07 Ekim 2024

, ,

O Boyun Eğmeyen İrade Yoluna Devam Edecek

Abdülcevad Ömer Söyleşisi


Louis Allday

17 Kasım 2023

 

Bu söyleşiyi kabul ettiğin için sana çok teşekkür ederim, Abdülcevad. 

Mondoweiss’ta çıkan “Filistin İçin Mücadelede Ümit Verici Patolojiler: Adam Shatz’e Cevap” isimli son makalenin aklımı başımdan aldığını söylemem gerek. Dolayısıyla, seninle konuşmak mutluluk verici.

Kaleme aldığın makalede, Adam Shatz’in London Book Review’de [“Londra Kitap Eleştirisi”] çıkan “Kinci Patolojiler” isimli makalesine cevap veriyorsun, ama aslında yazı, çok daha fazla şey söylüyor. Dürüst olmam gerekirse, 7 Ekim’le ilgili bugüne dek okuduğum en iyi yazı. Shatz’in makalesine hangi gerekçelerle cevap verdin, cevap vermeyi neden önemli gördün?

Adam Schatz’in makalesinde beni asıl rahatsız eden şey, ondaki Filistinlilerin uyguladığı şiddete yönelik tiksinti veya Gazze’de yaşanan olaylara dair izlenimini muhafaza etmek adına, İsrail ordusunun uyguladığı sansürün, yanlış ve yanıltıcı bilgilerin biçimlendirdiği İsrail dilinin benimsenmiş olması değil. Makaledeki asıl mesele, Shatz’in direnişi indirgemeci bir yaklaşımla ele alması, direnişi “ilkel dürtüler”e ve kontrolsüz tutkulara indirgemesi, bunun dışında, her türden ihtimali görmezden gelmesiydi.

Eleştirimde değinmedim ama aslında bu maraz, sadece Shatz’e değil, tüm liberallerin analizlerine has. Judith Butler gibi isimler, direnişi ahlaken çöpe atıyorlar ama genel manada liberaller, direnişin politik potansiyelini önemsizleştiriyorlar. Bu arada, Butler makalesinde yas meselesine odaklanırken, Shatz, en azından direnişin politik ve askeri mantığına, bunun yanında, taşıdığı imkânlara dair kafa yoruyor. Ama bunu yaparken Shatz, nihayetinde bu imkânları distopik ve karanlık olgular olarak ele alıyor, buradan da onları faşizmdeki yükselişin kaçınılmaz bir sonuç olduğunu söylüyor. O, bize sadece bir kâbustan bahsediyor.

Bence düşünürler, sadece kâbuslardan bahsediyorlarsa, bilerek ya da bilmeyerek statükoyu onaylayıp ona destek sunuyorlardır. Bize canavarları anlatıp, bizim mevcut yapılara bağlı kalmamızı, gerçekliğin olduğu gibi sürüp gitmesi için çalışmamızı, hatta Gassân Kenefâni’nin dediği gibi, Filistinlileri kendilerinin olmayan bir dünyada yaşamaya devam etmeleri yönünde teşvik etmemizi söylüyorlar. Shatz’e göre kâbus ufukta görünmüş durumda, oysa biz Filistinliler, zaten 75 yıldır bir kâbusun içinde yaşıyoruz.

Burada tam anlamıyla politik bir günah söz konusu. Çünkü bugün Filistin direnişi, duyguların tutkularla iç içe geçerek oluşturduğu bir yapı üzerinden hareket ediyor. Tüm güçlü yanlarını açığa çıkartmak için uğraşıyor, politik ihtimaller denizine açılmak için elindeki en ufak gücü devreye sokuyor. Bunu da tarihte bir yarık açmak için yapıyor. Evet, bir kâbusun gerçek olması olası, evet, Filistin direnişi kusursuz değil, ama kâbus da bu mücadelenin sunacağı yegâne şey değil.

Müttefik bildiğimiz ama bu olasılıklara mani olan kişileri ben “affedilemez” buluyorum. Şiddete yönelik tiksintiyle veya Filistinlilerin eylemlerine dair, ahlak düzleminde dile getirilmiş kınamalarla zerre ilgilenmiyorum. Her türden kurumun ortaya koyduğu direniş eleştirilmeli.

Ben inatla, tarihin de ortaya koyduğu biçimiyle, Gazze denilen hapishanede olan biten her şeyin takdim edilenden çok farklı olduğunu söylüyorum. Ben, burada Filistinli savaşçıların sivil öldürmediklerini tabii ki söylemiyorum. Sadece bize takdim edilen imajın en iyi hâliyle eksik olduğunu iddia ediyorum. Bu savaş sona erdiğinde, meselenin daha karmaşık yönlerini ele alan bir dilin geliştirilmesi gerekiyor.

