Fictions içinde, yayına hz.: Eliot Weinberger, New York: Viking. 1999, s. 365.

[39] Borges, a.g.e., s. 363.

10 Ekim 2022

, ,

Che Guevara Söyleşisi

Josie Fanon

26 Aralık 1964


11 Aralık 1964 günü Birleşmiş Milletler’de konuşma yaptıktan sonra Che Guevara Afrika’ya gitti. Cezayir ziyareti esnasında Frantz Fanon’un dul eşi Josie Fanon ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşi 26 Aralık 1964 günü Révolution Africaine dergisinde yayımlandı.

* * *

Cezayir ziyaretinizin sebebi nedir?

Ziyaret sebebim çok basit. Birkaç gün içerisinde bir dizi Afrika ülkesine ziyaret gerçekleştireceğim, önce Cezayir’e gelmem gerekiyordu. Ayrıca buradan ayrılmadan önce, elde ettiğimiz imkân dâhilinde, Cezayir hükümeti içerisindeki yoldaşlarımızla uluslararası sorunları ve Afrika’nın sorunlarını tartışmayı düşünüyoruz. Muhtemelen Cezayir’de iki üç kalacağız.

Küba hükümetinin bir bütün olarak Afrika ile ilişkisi konusunda neler söyleyeceksiniz?

Afrika, dünyada varolan her türden sömürüye, emperyalizme, sömürgeciliğe ve yeni sömürgeciliğe karşı mücadele yürütülen tüm sahalar içerisinde en önemlisi olmasa bile, önemli sahalardan birisidir. Afrika’da başarı ihtimali yüksek olduğu gibi, bu kıtada mücadele, birçok tehlikeyle karşı karşıyadır. Olumlu yönlerden bahsedecek olursak, Afrika gençliğinden, sömürgeciliğin halkların zihinlerine kazıdığı nefretten, Afrikalı ile sömürgeci arasında varolan farklılıklar konusunda halkın ulaştığı net bilinçten ve sömürgeciyle onun ülkeleri terk etmesi dışında samimi bir dostluk ilişkisi kurulamayacağına dair inançtan söz edilebilir. Başka olumlu yönlerden de bahsedilebilir: örneğin sosyalist ülkelerin sundukları yardım sayesinde, bugün kimi ülkeler hızla kalkınmaktadır. Öte yandan, belirli koşullarda bazı kapitalist ülkeler de yardım sunmaktadır (ama bu yardımlar konusunda ihtiyatlı olunmalıdır.)

Bizim Afrika için başlıca tehlike olduğunu düşündüğümüz şey, bugün sürekli arttığı görülen, Afrika halkları arasındaki bölünme ihtimalidir. Bir tarafta, emperyalizmin uşakları, diğer tarafta kendilerini uygun yollarla kurtarmaya çalışan bir halk var. Bu tehlikeden korkmamız için somut nedenler mevcut. Ortada, sanayileşmiş ülkeler ile iktisadî açıdan bağımlı ülkeler arasındaki eşitsiz mübadeleler diye bir olgu söz konusu. Bu eşitsiz ilişki, kendisini en vahşi biçimde, sömürgecilikte ortaya koyuyor. Tam bağımsız ülkeler bile kapitalist pazarın hapishanesine tıkılma riskini yaşıyorlar, zira büyük sanayileşmiş ülkeler, yüksek teknoloji sahasında yaşadıkları gelişmeler aracılığıyla, bu esareti dayatma imkânı buluyorlar. Gelişmiş büyük ülkeler, kurtulan ülkeleri mıknatısın demir tozlarını kendisine çekmesinde olduğu gibi, kendisine bağlıyor. Birkaç yıl sonra azgelişmiş ülkelerin sanayileşmiş milletlerin siyasal hegemonyası altına girmelerinin koşulları bir kez daha olgunlaşıyor.

Afrika’da burjuvazinin bugün hâlâ oynayacağı bir rolü olduğuna inanıyoruz. Afrika’daki milli burjuvazinin durumu, onun emperyalizmin vesayetine tümden boyun eğmekten başka seçeneği bulunmayan Latin Amerika’daki milli burjuvazinin durumundan çok farklı. Birçok bağımsız Afrika ülkesinde burjuvazi, başlangıçta gelişme ve “nispeten” ilerici bir rol oynama imkânına sahip. Bu sınıf, “antiemperyalist mücadele” sloganı altında halkı ve sol güçleri bir süreliğine seferber edebilse de burjuvazinin ve onu temsil eden hükümetin sonunda bir açmaza sürüklendiği an kaçınılmaz olarak gelip çatacaktır.

Özü gereği burjuvazinin kitlelerinin yolunu izlemesi mümkün değildir. Ona açık bırakılan tek yol, emperyalizmle işbirliği ve halkın ezilmesidir. Uzun lafın kısası, dünyanın bu bölgesinde var olan kaynaşma sebebiyle Afrika’da büyük imkânlar, aynı zamanda da unutmamamız gereken gerçek tehlikeler olduğu söylenebilir. Hatırdan asla çıkarmamamız gereken, önemli kimi iktisadî sorunlar mevcut. Uluslararası mübadelelerde eşitsiz ilişkiler ülkeleri, emperyalizme taviz vermenin ve kısa süreliğine hizmet ediyormuş gibi göründükleri halkı ezmenin çok kolaylaştığı bir açmaza sürüklüyor.

Size Afrika ülkelerine hangi iktisadî kalkınma yolunun uygun olduğu sorulsaydı, cevabınız ne olurdu?

Küba Sanayi Bakanı olarak tavsiyem ya da daha doğrusu görüşüm sorulsaydı, kalkınma sürecine yeni girmiş olan bir ülkenin ilk dönemde en başta örgütlenmek için çalışması ve pratik sorunlara “kendi kafasını kullanarak” yaklaşması gerektiğini söylerdim. Bu, soyut ve oldukça belirsiz bir görüş gibi görünebilir, ama çok önemli bir şeydir.

Birçok ülkenin bugünden millileştirme politikasını yoğun olarak uyguladığı Afrika kıtasında belirli ürünlerden mahrum olan ülkeler için bu ürünleri üretecek işletmeler açılabilir. Burada karşılıklı yarar sağlama ruhuyla çalışmak esastır; bunun için de birbirini daha iyi tanıyarak, güvene dayalı ilişkiler kurulmalıdır. Başlangıçta bu, çok basit şeylerle sınırlı kalmalıdır. Zaman zaman az sayıda işçi istihdam eden son derece makineleşmiş işletmeler yerine, çok sayıda işçi gerektiren ve çok fazla işsize iş sağlayan küçük işletmeler kurmak gerekebilir. Bazı örneklerde, bir sektörün hızla makineleşmesi gerekirken, başka örneklerde bu şart değildir. Esasında şurası açık ki kalkınma yoluna girmiş olan bir ülkede çoğu sorun tarım ve madencilikten kaynaklanmakla birlikte, her ülkede bu sorunların farklı bir biçimde ortaya konulması ve en başta özel gerçekliklere dikkat edilmesi gerekir. Bu nedenle, tüm Afrika ülkelerine uygulanabilecek genel bir formül sunmak imkânsız.

