Post-sovyetik dönemdi, Sovyetler’in çözülmesi
üzerinden birkaç yıl geçmiş idi ve Rusya ile ilgili olarak ana akım medyada şu
haber geziniyordu: “Rusya’da ılımlı kapitalizm tartışılıyor.” Tersten
anlaşıldığında, bu başlığın tartıştırılmak istendiği açık. Zira sosyalizmin
çözüldüğü Rusya’da halkın sömürü karşısında eski rejimi arzuladığı bir momentte
geri dönüşün önlenmesi için fikriyatın ve pratiğin belli bir noktada
sabitlenmesi zarurîydi.
Esasen “ılımlı kapitalizm” tabirinde liberal bir hava
hâkim. Liberaller, “tamam, Marksistlerin eleştirdikleri kapitalizm kapitalizmin
o ilk, vahşi aşamasıydı ama artık o dönem çok geride kaldı” diyorlardı.
Dolayısıyla kapitalizme karşı mücadele etmek gereksizdi. Özetle yeni türeyen
Rus oligarkları, batılı fikir babaları ile birlikte, halka “sosyalizmi unutun,
artık kapitalizm var, onun da ılımlısına razı olun” demiş oluyorlardı.
Aynı dönemde, esas olarak seksenlerin başına kadar
uzanan başka bir kavram daha tartışmaya açılmıştı: ılımlı İslam. Burada
da batılı efendiler, “mücadeleyi ruh bellemiş o İslam’ı unutun, yeni koşullara
uyum sağlamış, diz çökmüş İslam’la idare edin” diyorlardı.
“Ilım” sözcüğünün bir anlamı, ölçülülük, itidal, bir
diğer anlamı ise “ekinoks”. Bu anlamda “ılımlı İslam” tasarımının yıllar boyu
“biz kapitalizmle sosyalizm arasında ya da dışında duran üçüncü yoluz.
Kur’an’ın emrettiği şekliyle, ‘vasat’ ümmetiz.” diyenlerin faaliyetlerinin bir
sonucu olduğunu görmek gerekiyor.
Müslüman halk kütlesinin mevcut cüssesine sırtını
yaslayarak liberal bir feyz ile üçüncü yolculuk yapmak, bugünün ılımlı İslam
tasarımlarının yolunu açmıştır. Rusya’da önerilen kapitalizm de yetmişlerle
birlikte komünist parti içinde yapılan tartışmaların bir ürünüdür.
* * *
Stalin sonrası iki klik ortaya çıkmış, kliklerden
biri, Latin Avrupa’daki komünist partilerin sağ reformist yönelimlerinin de
etkisiyle, kapitalizmi çağırmıştır. Nihaî darbe, Gorbaçev ve Yeltsin ile
gelmiş, sonuçta sosyalist birikimi pazara çıkaracak bir tür kapitalizm modeli
önerilmiştir.
Söz konusu kliğin altmışlarda Ortadoğu coğrafyasına
önerdiği “kapitalist olmayan yol” formülü de aynı minvaldedir. Nihayetinde
Sovyetler etrafına hendek kazarken, kendi kazdığı hendeğe düşmüş, ilk düşüş,
zafiyet Afganistan’da yaşanmıştır.
Bu dönemde, ellilerle birlikte, Sovyetler’in
kuşatılması için sivriltilen politik İslam da kendi etrafına hendekler kazmış,
ancak o da doksanlarla birlikte, Körfez sermayesinin de çekim gücüyle, kendi
hendeğine düşüp ılımlılaşmak zorunda kalmıştır. Ilımı, yani ölçülülüğü tümüyle
emperyalist dünya nizamı ile ilgilidir. Artık ölçü insan ve bireydir, zira
soğuk savaş döneminde komünizmle araya kazılan hendeğin bir ucunda “insan”,
diğer ucunda “birey” bayrağı dalgalanmaktadır.