Ama bugün birçok düşünür, düşünceye karşı, düşünme pratiğine karşıt bir tutum alıyorlar. Düşünmeye yönelik reddiye, faşistlerden bekleyeceğimiz bir davranış biçimi, solculardan veya ilericilerden değil. Zizek, bu tutumun başka bir örneği. Adam, Filistinlilerin eylemlerini ve ortaya koyduğu direnişi Filistin’deki mahrumiyetin ve umutsuzluğun bir yansıması olarak ele alıyor. Nedense o çok başarılı felsefeciler ve yazarlar, birden birer indirgemeciye ve ideologa dönüşüyorlar.

Filistinliler umutsuzluğa düştüklerinde ve yüzlerini direnişe çevirmediklerinde, Mahmud Abbas’a yani birer işbirlikçiye dönüşüyorlar. Bu da onları sahneden silip atıyor, değersizleştiriyor. Direniş her daim umut verici bir marazdır, nihayetinde zaferi getirmese bile böyledir.

Senin sözlerin bana Mehdi Amil’in “Direnmediğin sürece yenilmezsin” sözünü anımsattı. Filistin direnişine yönelik düşünceyi çöpe atan tepkilere dair sözlerini düşünürken aklıma 7 Ekim sonrası içlerinde Filistin davasına görünüşte destek sunanlar da dâhil çok az sayıda insanın böylesi bir operasyonun yürütülmesi konusunda belirlenmiş stratejik hedefleri ve niyetleri değerlendirmeyi istemedikleri veya değerlendirmedikleri gerçeği geldi. Birçok kişi, 7 Ekim operasyonunu basit bir yaklaşımla ele aldı, onu Gazze’nin uzun süredir işgal altında oluşunun ve bu işgalin yol açtığı çilenin sebep olduğu öfkenin ve şiddetin kaçınılmaz veya kendiliğinden patlaması olarak değerlendirdi. Sense makalende, İsrail’in olaylara dair sözlerinin hiçbir hükmünün kalmadığı koşullarda, bu yaklaşımın neden yanlış ve kibirli bir yaklaşım olduğunu net bir dille ifade ediyorsun. Burada argümanını kısaca izah edebilir misin?

Direniş, derin köklere ve uzun bir tarihe sahip. Batılı aydınlar da birçok Filistinli de direnişler arasındaki bağları büyük ölçüde görmezden geliyorlar. Filistin üniversiteleri, direniş çalışmaları konusunda akademik programlar hazırlamıyorlar. Bu, bence üzerinde durulması gereken, ihmal edilen bir husus.

Yezid Sayig’in Filistin devriminin çöküşünü doğru bir biçimde tasvir eden detaylı akademik analizleri bile kapsamlı çalışmalar değil. Bazen hatta bu çalışmalar, Filistinlilerin uluslararası sisteme zarar verme becerisi konusunda kötüleyici bir dil kullanıyorlar. Yoldan çıkmış, zındık olarak görülen Filistinli savaşçı ile ilgili klişe, meselenin anlaşılmamasını sağlıyor. Bu tür klişelerin şarkiyatçılığın ürünü olduğunu görmek gerekiyor.

İlgili şarkiyatçı dil, Mahmud Abbas gibi isimleri işbirlikçi tutumları ve Filistinlilere uyguladığı işkence sebebiyle övüyor, hatta bu tür isimleri politika ve ahlak düzleminde meşrulaştırıyor, buna karşılık, Filistinli savaşçıyı düşünsel alanda ilgilenmeye değer bir olgu olarak görmüyor, onu idrak etme gereği bile duymuyor.

Filistinlilerin mücadelelerini dile dökecekleri alan, hukuk alanıyla ve liberallerin mağduriyet üzerine kurulu yaklaşımları ile sınırlı. Liberallerin bu yaklaşımları, faillik, sivil direniş ve sivil itaatsizlik gibi konuları yüzeysel ele alıyor, buna karşılık, Filistinli kurtuluş örgütlerini besleyen koşulları ve Filistinlilerin yüzleştikleri ağır gerçekleri görmezden geliyor. Çelişkili ama belki de utanç verici bir tutum dâhilinde, birer askere dönüşmüş olan, Filistinli savaşçıları ve onların askeri mantığını idrak etme meselesine yoğunlaşan âlimlerse, direnişi onun altını oyup mağlup etmek için anlamaya çalışıyorlar.