Sizce Latin Amerika’daki devrimci mücadele konusunda ne tür bakış açıları geliştirilebilir?

Sizin de bildiğiniz gibi, devrimci mücadele, benim asıl ilgilendiğim konu, en büyük tutkumdur. Biz, devrimci mücadelenin çok uzun, çok zor bir mücadele olduğuna inanıyoruz. Tek ülkede devrimin elde edeceği münferit bir zafer, inanılması güç bir şeydir, ama şurası açık ki böylesi bir zaferin imkânsız olmadığı görülmüştür.

Emperyalizm, yıllardır Latin Amerika halklarını örgütlü bir biçimde ezmeye hazırlanıyor. Farklı ülkeleri ezmek için birlikte bir enternasyonal meydana getirdiler. Tam da böylesi bir dönemde Latin Amerika’nın İspanyol boyunduruğundan kurtulmak için verdiği son kavgaya sahne olan Peru’da askerî tatbikatlar düzenleniyor. Peru’nun Ayakuço bölgesinde ABD tarafından düzenlenen tatbikatlara muhtelif ülkeler katılıyor. Bugün bu bölgede doğrudan uygulanacak olan baskı politikaları için hazırlıklar yürütülüyor. Peki, neden bu tatbikatlar, tam da Peru’nun bu dağlık bölgesinde, bu sık ormanlarla kaplı kuşakta yapılıyor? Çünkü Ayakuço, devrimcilerin teşkil ettikleri önemli üs bölgelerine yakın bir yer. Bu anlamda, Ayakuço tesadüfen seçilmiş değil.

Kuzey Amerikalılar, gerilla savaşı meselesine çok kafa yoruyorlar. Bu konuda oldukça ilginç şeyler kaleme aldılar. Tamamen doğru olarak ortaya çıktığı anda tasfiye edilmediği takdirde, gerilla savaşını tasfiye etmenin son derece zor olduğunu kavradılar. Şimdi tüm stratejileri, iki hedef üzerine kurulu: ilk hedef devrimcileri ezme; ikinci hedefse devrimcileri ana kitle tabanından (köylülerden) kopartıp tecrit etmektir. ABD kaynaklı bir belgede Mao Zedong’un kullandığı “Halk arasında devrimciler sudaki balık gibidir” cümlesine yer veriliyordu. Kuzey Amerikalılar, gerillanın gücünün burada yattığını kavradıkları gibi, mücadeledeki sürekliliğe son vermek için her şeyin yapılması gerektiğini de anladılar.

Şurası açık ki tüm bu faktörler mücadeleyi daha da zorlaştırıyor. Devrimi ezmek için kurulan enternasyonal, ortak düşmana karşı proleterler ve köylülerce verilen enternasyonal devrimci mücadelenin kaçınılmaz ve doğal cevabıyla yüzleşecek. Bu sebeple biz, emperyalizme ve yerli müttefiklerine karşı kıtasal mücadeleyi örgütlemeyi öngörüyoruz. Bu cephenin örgütlenmesi uzun zaman alacak; ancak cephe oluştuğunda, emperyalizme çok sert bir darbe indirilecek. Bunun nihai darbe olup olmayacağını bilemem; fakat çok sert bir darbe olacağı kesin. İşte bu nedenle, şu temel ilkeyi öne sürüyoruz: Özgürlük mücadelesi, emperyalizme karşı verilen, sadece savunmayı değil, saldırıyı da öngören bir mücadele olmalıdır.

Bu tespitlere şu hususu da eklemek lazım: ABD’de işçi sınıfının yüksek yaşam standardına sahip olması sebebiyle, ABD toplumunda var olan çelişkileri net bir biçimde göremiyor. ABD işçi sınıfı açısından silik olan bu çelişkiler, idrak edilemez şeylermiş gibi görünüyorlar, bu anlamda işçiler, ABD emperyalizminin kurduğu ziyafet sofrasından dökülen kırıntıları almaya devam ettikçe, sömürü konusunda net bir bilince kavuşamayacaklar.

[Kaynak: Che Guevara Speaks, Pathfinder, 2005, s. 120-124.]

09 Ekim 2022

,

Che Guevara’nın Ölümü: Kronoloji


Derleyenler:

Paola Evans, Kim Healey, Peter Kornbluh,

Ramón Cruz ve Hannah Elinson


3 Ekim 1965: Halka yaptığı bir konuşmada Fidel Castro, Che’nin Nisan’da kaleme aldığı “Veda” mektubunu okudu. Mektupta Che, Küba hükümeti dâhilinde üstlendiği tüm görevlerden istifa ettiğini söylüyordu. Che’nin halka okunsun diye kaleme almadığı mektupta, şunlar söylenmekteydi: “Beni Küba devrimine bağlayan görevlerimin bir kısmını yerine getirdim. […] Sana, yoldaşlarıma, artık benim halkım olan Küba halkına elveda diyorum.” [CIA İstihbarat Raporu, “Castro ve Komünizm: Küba Devrimi Değerlendirmesi” 9 Mayıs 1966]

18 Ekim 1965: CIA’in hazırladığı bir istihbarat raporunda, Che’nin Küba hükümetinden kopuş sürecinin 1964 yılı başlarında başladığı iddia ediliyor. Rapora göre, 1963 yılının sonunda “Guevara’nın yürüttüğü, devrimin ilk yıllarında yürürlüğe konulan hızlı sanayileşme ve merkezîleşme planı, ekonomiyi Castro’nun iktidara geldiği günden beri görülmüş en düşük seviyeye çekiyor.” Temmuz 1964’te “bakanlar kurulu içerisinde iki atama gerçekleştiriliyor. Ekonomi politikası üzerinden süren iktidar mücadelesinin bir yansıması olan bu atamaların ardından Guevara dışlanıyor.” Diğer bir çelişki de Che’nin Küba Devrimi’ni Latin Amerika ve Afrika ülkelerine ihraç etmek istemesi üzerinden açığa çıkıyor. Bu öneriye karşı diğer Kübalı liderler, “esas olarak dikkatlerini devrimin iç sorunlarına veriyorlar.” Aralık 1964’te Guevara, üç ay sürecek bir yolculuğa çıkıyor ve bu yolculuk esnasında ABD’yi, Afrika’yı ve Çin’i ziyaret ediyor. CIA raporuna göre, döndüğünde, ekonomi ve dış ilişkiler sahasında önerdiği politikaların rafa kaldırıldığını görüyor, bunun üzerine, dünyanın başka yerlerinde devrimci mücadele yürütmek için ülkeden ayrılıyor. [CIA İstihbarat Raporu, “Che Guevara’nın İstifası ve Küba Devriminin Değişen Yüzü”, 18 Ekim 1965]