Soğuk savaş döneminde ABD-Sovyetler kavgasında
Müslümanları ABD yanlısı kılmak için Kur’an da istismar edilmiştir. Misal, Rum
Suresi’nin konusunu teşkil eden Persliler-Romalılar savaşında Müslümanlara
Allah’ın Romalıların safında olduğu söylenmiştir. Bunun gerekçesi de
Romalıların ehl-i kitap oluşudur. Bu surede Allah, Romalıların yenildiğini
söyler ama birkaç yıl sonra gerçekleşecek savaşta onların kazanacakları
haberini verir. Kimi müfessirler, ABD desteği ile kaleme aldıkları yorumlarda,
bu ayetin haber değil, “müjde” verdiğini söylemiş, Allah’ın ve Peygamber’in
aslen Romalıların safını tuttuğunu iddia etmişlerdir. Oysa ayetin devamında,
“Müslümanlar da bir gün sevinecek” denilmektedir. Ama ayet, ısrarla,
Müslümanların, kitapsız olan Sovyetlere karşı ehl-i kitap olan ABD’yi
desteklemesi yönünde bir gerekçe olarak yorumlanmıştır.
Esasında Persliler ve Romalılar arasındaki savaşın, o
günün jeopolitik gerçeği dâhilinde, bölgedeki Müslümanlar için anlamı,
Yahudilik-Hristiyanlık kavgasıdır. Söz konusu yorum kasıtlıdır dolayısıyla.
Sonuçta “lânetlenmişler”in ve “yoldan sapmışlar”ın karşısında hak yolunu
sürdürmesi gereken Müslümanlar, gündelik çıkarlar uyarınca, yoldan sapmış ve
ılımlı İslam için gerekli zemini teşkil etmişlerdir. Bu zemin, İslam’ın
mücadelesini belirli bir coğrafyaya ve belirli bir tarihsel kesite kapatmıştır.
* * *
Mücadele kapanmaya gelmez. Mücadeleyi ruh bellemiş
İslam’ın silinip yerine diz çökmüş bir İslam’ın hâkim kılınması, ancak İslam’ın
kendine kapatılması ile mümkündür. “Ilımlı kapitalizm” türünden tartışma
başlıkları fikri ve ameli ne yönde kıstırıyor, boğuyorsa, “ılımlı İslam”
tartışmaları da benzer sonuçlar üretmektedir.
İslam düşmanı kimi Hristiyan sitelerinde, “siz
kanmayın İslam sözcüğünü barış diye çevirmelerine, İslam Arapçada teslimiyet
demek ve teslimiyet de elindeki kılıcı ile Muhammed’e teslimiyetten başka bir
anlama gelmez.” denmesi boşuna değil. Ele göre kendisini yıkıp kuran
Müslümanlar, bu sözlere her şeylerini eğip bükmek zorunda kalıyorlar. İslam’ı
barış yurduna indirgiyorlar, Muhammed’in ordusuna teslimiyeti
geçersizleştiriyorlar ya da Muhammed’i devre dışı bırakıp Kur’an’ı kendine
kapatıyorlar. Sonuçta ayrı ayrı ya da bütün olarak Allah’tan, Kur’an’dan ve Hz.
Muhammed’den azad olmuş bir fikrî bütünlük kalıyor geride. Laik bir metne
dönüşen Kur’an, bugünün Muhammed’cilerinin politik kılavuzuna dönüşüyor.
Siyaset alanında tezgâhlar kuruluyor, tezgâhlara mal
taşıyan tüccarlar, kendi çıkarlarına uygun tezgâh sahipleri buluyor. Tezgâhta
satılan sömürülenlerin ve mazlumların kanı-teri. Bu açıdan sömürülenlerin ve
mazlumların kan ve ter dökerek verdikleri zulme ve sömürüye karşı mücadeleler
içinde ol mücadelelerden kaçanlar, kendi tezgâhında ya da atölyesinde mutlak,
bütünlüklü, dört başı mamur, kendine kapalı, havada asılı mallar üretme yoluna
gidiyorlar. Kur’an böyle bir mal artık.
Bu tarz malların üretilmesi, onların satılabilmesi
için şart. Ama gene de her eylemlilikte malın bir yerinden kan ve ter sızıyor.