Gazze’de yaşanan olaylar konusunda ise şu söylenebilir: Filistinlilerin askeri stratejisi, askeriyeye ve güvenlik kurumlarına ait tesisleri hedef alma, yerleşimleri ele geçirme ve bölgenin derinliklerine nüfuz etme üzerine kuruluydu. Bu gerilla taktiğinde amaç, İsraillilerin toprakları ele geçirme çabalarına engel olmanın yanında, İsrail’in saldırı imkânlarını ortadan kaldırmak ve müzakere için alan açmaktı. Bu yaklaşım, bize örtük olarak İsrail’in Filistinli eylemcilerin saldırılarına verdikleri cevaplarda İsraillilerin hayatlarına pek saygı duymadıklarını ortaya koydu.

Burada şu gerçeği vurgulamak gerekiyor: Filistinlilerin direnişi, bir açık bulmayı, fırsat kollanacak anlarda çatlaklar belirlemeyi tek çare olarak gören, düşmanından daha zayıf bir güç olarak hareket ediyor. Operasyona iki ilâ üç bin savaşçı dâhil oldu. Saldırı, her iki tarafı da şaşırttı. Düşman arazisine sızanlar da savunmaya geçenler de kafa karışıklığı yaşadılar.

Eğer eylemcilerin derdi, ayrım gözetmeden, karşılarına çıkanları öldürmek olsaydı, ilk günlerde yaralı ve ölü İsrailli sayısı çok fazla olurdu. Kullanılan güçlerin sayısı, bu güçlerin ikmal edilme yöntemleri ve tüm bölgelerde kurdukları hâkimiyet, bize bunu söylüyor. Sivil alanlarda saatlerce çatışmış olsalardı, o binlerce savaşçı, daha fazla ölüme sebep olurdu.

Diğer üzerinde durulması gereken husus ise militarizmin İsrail toplumunun iliklerine işlemiş olduğu gerçeği. Saldırılarda birçok insanda silâh olduğu görüldü, çok sayıda İsrailli silâh kullandı. Twitter’da ilk günler birçok İsrailli gazetecinin ve yurttaşın Filistinli savaşçıların asker ya da polis değil, bizzat sivillerce püskürtüldüğünü ve öldürüldüğünü söyleyen mesajlara rastlandı. Demek ki eylemciler, sadece askerle ve özel birimlerle çatışmaya girmemişlerdi, aslında asker olan siviller ve askeri eğitim almış polisler de çatışmalara dâhil oldu. Bunlar, genel resmin çok küçük bir parçası ama gene de önemli. Çünkü İsrail, bu süreçte Gazze’deki Filistinlileri soykırıma uğratma niyetini açıktan beyan etmek için moral düzeyinde aldığı yara bereyi bir biçimde kullandı ve onu bu maksatla devreye soktu.

Sahayı bilen her gözlemci, ordunun kimliğinin merkezinde durduğu, yerleşimlerdeki nüfusa güvende olduklarına dair bir his vermek zorunda olduğu gerçeği dikkate alındığında, İsrail’in Aksa Tufanı Operasyonu neticesinde büyük bir darbe aldığını söylüyor. Sence bu, İsrail’in aşamayacağı, üstesinden gelemeyeceği türden bir psikolojik darbe midir? Uzun vadede bu darbe ne tür sonuçlara yol açacak? Bilhassa İsrail ordusunun bugünlerde, Gazze’de ve yoğunluğu ile kapsamı giderek artan Hizbullah saldırıları neticesinde kuzeyde yaşadığı kayıplar konusunda neler söyleyebilirsin?

Siyonistlerdeki üstün olduklarına dair anlayışı paranoyak bir dünya anlayışı biçimlendirdi. Siyonizmin kurucu babalarından olan Zev Jabonitski’nin dile getirdiği biçimiyle, Demir Duvar anlayışını merkeze koyan askeri doktrin bu anlayışı besledi.

İsrailliler “varoluşsal kaygı”nın pençesinde kıvranıyorlar. “Yahudi devleti”nin bekasını dert edinen kapsamlı bir korku yönetiyor onları. Düşünce kuruluşları, gazeteleri ve askeri dergileri incelendiğinde Filistin nüfusundaki artış, Filistin direnişi, İran’ın nükleer programı, hatta Arap ordularının imkân ve becerileri gibi tehdit algılarına kafayı takmış oldukları görülüyor. İsrail, her zaman tetikte olmak zorunda olan, dünyayı farazi veya gerçek, yakın ya da uzak herhangi bir tehdit var mı diye durmadan tarayıp duran bir ülke.