1966 Sonbaharı: Che Guevara Bolivya’ya geliyor. Bir kaynak, onun Eylül ayının ikinci haftasında, bir başka kaynaksa Kasım ayının ilk haftasında ülkeye giriş yaptığını söylüyor. Sahte Uruguay pasaportuyla ülkeye gelen Che’nin amacı, buradaki gerilla hareketini örgütleyip ona liderlik etmek. Bu ülkeyi devrimin üssü olarak seçmesinin farklı sebepleri var. İlk sebebi, ülkenin bölge ülkeleri içerisinde ABD’nin güvenlikle ilgili çıkarları açısından nispeten düşük bir önceliğe sahip olması ve kısa vadede tehdit teşkil etmemesi. Che, yankilerin bu ülkedeki faaliyetleri dert etmeyeceği düşüncesinde. İkinci sebep, Bolivya’daki toplumsal koşullar. Yoksulluk düzeyi ile birlikte ülkenin devrimci ideolojiye açık olduğu düşünülüyor. Üçüncü ve son sebepse, gerillanın başarılı olması durumunda Bolivya’nın devrimin kolaylıkla yayılmasına imkân sağlayacak bir konumda olması ve bu bağlamda, beş ülkeye sınırı bulunması.[1]

1967 Baharı: Mart-Ağustos arası dönemde Che ve gerilla birliği, toplamda yirmi bin kadar askerden oluşan Bolivya Silâhlı Kuvvetleri’ne birçok saldırı gerçekleştiriyor. Altı ay boyunca 30 Bolivya askeri ölürken, gerilla birliğinden sadece bir kişi ölüyor.[2]

28 Nisan 1967: Bolivya Silâhlı Kuvvetleri’nden General Ovando ile ABD Kara Kuvvetleri arasında Bolivya ordusu içerisinde yer alan İkinci Özel Kuvvetler Taburu konusunda bir mutabakat tutanağı imzalanıyor. Bu tutanakta “ABD-Bolivya Silâhlı Kuvvetleri arasında ilgili birliğin harekete geçirilmesi, organizasyonu ve eğitimi konusunda girilecek işbirliğinin şartları belirleniyor.”

11 Mayıs 1967: Başkan Lyndon B. Johnson’ın danışmanı Walt Rostow, başkana “her ne kadar daha fazla kanıta ihtiyaç olsa da, Che Guevara’nın hayatta olduğuna ve Güney Amerika’da faaliyet yürüttüğüne dair ilk güvenilir raporun kendisine ulaştığına ilişkin bir mesaj gönderiyor. [Rostow, 11 Mayıs 1967]

Haziran 1967: Aslen Kübalı olan CIA ajanı Félix Rodríguez’i Larry S. isminde bir CIA görevlisi telefonla arıyor ve kendisine Güney Amerika’da çalışmasını öneriyor. İlgili görevli, Rodríguez’in gayri nizami harp, kontrgerilla operasyonları ve muhaberat sahasındaki yeteneklerinden faydalanmak istediklerini söylüyor. Bahsi edilen görevse Che Guevara ile gerilla birliğinin takibi ve yakalanması konusunda Bolivyalılara yardım edilmesi. Yanına “Eduardo González” isminde biri verilen CIA ajanı “Félix Ramos Medina” takma ismiyle çalışmalarına başlıyor.[3]

26-30 Haziran 1967: Sovyetler Birliği Başbakanı Aleksey Kosigin, Castro ile görüşmek amacıyla Küba’yı ziyaret ediyor. CIA raporuna göre, bu seyahatin asıl amacı Castro’yu Ortadoğu krizi konusunda bilgilendirmek. […] Seyahatin ikinci ama aynı şekilde önemli olan diğer bir sebebi de Castro ile Küba’nın Latin Amerika’da yürüttüğü devrimci faaliyetleri tartışmak.” Sovyetler Birliği Başbakanı, bu görüşmede Che’nin Bolivya’ya gönderilmesini eleştiriyor ve Castro’yu “gerilla faaliyetlerine sunduğu yardım ve SSCB’nin desteklediği ‘meşru’ Latin Amerikalı komünist partilerle kavga içine giren, ‘sosyalist’ veya ‘komünist olduklarını iddia eden hükümet karşıtı muhtelif örgütlere destek sağlamak üzerinden komünizm davasına zarar vermek”le suçluyor. Başbakana verdiği cevapta Castro, “her Latin Amerikalının kendi ülkesinin kurtuluşuna katkı sunma hakkına destek vereceğini söylüyor. [CIA İstihbarat Raporu, 17 Ekim 1967]

2 Ağustos 1967: Rodríguez ve González, Bolivya’nın başkenti La Paz’a geliyorlar. Burada CIA ajanı Jim ve Bolivya göçmen bürosundan bir subayla bir araya geliyor. O dönemde Bolivya İstasyon şefi John Tilton; süreç içerisinde kaçınılmaz olarak CIA’in kurduğu görev gücüne aslen Kübalı olan, Gustavo Villoldo isimli bir başka CIA ajanı dâhil oluyor.[4]

31 Ağustos 1967: Bolivya ordusu, gerillalara karşı yürüttüğü mücadelede ilk zaferini elde ediyor. Birliğin üçte birini yok ediyor. Paco olarak da bilinen José Castillo Chávez ele geçiriliyor. Gerillalar geri çekilmek zorunda kalıyorlar. Che’nin sağlığı kötüleşmeye başlıyor.[5]

3 Eylül 1967: Félix Rodríguez, Paco’yu sorgulamak amacıyla, Binbaşı Arnaldo Saucedo ile birlikte Santa Cruz’dan Vallegrande’ye gidiyor.[6]

15 Eylül 1967: Bolivya hükümeti uçaklardan attırdığı bildirilerde Che’nin başına 4.200 dolar ödül koyduğunu duyuruyor. [New York Times, 16 Eylül 1967]

18 Eylül 1967: Bolivya’nın güneydoğusundaki ormanlarda bulunan gerillalara erzak sağlayan bir komünist örgütün on beş üyesi tutuklanıyor. [NYT, 19 Eylül 1967]

22 Eylül 1967: Che’ye bağlı gerillalar Alto Seco köyüne geliyorlar. Bolivyalı gerilla Inti Peredo, gerilla hareketinin hedefleri konusunda köylülere bir konuşma yapıyor. Örgüt, yüklü miktarda gıda ürünü satın aldıktan sonra köyden ayrılıyor.[7]

Jon Lee Anderson’ın değerlendirmesine göre Che, köydeki ileri gelen isimlerin gerillayı ihbar ettiğini öğrenince alışveriş yapılan bakkala parasını vermiyor.[8]