Bu durum, siyaset alanında köşe başlarını bu tarz mallar üretenlerin tutmasına
mani değil. İslamcılık, sosyalizm, Marksizm… Hepsi kendi özgünlükleri ölçüsünde
öne çıkartılıyor ve tezgâhlarda satılıyor. O tezgâhlarda satılan,
sömürülenlerin ve mazlumların kanı-teri olduğuna göre, kendine kapalı bir
İslamcılık, sosyalizm ya da Marksizm satılabilmek için o kandan ve terden kurtulmalı.
Hristiyanlardaki İslam düşmanlığı, İslamcılık
formülünü kansız ve tersiz bir yerde oluşturmayı dayatıyor. Liberallerin ya da
faşizmin saldırısı da aynı şekilde sosyalizmi ve marksizmi böylesi bir yere
zorluyor. Ilımlı İslam, Hristiyanlığın yanına kaçtığından beri, onun ölçülerine
göre kendisini kuruyor ama öte yandan da mücadeleci özü kurumaya yüz tutuyor.
Üçüncü yol olarak formüle edilen İslam, sömürülenleri ve mazlumları her daim
kenara itmek zorunda kalıyor. Üçüncü yol Roma’ya çıkan yol oluyor. Mazlumlar
katar katar bu yola diziliyor.
* * *
“Ilımlı İslam”, Müslümanların önünde duran ulemanın
ikna edilmesi gayretinden başka bir şey değil. Ulema, esas olarak
neoliberalizme, Yahudi-Hristiyan teolojisine, tekellerin nizamına ikna
ediliyor. İkna gayreti dâhilinde İslam kendine kapatılıyor. Avam, havassın bu
türden teşebbüslerini ağzı açık izliyor ve “vardır bir bildikleri” diye
düşünüyor. Sonuçta satılabilir bir meta hâline getirilen İslam, O’nu bugüne
getiren kandan ve terden arındırılıyor. Zira bir yerinden kan ve ter sızan bir
metanın satılma ihtimali de bulunmuyor. Satış işlemi esnasında devletin tevhid
ve adalet üzere olması gerektiğini söyleyenler, verili çıkarları gereği,
tevhidi çöpe atıyorlar. Adaleti de mazlumları kandıracak bir elmalı şekere
dönüştürüyorlar. “Halkın adaleti” mazlumların silâhı olarak
imkânsızlaştırılıyor.
Bu aşamada İslamcılık kendine kapalı bir biçimde
formüle ediliyor ama bu işin kökü Hz. Muhammed’e, hatta Hz. Âdem’e kadar
uzatılıyor. Bunu duyan avam da ne kadar köklü olduğunu düşünerek ve asıl
insanın kendisi, kendisi dışındakilerin de hayvan, yeryüzünün sadece kendi
yurdu olduğuna inanarak mutlu oluyor. O avam, düşmanın boğazını koyun gibi
kesmekte bir beis görmüyor.
Bugünde güçlü olmak isteyen mazlum ve sömürülen kişi,
bu türden tarihyazımları ile kandan ve terden kurtulabileceğini zannediyor. Kan
ve terden temizlenmiş bir metanın taşıyıcılığı, satıcılığı veya alıcılığı,
kişinin kandan ve terden kurtulduğu huzurlu ve mutlu bir âna işaret ediyor.
Oysa kökün bu denli derine uzatılmasında esasında
belli bir hinlik var. Kanın ve terin mücadelesi silindiğinden, belirli bir
dönem politik bir anlamı, varoluşsal ve direnişe dair bir değeri olan namaz
şahsî bir eyleme indirgeniyor. Kökün derine uzatılması ile politik muhteva
sulanıyor ve İslam’ın sömürücülere/zalimlere salladığı kılıç elinden alınıyor.
Bu eylemin dışında bir değeri bulunmayan tüm fıkhî, amelî hususlar kendinden
menkul kültürel motiflere dönüşüyor.