Oysa bu sürekli tetikte olma hâli, bilinmeyeni bilme dürtüsü, her şeyi paranoyak bir çift gözle sürekli kontrol altında tutma arzusu, onca gelişmiş gözetleme teknolojisi, istihbarat faaliyeti, siber alandaki imkân ve beceriler, yapay zekâ, savunma ve saldırı amaçlı askeri stratejiler, İsrail’i o Demir Duvar’ın aşılamayacağına inanmaya itiyor. Oysa bizatihi bu inancın kendisi bir kusur.

7 Ekim günü İsrail’in güvenlik duvarı delindi. Sürekli dillendirilen tehditlere ve kabul edilen zarar görme ihtimallerine rağmen ülke, kendisini güvende olduğuna ikna etti. Zarar görme ihtimaline ilişkin kamusal alanda süren tartışma, çelişkili bir biçimde, yenilmezliğe dair yanlış bir anlayışa sebep oldu. Sonrasında Arap ülkeleriyle normalleşme çabaları bu anlayışı besledi.

Dolayısıyla, 7 Ekim olayları, bu ülkenin hiçbir şekilde zarar görmeyeceğine dair yanılsamaya son verdi. Bir tehdidi veya zarar görme ihtimalini soyut bir ihtimal olarak ele almakla onunla travmalara yol açacak bir gerçeklik olarak yüzleşmek arasında önemli bir fark söz konusu. Kısa süre içerisinde bu zarar görme ihtimali, potansiyel bir risk olmaktan çıkıp ülkeyi harap edecek bir gerçekliğe evrildi, “yıkıcı bir deneyim”e dönüştü. Sanki “Tanrı”, aniden onların ölümlü olduklarını anlamış gibiydi, başka bir ifadeyle, tanrı, her şeyden önce İsraillilerin insan olduğunu keşfetmişti. Tam da bu sebeple operasyon sonrası İsrail’in liberalleri, hatta sözde solcuları birer faşiste dönüştü. Ben Gvir, birkaç küçük istisnayla yüzleşildiği koşullarda, İsrail’in kolektif sesi olarak çıktı sahneye.

Bana kalırsa, bu deneyimin kapsamı ve derinliği, Gazze, Batı Şeria ve Lübnan’da hâlihazırda sürmekte olan savaşa bağlı. İsrail, gerçekleştirdiği saldırı dâhilinde o ağır yenilgi sonrası bir zafer anlatısı inşa edip halkını ona bağlayabilecek mi göreceğiz. Süre giden harekâtın sonuçları ne olursa olsun, İsrail’deki güvenlik aygıtına ve orduya yönelik güven ve bağlılık zayıfladı.

İsrail, saldırıya ilk elden Nekbe’yi ve etnik temizliği anımsatan bir tepki verdi. Sonra Batı Şeria’daki Filistinlileri ve Gazzelileri Sina Yarımadası’na sürme ihtimali gündeme geldi. Buradan şunu söylemek gerekiyor: İsrail, uluslararası planda Filistin’deki gerçeğe kör bakma arzusu olduğunu gördüğü vakit, bu yüzyılda yeni bir Nekbe’yi gerçekleştirmeye çalışacaktır.

Son beş hafta içerisinde İsrail’in Gazze’ye yönelik uyguladığı şiddet, dünya genelinde kınamalarla ve halkın öfkesiyle, geniş katılımlı eylemlerle, yürüyüşlerle, Filistin’le dayanışma amacıyla dünya ölçeğinde yapılan başka türde doğrudan eylem türleriyle karşılandı. Bu gelişme sence ne kadar önemli? Uluslararası dayanışmanın bu mücadelede önemli bir faktör hâline gelebileceğini düşünüyor musun?

Birçok kişi, Filistin’le dayanışmanın mücadelemizin işitildiğini gösteren, psikolojik rahatlama sağlayan desteği Filistinlilere sunmayı ifade ettiğini düşünüyor. Bense daha çok denklemin diğer tarafıyla, Filistinlilerin mücadelesinin küresel kuzey, Arap dünyası ve küresel güneydeki insanlar için kurumsal, ekonomik ve yapısal gerçekleri ifşa ediyor oluşuyla ilgileniyorum.

Bence Filistin mücadelesi, gerçekleri ifşa ediyor, faşizmi aleni kılıyor, ilgili toplumlarda yaşanacak radikal politik ve ekonomik değişimin gerçekleşeceği yolları gösteriyor. Daha doğrusu, bu yolları göstermek zorunda.