22 Eylül 1967: Bolivya Dışişleri Bakanı Guevara Arze, ülkedeki gerilla operasyonlarına Che’nin önderlik ettiğini ispatlamak amacıyla, Amerikan Devletleri Teşkilâtı’na elindeki kanıtları sunuyor. Ele geçirilmiş olan ve el yazısı kıyaslamasını, parmak izlerini ve fotoğrafları içeren belgelere göre, gerilla birliği içerisinde Kübalı, Perulu, Arjantinli ve Bolivyalı savaşçılar var. Bolivyalıların alkışlarla karşıladığı sunumunun sonunda dışişleri bakanı şunu söylüyor: “Kimsenin ülkemizi bizden çalmasına izin vermeyeceğiz. Ülkemizi kimse hiçbir vakit çalamayacak.” [NYT, 23 Eylül 1967]

24 Eylül 1967: Che ve birliği, yorgun ve bitap bir hâlde, Alto Seco köyünün yakınlarındaki Loma Larga çiftliğine varıyor. Buradaki köylülerin biri hariç hepsi kaçıyor.[9]

26 Eylül 1967: Gerillalar, La Higuera köyüne geliyorlar ve köyde kimsenin olmadığını fark ediyorlar. Daha önceden gerillaların bölgede oldukları konusunda uyarılan köylüler, muhtemelen gerillaları ihbar ediyorlar. Köyde kalan kişilerse gerillalara insanların büyük bir kısmının yakındaki Jahue kasabasına bir kutlama için gittiklerini söylüyorlar.[10]

Saat 13:00: Jahue’ye gitmek için köyden ayrılırken isyancılar, yolun olduğu taraftan silâh sesleri duyuyorlar ve köyde kalıp kendilerini savunuyorlar. Çatışmada üç gerilla öldürülüyor: Che’nin en önemli adamlarından, Bolivyalı gerilla Roberto (Coco) Peredo; Kübalı olduğu düşünülen “Antonio” ve muhtemelen Bolivyalı olan “Julio”. Che adamlarına köyden ayrılıp Rio Grande’ye gitmelerini emrediyor. Ordu ve Bariento hükümeti, bu çatışmanın büyük bir zaferle neticelendiğini düşünüyor. Günlüklerinde Che, La Higuera’nın hücredeki önemli isimlerin kaybına sebep olduğunu söylüyor.[11]

“Yüzbaşı Ramos” kod adını kullanan CIA ajanı Félix Rodríguez, Albay Zenteno’nun başında bulunduğu Özel Kuvvetler taburunu La Esperanza’dan Vallegrande’ye kaydırmasını istiyor. Rodríguez, öncü komutanlardan Antonio’nun ölümünü Che’nin yakınlarda olduğunun delili olarak yorumluyor. Albay Zenteno ise taburun henüz eğitimini tamamlamadığını, eğitimleri tamamlanır tamamlanmaz, en kısa sürede askerleri göndereceğini söylüyor. Che’nin bir sonraki hamlesini bildiğine kani olan Rodríguez, İkinci Özel Kuvvetler taburunu çatışma bölgesine göndermesi yönünde Zenteno’ya baskı yapıyor.[12]

26-27 Eylül 1967: La Higuera’daki çatışmaların ardından Özel Kuvvetler Taburu, gerilla gücünün sızmasına mani olmak amacıyla, San Antonio nehri boyunca konuşlanıyor. Bu esnada askerler, “Gamba” olarak bilinen, sağlık durumu ve üstü başı kötü bir hâlde olan gerillayı ele geçiriyorlar. Askerler, bu gelişme karşısında moralleniyorlar, zira gerillaların sanıldığı kadar güçlü olmadıklarını anlıyorlar. “Gamba” örgütten ayrıldığını, “Ramón”la (Guevara) temas kurma ümidiyle yola koyulduğunu söylüyor.[13]

29 Eylül 1967: Albay Zenteno nihayet ikna oluyor ve askerleri Vallegrande’ye gönderiyor. ABD Özel Kuvvetler subayı Binbaşı Shelton’ın eğittiği bu 650 askerin yanına gidiyor.[14]

30 Eylül 1967: Che ve gerilla birliği, Büyük Nehir’in güneyindeki Valle Serrano’da bulunan sık ormanlarla kaplı kanyonun içinde ordunun tuzağına düşüyor. [NYT 1 Ekim 1967]

7 Ekim 1967: Che’nin günlüğünde gerilla hareketinin başladığı günü müteakip 11 aylık bir döneme ilişkin notlar yer alıyor. Gerillalar, keçi otlatan yaşlı bir kadına rastlıyorlar. Bölgede asker olup olmadığını soruyorlar, ama kendisinden güvenilir bir bilgi alamıyorlar. Kendilerini ihbar edeceğinden korkan gerillalar, kadına sessiz kalması için 50 pezo veriyorlar. Che günlüğünde, kadının sessiz kalması konusunda pek ümidi olmadığını söylüyor.[15]

Akşam: Che ve adamları, Quebrada del Yuro’daki bir koyakta saklanıyorlar.[16]

8 Ekim 1967: Askerler, Churro Koyağı’nda 17 gerilladan oluşan bir birliğin bulunduğu bilgisini alıyorlar. Bölgeye giriş yapan askerler, altı ilâ sekiz kişilik bir grupla karşılaşıyorlar, yaşanan çatışmada iki Kübalı gerilla Antonio ve Orturo öldürülüyor. “Ramon” (Guevara) ve “Willy” havan toplarının bulunduğu kısma doğru kaçmaya çalışıyorlar, burada Guevara baldırının alt kısmından yaralanıyor.[17]

8 Ekim 1967: Köylü bir kadın, askerlere San Antonio nehri boyunca uzanan bölgenin yakınındaki Yuro deresinin bir yakasında sesler işittiğini söylüyor. Bu kadının daha önce gerillaların rastladığı kadın olup olmadığı bilinmiyor.[18]

Sabah saatlerinde Bolivya ordusuna mensup özel kuvvetler gerillanın girdiği bölgeye konuşlandırılıyorlar. Gerilla, Quebrada del Yuro’da iken askerlerde aynı koyak içerisinde pozisyon alıyorlar.[19]

Saat 12:00 Civarı: General Prado’nun başında bulunduğu bölük içerisinde yer alan ve ABD Özel Kuvvetleri’nden eğitim alan bir birlik gerillalarla çatışma içine giriyor. İki asker öldürülüyor, birçoğu yaralanıyor.[20]

Saat 13:30: Che’nin girdiği son çatışma, Quebrada del Yuro’da başlıyor. İsyancı birliğine Bolivyalı madenci Simon Cuba (Willy) Sarabia liderlik ediyor. Onun arkasında duran Che’nin bacağına birkaç kurşun isabet ediyor. Sarabia, Che’yi kaldırıp ateş hattından uzaklaştırmaya çalışıyor. Tekrar ateş ediliyor, bu sefer Che’nin beresine bir kurşun isabet ediyor. Sarabia, Che’yi ona kurşun gelmesin diye yere oturtuyor. Che’den on metre uzakta bulunan, onu kuşatmış olan askerler kurşun yağdırıyorlar. Che cevap vermeye çalışıyor, ama tek koluyla silâhını kaldıramayacak duruma geliyor. Bu sefer sağ bacağından vuruluyor, silâhı elinden düşüyor, sağ önkoluna kurşun isabet ediyor. Askerlerin yaklaştığını gören Che, “ateş etmeyin! Ben Che Guevara’yım. Sizin için ölü değil canlı hâlim kıymetli” diye bağırıyor. Çatışma, saat 15:30 civarı sona eriyor. Che tutsak düşüyor.[21]