* * *
Adamın biri elinde bir tabak hurma ile Peygamber’in
yanına gelir. Peygamber, “bu sadaka mı hediye mi?” diye sorar. Adam “sadaka”
diye cevap verir. Bunun üzerine Peygamber, hem öğrencisi hem koruması olarak
görev yapan ashab-ı suffanın kaldığı kulübeyi göstererek “oraya götür” der.
Adam elindeki hurmalarla kulübenin kapısına yönelir. Kapıda Peygamber’in torunu
Hasan durmaktadır. Uzanır, tabaktan bir hurma alır, tam ağzına atacakken
Peygamber durdurur onu ve “biz Ehlibeyt’iz, bize sadaka yakışmaz” buyurur. Sadaka
tasdik etmektir ve Peygamber’in konumu tasdik edilmeyi gerektiren bir konum
değildir.
Ömrünü Peygamber gibi yaşamak ya da diş fırçalamakla
geçiren bir Müslüman’ın özdeşlikle yerle yeksan ettiği, işte tam da belli bir
mücadelenin komutanı ve onun karargâhıdır. Ilımlı İslam, esasında o
komutanlığın ve karargâhın artık zihinlerde ve amelde belirli bir hükmünün
kalmamasıdır. Batı, Muhammed’siz Kur’an’a ve Kur’an’sız “Allah”a hazır ve
razıdır.
* * *
Üçüncü yol arayışlarında İslam liberalleşiyor.
Liberalleşmenin bir diğer izdüşümü de anarşistleşme. Anarşist geleneğin kökleri
Haricîlikte bulunuyor. Özünde Haricîlik, mülk meselesi üzerinden tasfiye edilen
bedevî kabilelerin kendilerini koruma altına alması anlamına geliyor.
Özgürlükçüymüş gibi görünen bu ideoloji, esasta, kendi özgül varlığını muhafaza
etmenin yollarını arıyor. Özgürlükçülük, İslam’ın eşitleyici pratiğini akamete
uğratmak zorunda. Ali’nin sırtına hançer ol sebeple saplanıyor.
Romanesk İslam, yani Roma’dan yana saf tutmanın ürünü
olan savunma ideolojisi, saldırıya geçtiğinde, Roma’yı arkasına almak zorunda.
Bu saldırı Roma’nın işgal hareketidir, tarih söz konusu hurucu bu şekilde
yazar.
Liberalleşme temayülüne örnek olarak, bugün
Antikapitalist Müslümanlar da özünde aynı şekilde, kendi mahallelerini muhafaza
etmektedirler. Haricîlere benzer bir teorik-politik hat tutturan söz konusu
kesim, Roma’nın yürüyüş kolundadır. Solcuymuş gibi görünen tüm salvolar,
mahalleyi soldan korumak için hava yastığı olmak derdiyle, atılmakta, mahalleye
solun sızma ihtimaline karşı önemler alınmaktadır.
Bu hareket, Roma askeri Fethullah’ın ideolojisinin
parayla, mülkle kirlenmemiş biçimidir. Dolayısıyla elde bir tek “vicdan”
denilen masal kalmaktadır, her daim bu masal anlatılmaktadır. Politik olarak
kıyam etmek bu vicdanî üslupta zararlıdır, tehditkârdır. Bu arkadaşların, “sol
bu topraklara yabancı, biz ise bu toprakların bağrından çıktık” demesi
şaşırtıcı değildir.
Antikapitalist Müslüman hareket gerekli teorik ve
politik müdahaleleri gerçekleştiremediğinden, AKP-Fethullah geriliminde, sağ
zihniyetin himayesine girmek zorunda kalmıştır. Bugün solun bir kısmını, içini
boşaltmak kaydıyla, mahalleye taşıyacak, Müslüman’ı “bak işte, solculuğu
tasfiye ediyorum” diye ikna edecek bir turnike olarak iş görmektedir. Romanesk
İslam’ın liberal kanadı olan AKM, doğunun kıyamına yabancı ve düşmandır.
Eren Balkır
24 Eylül 2013
0 Yorum:
Yorum Gönder