Filistin, ne milliyetçi ne de dini bir dava. İnsana kendisini iyi hissettirecek bir olgu olarak da görülemez. O, salt ateşkesi sağlama amaçlı bir hareket değil.

Biz, dünyaya kanımızla, bilhassa adil, ekonomik açıdan eşit, sömürgelikten kurtulmuş, ırkçı tutumlardan arınmış bir dünya isteyenlere bir hediye sunduk. Öncülük ettiğimiz dünya, emperyalizmlerin gizli söylemlerini ifşa ediyor, iktidar merkezlerini şizofrenik duruşlarını ve riyakâr tutumlarını ortaya sermeye zorluyor. Filistin mücadelesi, tam da bu sebeple evrensel bir mücadele, Filistin, tam da bu sebeple hakikatin onun değersizleştiği, ciddiye alınmadığı momentte yoğunlaştığı bir yer. Filistin, aynı zamanda emperyalizmin merkezlerinde ırkçılıkla yoğrulmuş eşitsizliklerin çilesini çekenlerin Filistin’de ve verdiği mücadeleyle politik düzlemde doğalında ilişkilenebildiği bir ülke.

Filistin mücadelesi solu harekete geçirdi, yeni politik eylemlilik biçimlerinin inşa edilmesine katkı sundu. Tam da bu sebeple İsrail yanlısı ağlar, bugün korkutma ve gözdağı taktikleriyle tartışmalara son vermek için uğraşıp duruyorlar.

Bununla birlikte, salt politik açıdan, Filistin’de uzun savaş konusunda belirli bir uzlaşmanın bulunmaması, dünya genelinde halkların hareketliliğinin açığa çıkarttığı enerji ve savaş karşıtı hareketlerin yeniden canlanması, politik iktidara baskı uyguladı ve Gazze’de İsrail’in gerçekleştirdiği saldırıların alanını daralttı.

Anlaşılır kimi sebepler neticesinde dünyanın önemli bir bölümü, geçen ay içerisinde Gazze’ye odaklanırken İsrail, senin de bulunduğun Batı Şeria’da uyguladığı şiddetin düzeyini yukarı çekti. 7 Ekim’den beri orada neler olup bittiğinden biraz olsun bahsedebilir misin, bu yaşananlar, Filistin’de Siyonist yerleşimci sömürgeciliğe karşı verilen genel mücadeleyle ne tür bağlantılara sahip?

Bugün Batı Şeria’da ayrı ama iç içe geçmiş iki mücadeleye tanık olunuyor. İlki, halkın İsrailli yerleşimcilere ve orduya karşı gerçekleştirdiği eylemleri içeren silâhlı direniş. İkincisi ise Filistin Yönetimi’ne karşı sürdürülen politik mücadele. Bu iki çelişkiyle birbiriyle bağlantılı, ama ikisi, hem aynı anda hem de birbirinden ayrı şeyler olarak yaşanıyor.

Bilhassa göçmen kamplarında, köylerde ve eski şehirlerde Filistinli işçiler, Filistin Yönetimi’nden kopuyorlar. Bunun sonucunda söz konusu bölgelerde silâhlı gruplar oluşuyor. Üst ve orta sınıfa mensup, Filistin Yönetimi’ne bağımlı ve politik olarak onunla yürüyen kişiler, bu silâhlı harekete şüpheyle yaklaşıyorlar. Bu desteğe karşın Filistin Yönetimi, önemli itirazlarla yüzleşiyor. İçteki ayaklanmaların ve İsrail’deki politik yapıların Ben Gvir ve ona bağlı yerleşimci hareketinin açıktan dile getirdiği, ama çoğunlukla gizli kalan arzularının baskısıyla Filistin Yönetimi, İsrail’le güvenlik konusunda işbirliği yapıyor. Oysa bugün Siyonist hareket, bu bağımlılık ilişkisinden kopmak niyetinde. Zira Siyonist hareket, askeri tavır geliştirme konusunda kararlı, bu anlamda, Filistinlileri topraklarından kopartmayı amaçlıyor. Baskının üçüncü biçimi ise Amerikalı, Avrupalı ve Arap paydaşların kayıtsızlığından kaynaklanıyor. Bugün dur-bekle stratejisini benimsemiş olan Filistin Yönetimi, Gazze’deki direniş dayanmayı ve ivme kazanmayı becerirse, kendisini dezavantajlı bir konumda bulabilir.