Başka kaynaklarsa Sarabia’nın canlı ele geçirildiğini, saat 16 civarı Che ile birlikte Yüzbaşı Prado’nun karşısına çıkartıldığını iddia ediyorlar. Yüzbaşı Prado, telsiz operatörüne Vallegrande’deki merkeze Che’nin ele geçirildiği bilgisini geçmesini emrediyor. Şifreli olarak gönderilen mesajda “Merhaba Saturno, Baba bizimle” deniliyor. “Saturno”, Sekizinci Tümen komutanı Albay Joaquin Zenteno’yu, “Baba” ise Che’yi ifade ediyor. Gelen mesaja inanmayan Albay Zenteno, Yüzbaşı Prado’dan mesajı teyit etmesini istiyor. Gelen teyit üzerine karargâhtaki subaylar epey mutlu oluyorlar. Zenteno telsizle Prado’ya Che’yi ve diğer tutsakları La Higuera’ya göndermesini söylüyor.[22]

Vallegrande’de Félix Rodríguez’e telsizle bir mesaj iletiliyor: “Baba yorgun”. “Baba” derken Che kastediliyor, “yorgun” da “yaralı” veya “yakalandı” anlamında kullanılıyor.[23]

Dört asker, Che’yi battaniye ile yedi kilometre uzaktaki La Higuera’ya taşıyorlar. Sarabia arkada, elleri bağlı bir biçimde yürümek zorunda kalıyor. Grup, La Higuera’ya karanlık çökünce varıyorlar. Che ve Sarabia, bir okulun içindeki bir odaya konuluyor. Gece vakti beş gerilla daha getiriliyor.[24]

Ordunun hazırladığı resmi raporlarda yanlış bir ifadeye yer verilerek, Che’nin güneydoğu Bolivya’da yaşanan bir çatışmada öldürüldüğü söyleniyor. Bazı resmi raporlar, Che’nin öldürüldüğü bilgisini teyit ederek, cesedinin Bolivya ordusunun elinde bulunduğunu söylüyor. Ancak bu rapor, yüksek komuta kademesi tarafından teyit edilmiyor. [NYT 10 Ekim 1967]

9 Ekim 1967: Walt Rostow, başkana Che Guevara’nın Bolivyalılar tarafından yakalandığına dair bilgiyi içeren bir rapor gönderiyor. Operasyona katılan Bolivya birliğinin ABD tarafından eğitildiğini söylüyor.[25]

9 Ekim 1967 Sabah 6:15: Félix Rodríguez, Albay Zenteno Anaya ile birlikte La Higuera’ya helikopterle geliyor. Rodríguez, yanında taşınabilir bir sahra telsizi ve kamera getiriyor. Okuldaki ortamı sessizce izliyor ve gördüklerini kaydediyor. Kendi ifadesiyle “ürkütücü olan” durum dâhilinde Che’nin elleri arkadan bağlı, ayakları bir araya getirilmiş hâlde, kir içerisindeki bir yerde tutulduğunu görüyor. Arkadaşlarının cesetleri yanında duruyor. Saçları keçeye dönmüş olan, üstü başı paramparça bir hâlde bulunan Che, “bir çöp gibi” bir köşeye atılmış. Üzerinde sağlam kalan tek şey ayakkabılarındaki deri. Verdiği röportajların birinde Rodríguez şunu söylüyor: “Oraya ilk vardığımda karmaşık duygulara kapıldım. Karşımda duran adam birçok yurttaşımı öldürmüştü. Gene de onu gördüğümde, o bakışlarını gördüğümde onun için çok üzüldüm.”[26]

Rodríguez telsizini ayarlıyor ve Langley’deki karargâha iletilmesi kaydıyla, Peru veya Brezilya’daki CIA istasyonuna şifreli bir mesaj gönderiyor. Rodríguez, aynı zamanda Che’nin günlüğünü ve ele geçirilen diğer belgelerin fotoğraflarını çekiyor. Sonra Rodríguez, bir süre Che ile konuşuyor ve onun fotoğraflarını çekiyor. Bugün o çekilen fotoğraflar CIA’in elinde bulunuyor.[27]

Sabah Saat 10: Bolivyalı subaylar, Che’yi ne yapacakları sorusuyla yüzleşiyorlar. Onu mahkeme huzuruna çıkartma ihtimali hemen gündemden düşüyor, zira bu durumda dünyanın dikkatinin Che ve Küba’ya çevrileceğine, onlara yönelik sempatinin artacağına kanaat getiriliyor. Neticede Che’nin derhâl öldürülmesine karar veriliyor. Subaylar, resmi raporlara Che’nin çatışma sırasında aldığı yaralar sebebiyle öldüğü bilgisinin geçmesi önerisini kabul ediyorlar. Vallegrande’deki komuta merkezi Félix Rodríguez’i arayıp, 500 ve 600 kodlu operasyonların uygulanmasını emrediyor. 500 Che’yi, 600 ise onun öldürülmesi emrini ifade ediyor. Rodríguez, emir konusunda Albay Zenteno’yu bilgilendiriyor, ama ABD hükümetinin kendisine Che’yi ne pahasına olursa olsun hayatta tutulması talimatını ilettiğini söylüyor. CIA ve ABD hükümeti, Che’yi alıp sorgu için Panama’ya götürmek için helikopterler ve uçaklar ayarlıyor. Ancak Albay Zenteno, emirlere uymak zorunda olduğunu söyleyince, Rodríguez, “varsın tarih kendi yolunda aksın” diyor ve tüm sürecin sorumluluğunu Bolivyalılara bırakıyor.[28]

Rodríguez, bir öğretmen gelip kendisine Che’nin ölümüyle ilgili haberi radyodan dinlediğini söyleyince, Bolivyalıları artık daha fazla oyalayamayacağını anlıyor. Bunun üzerine okula girip Che’ye Bolivyalı komutanların emirlerini aktarıyor. Che, bunun üzerine “Anlıyorum. Belki de böylesi daha iyi. Zaten hiç canlı ele geçirilmemeliydim” diyor. Che, Rodríguez’den eşine ve Fidel’e mesajını iletmesini istiyor. Ardından kucaklaşıyorlar, Rodríguez odadan çıkıyor.[29]

Bir kaynağa göre, La Higuera’daki üst düzey subaylar astsubaylara emri yerine getirmeleri talimatını veriyorlar, hatta Che’yi kimin öldüreceğini belirlemek için kısa çöp çekiliyor. Öğleden önce, kısa çöpü çeken Astsubay Çavuş Jaime Terán, okula gidip Che’yi öldürüyor. Terán odaya geldiğinde, duvara sırtını dayamış hâlde oturan Che, kendisinden ayağa kalkana dek biraz beklemesini istiyor. Terán korkuya kapılıyor ve kaçıyor. Albay Selich ve Albay Zenteno, kendisinin tekrar odaya girmesini emrediyor. Hâlen daha titremekte olan adam okula dönüyor, Che’nin yüzüne bakmadan, göğsüne ve yan tarafına ateş ediyor. Che’ye ateş etmek isteyen başka askerler odaya doluşup onu vuruyorlar.[30]

Félix Rodríguez’in dediğine göre, astsubay çavuştan ateş etmesini kendisi istemiş. Teğmen Pérez’den aldığı M-2 marka karabina tüfekle ateş etmiş. Rodríguez’e göre, Che Bolivya saatiyle 13:10’da vuruluyor.[31]

Jon Lee Anderson ise değerlendirmesinde Astsubay Çavuş Terán’ın Che’yi vurma konusunda gönüllü olduğunu söylüyor. Che’nin son sözleri “beni öldürmek için geldiğini biliyorum. Vur beni, burada sadece bir insanı öldürmüş olacaksın” oluyor. Terán, Che’yi kollarından, bacaklarından, ardından göğsünden vuruyor, ciğerleri bunun üzerine kanla doluyor.[32]

9 Ekim 1967: Sabahın erken saatlerinde birliğe Guevara’yı ve diğer tutsakları öldürme talimatı iletiliyor. Teğmen Pérez, Che’ye öldürülmeden önce bir şey isteyip istemediğini soruyor. Guevara ise boş mideyle ölmek istemediğini söylüyor. Pérez “materyalist” olup olmadığını sorunca Guevara da “belki öyleyimdir” cevabını veriyor. Che’yi vuracak olan Terán odaya girdiğinde, Guevara elleri bağlı bir şekilde ayakta duruyor ve “ne için geldiğini biliyorum, ben hazırım” diyor. Terán kendisine oturmasını söylüyor ve bir süreliğine odadan ayrılıyor. Terán dışarıdayken, diğer bir odaya Huacka ismindeki astsubay çavuş giriyor ve bu odada bulunan Willy’yi vuruyor. Terán geri dönünce, Guevara ayağa kalkıyor, oturmayacağını, ayakta kalacağını söylüyor. Bunun üzerine Terán öfkeleniyor ve Guevara’ya oturmasını söylüyor. En sonunda Guevara, “şunu bil ki burada sadece bir insanı öldürüyorsun” diyor. Terán, elindeki M-2 marka karabina tüfeğini ateşleyip Che’yi öldürüyor.[33]

Akşama Doğru: Üst düzey subaylar ve CIA ajanı Félix Rodríguez, bindikleri helikopterle La Higuera’dan ayrılıp Vallegrande’deki karargâha gidiyorlar. İner inmez Rodríguez, helikopteri hemen terk ediyor, zira Castro’nun adamlarının CIA ajanlarını aradığını biliyor. Yüzünü Bolivya ordusu askerlerinin taktığı keple kapatan ajanı civardaki kimse fark etmiyor.[34]

Che’nin naaşı helikopterle Vallegrande’ye götürülüyor, ardından parmak izleri alınıp mumyalanıyor. [NYT 11 Ekim 1967]

Bolivya Genel Kurmay Başkanı General Ovando, Che’nin ölmeden önce “ben Che Guevara’yım ve başaramadım” dediğini söylüyor.[35]

10 Ekim 1967: W.G. Bowdler, Walt Rostow’a “8 Ekim’deki çatışmalarda ölü ya da yaralı ele geçirilen kişiler arasında Che’nin olup olmadığını bilmediğini” söyleyen bir not iletiyor. Kanaatlerine göre, bu çatışmadan tek bir gerilla bile sağ kurtulmuyor. 9 Ekim günü ise iki gerillanın yaralı ele geçirildiğini, bunlardan birinin muhtemelen Che olduğunu söylüyor.[36]

10 Ekim 1967: Malta Şövalyeleri Hastanesi’nde çalışan Moisés Abraham Baptista ve José Martínez Cazo ismindeki iki doktor, Che Guevara’nın ölüm belgesini hazırlayıp imzalıyor. Belgede denildiğine göre, Che 9 Ekim günü saat 17:30’da hastaneye getirilmiş, yaklaşık kırk yaşında olan Ernesto Guevara Lynch’in ölüm sebebi, göğüs kafesine, kollarına ve bacaklarına isabet eden kurşunlar.” Aynı gün hazırlanan otopsi raporu, Che’nin bedeninde birden fazla kurşun yarasının bulunduğunu tespit ediyor. Otopsi raporu da ölüm sebebinin “göğüs kafesindeki yaralar ve sonrasında yaşanan kan kaybı” olduğunu söylüyor.[37]

10 Ekim 1967: General Ovando, Che’nin bir gün önce saat 13:30’da öldüğünü duyuruyor. Bu açıklamadan, Che’nin Quebrada del Yuro’daki çatışmadan yirmi iki saat sonra öldürüldüğü anlaşılıyor. Bu anlamda, generalin ifadesi, Albay Zenteno’nun ifadesiyle çelişiyor. Sonrasında generalin açıklamasına destek sunmak adına Albay Zenteno sözlerini değiştiriyor.[38]

New York Times’ın haberine göre, Bolivya ordusu kaynaklı raporlar, Che’nin 8 Ekim Pazar günü gerçekleşen çatışmalarda öldürüldüğünü teyit ediyorlar. General Ovando, Che’nin ölmeden önce kimliğini doğruladığını, gerilla harekâtının yanlışlığını kabul ettiğini söylüyor. [NYT 10 Ekim 1967]

Che’nin babası Ernesto Guevara, öldüğünü kabul etmiyor ve öldürüldüğüne dair elde bir kanıt olmadığını söylüyor. [NYT 11 Ekim 1967]

11 Ekim 1967: General Ovando, Che’nin naaşının Vallegrande bölgesine defnedildiğini iddia ediyor.[39]

11 Ekim 1967: ABD başkanı Lyndon Johnson, Walt W. Rostow imzalı bir rapor alıyor: “Bu sabah Che Guevara’nın öldüğü konusunda yüzde 99 emin olduk.” Raporda CIA’in Che’nin canlı ele geçirildiğini, kısa bir sorgu sonrası General Ovando’nun ölüm emrini verdiğini söylediğinden bahsediliyor.[40]