Hâlihazırda İsrail ordusu, Batı Şeria’da kapsamlı operasyonlar yürütüyor. Bu şehirde, özellikle kuzeyindeki Tulkerim ve Cenin gibi şehirlerde varolan özsavunma alanlarında hiçbir engelle karşılaşmadan, özel operasyonlar yürütüyor, insanları tutukluyor. Buna karşılık, Batı Şeria’da Filistinliler kitlesel gösteriler düzenliyorlar, İsrail güçleriyle çatışıyorlar. Ayrıca İsrail, politik ve toplumsal eylemcileri tutukluyor.

7 Ekim’den beri Batı Şeria genelinde 2.000’in üzerinde Filistinli tutuklandı. İsrail ordusu ve yerleşimciler, bu süre zarfında 200 kadar Filistinliyi katletti. Endişe verici olansa İsraillilerin bir yandan da Batı Şeria’daki yerleşimcileri silahlandırıyor olması. Bu çalışma neticesinde şehirde İsrail ordusu yanında bir de aktif silâhlı bir milis kuvveti oluşturuldu.

Kısa süre önce Amid Falih’in bir makalesini yayımladık. Falih o makalesinde 7 Ekim’in Oslo Anlaşmaları’nın ölümünü ifade ettiğini söylüyor. Sen bu görüşe katılıyor musun? Katılıyorsan eğer, sence 7 Ekim özelde Batı Şeria, genelde Filistin kurtuluş hareketinin geleceği konusunda neyi ifade ediyor?

Ben de analize katılıyorum ama bir şerh düşüyorum. Zira ben, zaferin de yenilginin de olası sonuçlar olduğunu düşünüyorum. Filistin Yönetimi’yle ve neoliberal politik paradigmayla yaşanan bu çatışmadan güçlenerek çıkmamız mümkün. Ama aynı zamanda Gazze’de Dayton’ın geliştirdiği güvenlik doktrininin yeniden uygulanması için gerekli zemini teşkil edecek bir şokla da yüzleşilebilir.

Savaş, geçici bir andır. Ben, farklı bir sonucun oluşmasını umut etsem de Filistinlilerin hayatta kalmak için çaba harcayan, savunmasız bir halk olduğunu görmemiz gerekiyor. Filistinliler, kendilerini yok etmeye çalışan güçlere karşı hayatta kalmak için hem İsrail’le işbirliği kuruyorlar hem de ona karşı direniş sergiliyorlar. Bunlar, birbirinden farklı yaklaşımlar olsa da özünde her ikisi de hayatta kalmak için geliştirilmiş stratejiler. Gazze’de bugün süren çatışma, Filistinlileri bu hayatta kalma stratejilerinden birini çöpe atıp diğerine bağlanmak zorunda bırakabilir.

İsrail’in ABD’nin askeri yardımına ve desteğine bağlılığının ölçüsü geçen ay içerisinde çarpıcı bir biçimde görüldü. Artık İsrail’in kendi başına ayakta kalabilecek bir güç olmadığı herkesin malumu. Tam da bu sebeple bölgesel savaş riski mevcut. Siz, ABD yönetici sınıfının İsrail’le ilişkilerinin yeniden gözden geçirildiği koşullarda bu sınıfın önemli bir kısmının İsrail’i ABD çıkarları için bir ayak bağı olarak görmesi mümkün mü? Görmeleri durumunda bu ne tür sonuçlar doğurabilir?

Amerikan yönetici sınıfının İsrail’in stratejik bir yük olduğunu kabul edebileceğini sanmıyorum. Son yirmi yıl içerisinde İsrail’in stratejik değeriyle ilgili şüpheleri müesses nizama mensup kişiler dillendirdiler. Orduya ve dış politikaya hizmet eden, prestijli kurumlarda çalışan kimi uzmanlar, profesörler ve dış politika âleminin önemli akademisyenleri benzer tespitlerde bulundular. Ama gene de İsrail lobisinin gücünü ve nüfuzunu koruduğunu, ABD’nin tarihsel, kültürel ve seçimle alakalı sebeplere bağlı olarak gelecekte de İsrail’den kopmayacağını görmek gerek.

Lobinin argümanı da Amerika’nın Ortadoğu’daki konumuna dair tespitler de Filistin meselesinin kaçınılmaz bir sonuç olduğuna, dünyanın gidişatıyla bir alakasının bulunmadığına dair hatalı inancı temel alıyorlar. Bu bakış açısı, Gazze ve Batı Şeria’da süregiden çatışmalarda İsrail hedeflerine ulaşamazsa boşa düşer ve onun temelsiz olduğu görülür.

Fakat belki de diğer bir önemli husus da İsrail’in Hizbullah’ı ve İran’ı saldırılardan caydırmak için Amerika’nın askeri gücüne ihtiyaç duyması. Kendi toplumu bile o ilân ettiği bağımsızlığın bir komedi olduğunu görüyor. Siyonistlerdeki İsrail’in “Yahudi”lere ait bağımsız gücün cisimleşmiş hâli olduğuna dair inanç aşınıyor.