11 Ekim 1967: Walt Rostow, başkana gönderdiği raporda Che’nin öldüğünden yüzde 99 oranında emin olduklarını söylüyor. Açıklamasına göre, Guevara’nın ölümü önemli sonuçlara yol açıyor: “Saldırgan ve romantik devrimciliğin öldüğüne işaret eden bu gelişme, Latin Amerika bağlamında ileride gerilla olmak isteyen insanların cesaretini kıracaktır. Yeni yeni uç veren isyancı pratikleriyle yüzleşen ülkelere sunduğumuz, ‘önleyici tıp’ desteğinin ne kadar sağlam ve güçlü bir destek olduğu görülmüştür. Che’yi köşeye sıkıştırıp ele geçiren İkinci Özel Kuvvetler Taburu, Haziran-Eylül arası dönemde bizim Yeşil Bereliler’imiz tarafından eğitilmiştir.”[41]

12 Ekim 1967: Che’nin kardeşi Roberto, Che’nin naaşını alıp Arjantin’e götürmek istiyor. Bunun için Bolivya’ya gelen Roberto’ya General Ovando cesedin yakıldığını söylüyor.[42]

13 Ekim 1967: Walt Rostow, başkana bir not gönderiyor ve eldeki istihbari bilgilerin Che’nin ölümü üzerindeki şüpheleri tümüyle ortadan kaldırdığını söylüyor.[43]

14 Ekim 1967: Üçüncü ekte “Bolivya hükümetinin isteği üzerine Arjantin polisinden üç memurun La Paz’daki karargâhı ziyaret edip, Che’nin el yazısını ve parmak izlerini tanımlama konusunda görevlilere yardım ettiğinden söz ediliyor. “Bu memurlara formaldehit denilen sıvı içerisinde bulunan iki kesik elin bulunduğu metal bir kutu veriliyor. Uzmanlar, parmak izlerini Guevara’nın Arjantin’de 3.524.272 sayılı kimlik kaydındaki parmak izleriyle kıyaslıyor ve parmak izlerinin aynı olduklarını tespit ediyorlar.”[44]

14 Ekim 1967: Venezuela Merkez Üniversitesi öğrencileri, ABD’nin Che’nin ölümüyle sonuçlanan operasyonlara dâhlinden ötürü bu ülkeyi protesto ediyorlar. ABD’li bir şirketin binası, bir ABD’li yurttaşın evi ve ABD Büyükelçiliği gibi yerlerde gösteriler düzenleniyor.

15 Ekim 1967: Bolivya Cumhurbaşkanı Barrientos, Che’nin küllerinin Vallegrande bölgesinde gizli bir yere defnedildiğini iddia ediyor.[45]

16 Ekim 1967: Bolivya Silâhlı Kuvvetleri, Che’nin ölümüyle ilgili ekler içeren bir bildiri yayınlıyor. 9 Ekim günü yüksek komutanlığın açıkladığı belgeleri temel alan bildiri, La Higuera’da ordu ile Che komutasında hareket eden “kızıl” grup arasında yaşanan, Che dâhil başka isimlerin ölümüyle neticelenen çatışmalar ele alınıyor. Raporda, Che’nin aldığı yaralara bağlı olarak, 8 Ekim Pazar günü saat akşam 8 civarı öldüğünden bahsediliyor. Cesedini teşhis etmek amacıyla Arjantin’den teknik yardım alınıyor. ABD’nin Bolivya büyükelçisi Henderson, şu yorumu yapıyor: “Ölüm belgesinin de otopsi raporunun da ölüm saatini vermediği söyleniyor. Burada maksat, Bolivya ordusundan gelen konuyla ilgili farklı açıklamalar arasındaki uyuşmazlığı gizlemek. Zira bazı kaynaklar, Che’nin çatışma esnasında veya çatışmadan kısa bir süre sonra öldüğünü söylerken, bazı kaynaklar, onun en az yirmi dört saat hayatta kaldığını iddia ediyor.” Elçi devamında, ilk gelen raporların Che ele geçirildiğinde ufak yaraları bulunduğunu, ama sonraki açıklamalarda ve otopsi raporunda birden fazla kurşunun isabet ettiğini söylediğini aktarıyor. Preséncia gazetesinde çıkan yoruma katıldığını söyleyen elçi, “önümüzdeki günlerde bu açıklamalar yeni polemiklere konu olacaktır” diyor.[46]

18 Ekim 1967: ABD Bolivya elçisi, ABD dışişleri bakanlığına Che Guevara’nın ölümünü resmi olarak teyit eden bir mektup gönderiyor.

18 Ekim 1967: CIA’in hazırladığı bir raporda Che’nin yenilgisine sebep olan yanlışlar üzerinde duruluyor: “Che’nin ölümü ve Bolivya’da gerillaların yaşadığı yenilgi, olumsuz bir dizi faktörün ve yapılan muazzam yanlışların birer neticesidir. […] Che’nin Bolivya’daki gerilla mücadelesinin içerisindeki varlığı onun ve diğer liderlerin kurulan pusudan kurtarılmasına dair tüm ümitleri suya düşürmüş, neticede bu insanlar, ölüme veya kaçak hayatına mahkûm edilmişlerdir.” Gerillaların köylülere bağımlı olması da CIA’ye göre bir hatadır. Raporda dile getirilen diğer yanlış da Che’nin Bolivya Komünist Partisi’ne fazla güvenmesidir. Oysa bu nispeten yeni kurulmuş olan parti deneyimsizdir, güçlü bir liderlikten yoksundur, sonrasında da Troçkist ve Çin yanlısı hizipler üzerinden bölünmüş durumdadır. Son olarak rapor, Bolivya ordusunun elde ettiği zaferin esasen askerin eylemlerinin değil, Kastroculuğun yanlışlarının bir sonucu olduğundan söz etmektedir.[47]

18 Ekim 1967: Fidel Castro, Havana’daki Devrim Meydanı’nda düzenlenen, bir milyon insanın katıldığı cenaze töreninde bir konuşma yapıyor. Castro, Che’nin ömrü boyunca emperyalizme karşı mücadele verdiğini, ideallerinin gelecekte kavga verecek devrimci kuşaklar için ilham kaynağı olacağını söylüyor. “Che’nin askeri düzeyde elde ettiği sıra dışı başarılar sebebiyle onun hayatı tarihin şanlı bir sayfasını teşkil etmektedir. Ondaki erdemler, Che’yi gerilla savaşında bir sanatçı hâline getirmiştir.” Castro konuşmasında ayrıca Che’nin katillerinin onun ömrünü adadığı sanatın ve ondaki zekânın ölmediğini görünce hayal kırıklığına uğrayacağını söylüyor.[48]

19 Ekim 1967: İstihbarat ve Araştırma Dairesi Küba uzmanı Thomas L. Hughes, dışişleri bakanı Dean Rusk’a bir rapor gönderiyor. Hughes, bu raporda Che’nin ölümünün Castro’nun ileriye dönük politik stratejilerini etkileyeceğini söylüyor. Neticede Che’nin “kahramanca ölüme giden, model alınacak bir devrimci olarak görülüp övgülere mazhar olacağından” bahseden Hughes, onun bilhassa Latin Amerika gençliği içerisinde önemli bir etkiye yol açacağını söylüyor. Hughes, Castro’nun bu durumu ABD emperyalizmi, Yeşil Bereliler ve CIA’den oluşan düşman kampına karşı yürüttüğü kavgasını meşrulaştırmak için kullanacağını iddia ediyor. Che’nin ölümünün yol açacağı bir diğer sonuçsa Castro’nun devrimi diğer Latin Amerika ülkelerine ihraç etmeye dair beklentilerini bir kez daha gözden geçirmek zorunda kalacak olması. Uzman, “bazı Latin Amerikalı solcular her türden ayaklanmanın yerli kaynaklara dayanması gerektiğini, devrim için gerekli şartları ancak yereldeki partilerin bilebileceğini söyleyeceklerdir” diyor.[49]

8 Kasım 1967: CIA, Küba’nın Che’nin ölümünün intikamını almak için Cumhurbaşkanı Barrientos’a veya General Ovando’ya suikast düzenlemekle tehdit ettiğini bildiriyor.[50]

1 Temmuz 1995: Bolivyalı general Mario Vargas Salinas, Che’nin hayat hikâyesini kaleme alan Jon Lee Anderson’la yaptığı röportajda “gece vakti yapılan defin işlemine katıldığını, Che’nin ve diğer yoldaşlarının naaşlarının Orta Bolivya’da bulunan Vallegrande isimli dağlık bir arazide bulunan kasabanın dışındaki üzeri toprak kaplı bir uçak pistinin yakında açılan toplu mezara gömüldüğünü” söylüyor. Sonrasında, New York Times’da çıkan makalesinde Anderson, Guevara’nın naaşından kalanların bulunup tespit edilmesi için iki yıl harcandığı tespitinde bulunuyor.

5 Temmuz 1997: Che Guevara’nın hayat hikâyesini kaleme alan Jon Lee Anderson, New York Times gazetesine yaptığı açıklamada, Che’nin naaşından kalanlar mezardan çıkartıp kesin bir biçimde kimlik tespiti yapılmasa bile iki uzmanın Vallegrande’de Che’nin naaşını bulduklarından yüzde yüz emin olduklarını dile getiriyor. İskelet içerisinde ellerinin bulunmuyor oluşu, en ikna edici kanıt olarak görülüyor. [NYT 5 Temmuz 1997]

13 Temmuz 1997: Castro ve diğer Kübalı yetkililerin katıldığı, Havana’da düzenlenen törende Che’nin naaşı Küba’ya iade ediliyor. [NYT 14 Temmuz 1997)

17 Ekim 1997: Castro ve binlerce Kübalının katıldığı törende Che Guevara, Küba’nın Santa CIara şehrine yeniden defnediliyor. [NYT, 18 Ekim 1997]

Kaynak

Dipnotlar:
[1] Richard Harris, Death of a Revolutionary: Che Guevara’s Last Mission, W. W. Norton and Company Inc., 1970, s. 60, 73; Ricardo Rojo, My Friend Che, The Dial Press Inc.,1968, s. 193-194; Félix Rodríguez, Shadow Warrior, Simon and Schuster Inc., 1989, s. 157, 198.]

[2] Daniel James, Che Guevara: A Biography, Stein and Day, 1970, s. 250; New York Times, 16 Eylül 1967.

[3] Félix Rodríguez, Shadow Warrior, s. 148.

[4] Rodríguez, a.g.e., s. 162.

[5] James, a.g.e., s. 250, 269.

[6] Rodríguez, a.g.e., s. 167.

[7] Harris, a.g.e., s. 123.

[8] Jon Lee Anderson, Che Guevara: A Revolutionary Life, Grove Press, 1997, s. 785.

[9] Harris, a.g.e., s. 123.

[10] Harris, a.g.e., s. 123.

[11] Harris, a.g.e., s. 123, 124; NYT 28 Eylül 1967.

[12] Rodríguez, Shadow Warrior, s. 184.

[13] Savunma Bakanlığı İstihbarat Raporu, 28 Kasım 1967.

[14] Rodríguez, a.g.e., s. 184.

[15] Harris, a.g.e., 126; CIA Weekly Review, “The Che Guevara Diary,” 15 Ekim 1967.

[16] Harris, a.g.e., s. 126.

[17] Savunma Bakanlığı İstihbarat Raporu, 28 Kasım 1967.

[18] Ricardo Rojo, a.g.e., s. 218.

[19] Harris, a.g.e., s. 126.

[20] Harris, a.g.e., s. 127.

[21] Rojo, a.g.e., s. 219; Daniel James, a.g.e., s. 14.

[22] Harris, a.g.e., s. 127.

[23] Rodríguez, a.g.e., s. 185.

[24] Harris, a.g.e., 127.

[25] Walt Rostow, Beyaz Saray’a Rapor, 9 Ekim 1967. PDF.

[26] Rodríguez, BBC Documentary, “Executive Action”, 1992.

[27] Anderson, a.g.e., s. 793; Rodríguez, Shadow Warrior, s. 193.

[28] Anderson, a.g.e., s. 795; Harris, a.g.e., s. 128, 129; Rodríguez, a.g.e., s. 193; Rodríguez, BBC Documentary.

[29] Rodríguez, BBC Documentary; Anderson, a.g.e., s. 796.

[30] Harris, a.g.e., s. 129.

[31] Rodríguez, BBC Documentary.

[32] Anderson, a.g.e., s. 796.

[33] Savunma Bakanlığı İstihbarat Raporu, 28 Kasım 1967.

[34] Rodríguez, a.g.e., s. 12; Harris, a.g.e., s. 130.

[35] Daniel James, a.g.e., 8.

[36] William Bowdler, Beyaz Saray’a Rapor, 10 Ekim 1967. PDF.

[37] ABD La Paz Elçiliği, Mektup, 18 Ekim 1967.

[38] James, a.g.e., s. 15.

[39] James, a.g.e., s. 19.

[40] Rostow, “Death of Che Guevara”, 11 Ekim 1967.

[41] Rostow 11 Ekim 1967.

[42] Anderson, a.g.e., s. 799.

[43] Rostow 13 Ekim 1967.

[44] ABD La Paz Elçiliği, Mektup, 18 Ekim 1967.

[45] Harris, a.g.e., s. 130.

[46] ABD La Paz Elçiliği, Mektup, 18 Ekim 1967.

[47] “Ernesto ‘Che’ Guevara Serna’nın Ölümü Üzerine Yorumlar”, 18 Ekim 1967.

[48] Anderson, a.g.e., s. 798; Castro's Eulogy, 18 Ekim 1967.

[49] İstihbarat ve Araştırma Dairesi Raporu, “Guevara’nın Ölümünün Latin Amerika İçin Anlamı”, 19 Ekim 1997.

[50] CIA raporu, 8 Kasım 1967.