Politik açıdan süreçte ABD, İsrail siyasetine, uzun vadede gerçekleştireceği yürüyüşe, iç siyasetine ve kimi politik adımlarına daha fazla hâkim olacakmış gibi görünüyor. Bu, Filistinliler için hayırlı bir gelişme değil. İsrail’in Amerika’ya ait askeri endüstrilere, finansal güce, diplomatik nüfuza ve bölgede kurduğu ittifaklar sistemine yönelik bağımlılığın ne düzeye ulaştığını görmek gerekiyor. İlişkilerde üstün olan ABD. Bu anlamda, “Vaşington’a uzanan yol Tel Aviv veya Kudüs’ten geçer” anlayışı terse dönmüş durumda. Tel Aviv, gerçekte kırılgan yapısını muhafaza eden Amerika’ya ait gücün bir karakolu.

Bu söylediklerime ek olarak, İsraillilerin 7 Ekim olaylarını Amerika’nın ve Avrupa’nın gücünü artırmak, politik ve stratejik gerçeklerle hesaplaşıp, onları yeniden tarif etmeye çalışmak için kullandığını ifade etmek gerekiyor.

Geçen ay içerisinde tanık olduğumuz olayların yol açtığı dehşete, Gazze ve diğer yerlerde insanların çekmekte olduğu çileye rağmen ben, gene de Filistin’de Siyonist sömürgeci projenin sonunu getirecek sürecin başladığına inanıyorum. Bu görüşüm sence fazla iyimser olan, gerçek dışı bir değerlendirme mi yoksa sen de böyle mi düşünüyorsun?

Dünya, yaşananlardan şu dersi çıkartmalı: Filistin mücadelesi, tüm kuşakları kucaklayan bir mücadeledir. İlk elden alınacak sonuçlara bakmadan ilerler. Filistinliler, her türden çatlağı kullanmaya çalışır, yeni yollar açmak için uğraşır, örgütler kurar, topraklarını geri almak için kültürel, toplumsal, ekonomik ve teknolojik kaynaklarını harekete geçirir. Onlarda yola devam etme konusunda kimsenin boyun eğdiremediği bir irade mevcuttur. Rüzgâr tersten esmeye başlasa da yenilgi yerleşik bir hâl alsa da o iradeyi kimse kıramaz. Onlar, yorulmak nedir bilmeden, adalet peşindedirler. Mevcut çatışma, hayatta kalma çabası içerisinde önemli ve yol açıcı bir gelişmedir. Uzun vadede olacaklara dair bir işarettir.

Şuan elimizde analizinizi destekleyen bir dizi gösterge mevcut. Filistin, dünya sahnesine acilen ele alınması gereken bir mesele olarak çıkıyor. Buna ek olarak, Filistinlilerin direnişi, Gazze’de İsrail’in yürüttüğü operasyonları içinden çıkılmaz bir hâle sokan, aktif bir ittifak sistemi meydana getirdi. İsrail, aynı zamanda ekonomik, politik ve psikolojik bir yükü omuzlamak zorunda kalıyor. Bu yük, İsrail’i fedakârlıkta bulunmaya itse de aynı zamanda onu nüfuzunun ve elindeki imkânların sınırlarını kavramak zorunda bırakıyor. Oluşacak sonuçlar, çatışmanın nasıl ilerleyeceğine ve bölgede tırmanma potansiyeline bağlı olsa da eldeki ilk işaretler, İsrail’in 7 Ekim olaylarını aşacak yenilgilerle yüzleşebileceğini ortaya koyuyor.

İsrail’in Gazze için belirlediği stratejik hedeflerin bir yönü yok. Taktiksel kimi başarılar ulaşsa da askeri operasyonlar için belirlenmiş sınırlı süre dâhilinde uzun vadeli stratejik kazanımlar elde etmesi pek mümkün değil. Şu önemli: Amerika’nın bölgedeki politik ve askeri faaliyetleri, İsrail’in Gazze için belirlediği operasyon süresiyle uyumlu değil. İsrail, meseleye dikkatle yaklaşıyor ve yavaş hareket ediyor. Stratejik düzlemde çatışma süresini uzatmakta olan Filistin direnişini net bir müdahaleyle aşamayacakmış gibi görünüyor. Direniş, kısa süreli çatışmadan ziyade, savunma amaçlı muharebe için kendi kaynaklarını ve personelini korumayı amaçlıyor, bu bağlamda, uzun soluklu bir mücadeleye hazırlanıyor.

Hizbullah’ı ve İran’ı saldırıdan vazgeçirme çabalarının da en iyi hâliyle geçici çözüm olduğunu söylemek gerekiyor. Diplomatik çözüm yolu bulunamazsa ve kırmızıçizgiler aşılacak olursa, Beyrut ve Tahran’da yapılan stratejik hesaplarda hızlı bir değişikliğe tanık olunabilir.

Amerikalı ve İngiliz yurttaşlar, Filistin-İsrail çatışmasına ilgi göstermeseler de artan enflasyon, ekonomideki zayıflama ve askerlerinin İsrail yanında savaşa girme ihtimali gibi meselelerle yüzleşmek zorunda kalabilirler.

Tam da bu sebeple ABD, bugün İsrail’in askeri operasyonlarını yoğunlaştırıp hızlandırmasını istiyor. İsrail ise sadece sivil kayıplara gelecek muhtemel tepkileri dert etmekle kalmıyor, ayrıca askeri düzeyde, ülke içerisinde kamuoyunun duygularını ve düşüncelerini olumsuz yönde etkileyebilecek kayıpların yaşanmasından da korkuyor.

Hâlihazırda İsrail, 360.000 üzerinde yedek askerini seferber etti. Ayrıca İsraillileri Lübnan sınırına ve Gazze’ye gönderiyor. 200.000’den fazla İsraillinin ülkeye dönmesi bekleniyor. Oluşan ekonomik yük, turizm, tarım, restoranlar, barlar, yüksek teknoloji gibi çalışanlarının önemli bir kısmı askerde olan sektörleri etkiliyor.

Hizbullah’ın baskılarını artırmasıyla İsrail, kararlar almak zorunda kalıyor. Bu noktada, İsrail savaşın alanını genişletip genişletmeyeceğine, bu fedakârlıkta bulunma isteği ile birlik ruhunu Hizbullah’la kapışmak için mi yoksa savaşın dozunu düşürmek için mi kullanacak, karar vermek zorunda. Ayrıca bir de Gazze’deki Filistinli örgütlerin rehin tuttukları İsraillilerin ailelerinin uyguladığı baskılar var. Orta vadede net zaferler elde edemezse, İsrail, halkını bu düzeyde seferber edemez.

Bugün görülüyor ki İsrail zafere ulaştığına dair bir imajı oluşturma çabası içerisinde. Böylelikle 7 Ekim olayları sonrası İsrail ordusu ve istihbarat aygıtı nefes alacak.

Vaktini ve bu çok önemli analizlerini bizimle paylaştığın için sana çok teşekkür ederim, Abdülcevad. Buraya değinmediğimiz, ama senin önemli görüp eklemek istediğin başka bir konu var mıydı?

Ben teşekkür ederim, Louis. Üzerinde durulması gereken bir husus da Filistin yanlısı kişilere yönelik saldırılar. Etnik-milliyetçi faşizmi reddedenlerin antisemitizm damgası yemeleri trajik değilse bile komik bir durum.

Son dönemde antisemitik görüşler dillendiren Hristiyan Siyonistlerin Vaşington’daki gösterilerde Yahudi cemaatine mensup sağcı Siyonistlerle güç birliği yaptıklarına tanıklık ettik. Bu ittifak, Yahudilerin tehlikede olma ve zarar görmeye dair hafızalarının bir tür silâha dönüştürüldüğünü ortaya koyuyor. Artık bu hafıza, bizatihi antisemitistlerin bir silâhı. Dahası, antisemitizmin kullandığı söylemler, sadece Filistin yanlılarını susturmak için kullanılmıyor, ayrıca bunlar, Filistinlilere ve mücadelelerine Yahudilerin ve ilericilerin sundukları desteği ortadan kaldırmayı amaçlıyorlar.

Öğrenci örgütlerinin yasaklanmasıyla, Filistin haklarına destek sunan tanınmış insanların peşine düşülmesiyle birlikte yaratılan korku iklimi, tam da George Orwell’in romanında bahsini ettiği şeye denk düşüyor. Bugün gerçek cesaret, korkulara rağmen hakikati söylemeyi, eleştirel sorguyu kesintisiz bir biçimde gerçekleştirmeyi ve her konunun tabulaşmasına karşı çıkmayı içeriyor. Filistin direnişinin, tarihinin, evrim sürecinin ve politik iddiasının anlaşılması ve eleştirilmesi de cesarete ihtiyaç duyuyor.

Kaynak

0 Yorum: