12 Eylül 2017

,

Türkiye’de Askerî Rejim


4 Ekim 1980 Cumartesi günü Washington’dan gelen bir telefonla bana, Başkan Carter’dan General Evren’e iletilmek üzere bir mektubun geleceği bildirildi. Başkan, mektubun generalin NATO Komutanı Bernard Rogers’ı Pazartesi öğleden sonra saat üçte kabul etmeden önce teslim edilmesini istiyordu. Mektubun bu kadar dar bir zamanda teslim edilecek olması, bir açmazı da beraberinde getirdi. Eğer mektubu alıp General Evren’den randevu almak için Pazartesi sabaha kadar beklersem, o randevunun saat üçten önce gerçekleşmesi mümkün olmayacaktı. Diğer yandan, eğer Pazar gününe randevu alırsam, randevu Pazartesi sabah gerçekleşecek ve ben, önemli olduğuna inandığım, Başkan Carter’ın mektubunda değişiklikler yapma konusunda öneri sunup gerekli onayı almaya fırsat bulamayacaktım. Bu noktada başkanlarla ilişki yürütme hususunda “ihtiyat cesaretin parçasıdır” diye düşünerek, General Evren’le Pazartesi sabah görüşmeye karar verdim. Mektup, Pazar öğleden sonra geldi. Hiçbir değişikliğe gerek yoktu, bunu görünce ben de rahatladım.

General Evren’in genelkurmaydaki ofisinde onunla buluşmadan önce yeni özel kalem müdürü seçilen, dışişlerinden genç bir diplomatla buluştum, o noktada Türkiye’nin ilk yeni yurttaşına nasıl hitap edeceğimi bilmediğimi anladım. Geçmişte ona “Paşam” diyordum, ama artık bu ifadenin mevcut koşullarda uygun kaçmayacağı belliydi. Sorduğum soru karşılığında bana “devlet başkanı” dememin daha uygun düşeceği söylendi. Ayrıca General Evren’e “cumhurbaşkanı” dememem gerektiği de iletildi. Generalle bir araya gelince, Carter’ın mektubunu ona ilettim. Evren, gözlüklerini taktı ve mektubu dikkatle okudu, ara sıra yaverine İngilizce bir kelimeyi veya ifadeyi sordu. Evren, en kısa sürede mektuba cevap vereceğini söyledi, ama bu esnada Başkan Carter’a Washington’ın Türk generallerinin darbe dışında bir seçenekleri olmadığı konusuna anlayışla yaklaştıkları için teşekkürlerini iletti. Dediğine göre askerler, ülkeyi mümkün olan en kısa sürede demokratik bir hükümetin başa geçmesini sağlayacaklardı. Bu süre zarfında eleştirilere maruz kalmamayı hak ettiğini söyledi. Yunanistan’ın NATO’ya yeniden katılması konusunda Evren, bunu Türkiye’nin de istediğini iletti. General, Yunanistan’ın NATO’ya yeniden girişini Ege’deki Yunan ve Türk nüfuz sahasının tanımlanması için kullanmayı umduklarını da ifade etti. Sözünü yarıda kesip, Yunanlıların ittifaka katılmasını istedi. Böylece o, Ege’deki komuta ve kontrolle alakalı meselenin çözüme kavuşacağını düşünüyordu.

Ben de cevaben, ABD’deki yetkililerin Türklerin 12 Eylül’de yaptıklarına dair dile getirdikleri değerlendirmelerde olanları eleştirmediklerini, ama en kısa sürede demokrasiye geçilmesinin önemi üzerinde durduklarını söyledim. Türkiye’deki hükümet biçimi bizi doğrudan ilgilendirmiyordu, ama ne var ki NATO, demokratik ulusların teşkil ettiği bir ittifaktı. Kanaatimize göre, Yunanistan’ın NATO’nun askerî koluna en kısa sürede geri dönmesi önemliydi ve bu yeniden katılım, ancak General Rogers Planı ile gerçekleşebilirdi. Eğer General Rogers bu işi başaramazsa, ABD ve Başkan Carter bu işe müdahale edecekti.

General Evren, iki tarafın da birbirini anladığını ifade etti. Bir çay söyledi ve Türkiye’nin “eski günler”i üzerine yarım saat sohbet ettik. Çıkarken, bana ittifakın yeniden tesisi konusunda her şeyi yapacağını söyledi ve iki üç hafta sabretmemizi istedi. Aynen de öyle oldu, 15 gün sonra Yunanistan’ın Rogers Planı uyarınca NATO’ya yeniden katılımı ilân edildi.

General Evren’in bu konuda gösterdiği kararlılık ve verdiği güven, askerî rejimin de ana özelliğiydi. Katlanarak çoğalan belirsizliklerden uzun süredir çile çekmiş Türk halkını da asıl cezbeden, bu özellikti. Türk halkı uzun zamandır, cumhurbaşkanımız olacak mı, eve canlı gidebilecek miyiz, gaz, su, elektrik kesilecek mi, televizyonlarındaki tüpler patlayacak mı, enflasyon amaçlanandan yüksek olacak mı gibi meselelerle uğraşıyordu.

Şurası çok açık ki paşaların işleri yapma ve yürütme tarzları, Washington’ın da beğenisine yol açıyordu. Askerî alımlar üzerinden uzun zaman içerisinde birikmiş borçlar silindi. Güvenlik yardımı programı dâhilinde belirlenmiş silâh ihtiyaçları listeleri hızla ve eksiksiz olarak hazırlandı. ABD-Türkiye Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması ve Millet Meclisi’nin aylar önce hazırladığı “Tutsak Mübadelesi Anlaşması”, Milli Güvenlik Konseyi’nce ve meclis yerine hareket eden Bakanlar Kurulu tarafından onaylandı. Üst düzey Türk subayları, Kıbrıs ve Ege konusunda Yunanlı meslektaşlarıyla bir dizi toplantı düzenlediler.

Ülkeye gelişimden dokuz, askerî darbeden üç ay sonra, Aralık 1980’de rutin istişare toplantısı için Washington’a gidecektim. ABD’ye götürebileceğim en iyi şeyin askerî rejimle ilgili dengeli bir değerlendirme olacağına karar verdim. Rejimin ne yaptığı ve nereye gittiği ile ilgili olarak elçilikte her gün tartışmalar yürütüyorduk. Gittiğimde gördüm ki çıkarımlarımız, Washington’da kimsenin umurunda değildi. ABD’de yapılan 4 Kasım seçimleri sonrası siyasetçilerin çoğu, Ed Muskie, Dışişleri Bakanı Yardımcısı Warren Christopher, Dışişleri Müsteşarı Matthew Nimetz, Avrupa’dan sorumlu Bakan Yardımcısı George Vest ve Savunma Müsteşarı Robert Komer masalarını boşaltmakla meşguldü. Bu isimlerin yerini alacak Reagan yönetimindeki kişiler de daha henüz netleşmemişti.

Zamanla doğru olduğu anlaşıldığı için, burada 1980 sonbaharında Ankara’daki elçilikte yapılan değerlendirmelerden de söz etmem gerek. Darbeden üç ay önce şu soruyu sormuş ve olumlu cevap vermiştik: Askerî darbe kaçınılmaz mıydı? Geriye dönüp baktığımızda bu değerlendirmenin iki temel sebepten ötürü yerinde olduğu görülüyor.

İlk sebep şu: Hükümet süreçleri kesintiye uğramış, asayiş modern bir devletin canlılığını korumasına mani olacak ölçüde bozulmuştu. Kurumların mevcut durumdan çıkma ihtimalleri yoktu, zira 1961 anayasası, meclisin dağıtılmasını veya seçimlerde tek parti çoğunluğunun oluşmasını engelliyordu. Bu sorunu derinleştiren bir husus da CHP lideri Ecevit ile AP lideri Demirel arasındaki derin kişisel husumetti. Her ikisi de güçlü insanlardı. Usta birer siyasetçi olan bu iki lider mahir birer idareciydi aynı zamanda. Esasında bu iki ismi diğer demokratik ülkelerde o dönemde faal olan başka isimlerle kıyaslamak mümkündü: Yunanistan’da Rallis ve Papandreou, Fransa’da Giscard ve Mitterand, Birleşik Krallık’ta Callaghan ve Thatcher, ABD’de Ford ve Carter. Gelgelelim Ecevit ve Demirel, diğer kimi rakip politik liderler gibi birbirlerinden nefret ediyor, birbirlerine asla güven duymuyordu. Aralarında herhangi bir tavizin söz konusu olması bile mümkün değildi, ayrıca her iki taraf da ne yenilgiyi kabul edecek ne de sadık bir muhalefet rolü oynamayı içine sindirecek durumdaydı.

İkinci sebepse şuydu: Türk ordusu, devletin koruyucusu rolüne bağlı olan ve bu rolü içten benimseyen bir yapıydı. Ordu, bu rolü Osmanlı döneminde ve İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’de iki kez oynamıştı. Bu görev, kendisine Atatürk tarafından verilmişti, Atatürk’ün bizzat sözlü olarak ilettiği bu görevin ABD’de George Washington, Abraham Lincoln veya başka bir başkan tarafından verildiğine hiç şahit olunmamıştı.

Türk olmayanların Türk cumhuriyetinin orduya bahşettiği rolü anlamaları çok zordu. Elçilik, askerî rejimin eylemlerini meşrulaştıran bildirisinde anayasaya yönelik bir başvuru arayıp bulmak için epey vakit harcamıştı. Daha çok ordu mevzuatındaki muğlak bir bölüme atıfta bulunuluyordu. Bu durum, ABD’li yetkililerin biraz canını sıktı. Oysa birçok Türk’e göre bu gayet doğaldı: “Askerlerin gerektiğinde meselelerle ilgilenmesini bizzat Atatürk söylemiş”ti.

Ele aldığımız diğer bir soru da darbenin gerçekten gerekli olup olmadığı ile ilgiliydi. İlk analizimizde alternatif koalisyonlar, Demirel’inki haricinde başka bir azınlık hükümeti ihtimali ve erken seçim çağrısı için gerekli araçların devreye sokulması gibi muhtemel meclis içi seçeneklere odaklandık. Buna da Türkler basit bir cevap veriyorlardı. Paşalar, o süreçte muhtıra verdiler (General Evren’in 2 Ocak 1980 tarihli mektubu ve 13 Mayıs 1982’de cumhurbaşkanı seçimi çağrısı). Sonra da beklemeye başladılar (bu süreçte Nihat Erim ile Kemal Türkler’in öldürülmesi ve Atatürk’ün laik devletine yönelik tehditler üzerinden olağanüstü hâl uzatıldı). Ardından da nihayet harekete geçtiler. Zayıf ihtimaller karşısında bu güçlü mantığı ele alınca sistem içerisinde kurucu nitelikte bir değişimin mümkün olduğunu gördük ve darbenin gerekli olduğu sonucuna vardık.

Peki askerî darbe işe yaradı mı? Ta başından itibaren, 1980 darbesinin 1960’daki darbeden daha uzun süreceğini ve (serbest seçimlerin yapılmasından önce 30 ay boyunca atanmış sivil hükümetin iktidarda kalmasını sağlayan) 1971 muhtırasına kıyasla, daha derin ve daha kapsamlı değişimleri tetikleyeceğini gördük. Tek şüphemiz, ordunun, bilhassa General Evren ve Milli Güvenlik Konseyi’nin yeni kurulacak temsili sistemde kendilerine güçlü bir rol bahşetme konusunda ısrarcı olma ihtimaliyle ilgiliydi.

Darbeden bir gün sonra her yanı saran politik cinayetler son buldu. On günde devreye sokulan ekonomi politikasıyla enflasyon üç ay içerisinde yüzde 130’dan yüzde 40’a çekildi. Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan’ı asarak derin yaralar açmış olan 60 darbesinin hatalarından uzak duruldu. Tüm eski parti liderlerini siyaset sahnesinden uzaklaştırarak, 1961’de olduğu biçimiyle, yeni anayasanın niteliğini bu partilerin tayin etmesine mani oldu ve 1971-73’de görüldüğü üzere, ilgili liderlerin bu dönemi taraftar sayısını artırmak için kullanmasına izin vermedi. Dışişleri ile alakalı meselelerde Milli Güvenlik Konseyi, Demirel’in Kıbrıs ve Ege ile ilgili ılımlı ve uzlaşmaya açık siyasetini sürdürdü. Ortadoğu’da Türkiye’nin konumu daha da güçlendi ve onun İran-Irak Savaşı esnasında desteği alındı. Batı Avrupa kaynaklı eleştirilere karşı çıkan Türkiye, darbeden sonra ABD’den her zamankinden daha fazla yardım aldı.

Toplamda askerî rejimin birkaç yıllık süre zarfında gayet iyi “işlediğine” hiç şüphe yok. Ancak gene de ortada cevaplanması gereken bir soru vardı ki bu soru hâlâ yürürlükte. Türk halkının paşaların niyet ve istekleriyle çelişip çelişmeyeceği sorusuna cevap vermek zordu. Zira Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığına kavuşmuş, temsili hükümete aşina olmayan bir devlet değildi. Cumhuriyet altmış yaşındaydı. Asyalı ve İslamî gelenekler hâlen daha taşrada derin köklere sahipti, ama Cumhuriyetçi Atatürkçülük de köklü bir yapıydı. Uzun süredir hükümete katılım bilinen bir husustu ve el üstünde tutuluyordu. Menderes, Demirel ve Ecevit, kendi dönemlerinde sivillerin üstünlüğünü öngören geleneği tesis etmek için çok çalıştılar ve başarılı oldular. Örneğin Cumhurbaşkanı Korutürk’ün görev süresinin sona ermesi ardından yaşanan kaosta birçok Türk, ordu dâhil, toplumun tüm kesimlerinin göreve gelecek kişinin asker kökenli olmaması gerektiği hususunda anlayış birliği içerisinde olmasını gururla karşılamıştı.

Son olarak, paşaların elinde fazla güç ve yetki vardı, dolayısıyla, iktidarın yozlaşmayı beraberinde getireceği bilinen bir şeydi. Bülent Ecevit, ta başından itibaren bu duruma dair kimi politik sonuçlara ulaşan bir isimdi. İnatçı muhalefeti ve sürekli tutukluluk hâlinde tutulması (ki aksine Demirel sabır politikasını yürürlüğe sokmuştu) askerî rejimin bocalayacağına ve bir noktada kabul görmeyeceğine dair bir gösterge gibiydi. Ardından Ecevit, rejimin yegâne kararlı ve uzlaşmaz muhalifi olarak, bu süreçten tıpkı Humeyni’nin İran’da yaptığı gibi, kimi politik kazançlar elde edebilirdi. Böylesi bir şeyin olması mümkündü. Ancak darbeden dört yıl sonra mevcut riskler böylesi bir gelişmeye yol açmadı.

Tabii bu noktada ordunun verili sistem dâhilinde yaptığı hatalardan, geniş kapsamlı tutuklamalar ve gözaltılardan, polisin zulmünden, reform adımlarının yavaş atılmasından ve gelecek için öngörülen “sıkı disiplinli demokrasi” fikrinden bahsetmek mümkün. Gene de söylemek gerek ki ekonomi düzelmeye devam ediyor; paşalar aralarında hiç kavga etmiyorlar (ki bu da içlerinde bir Nasır veya Kaddafi olmadığını gösteriyor). İktidarı kendi çıkarlarına kullanıp suiistimal etmiyorlar. Hazırladıkları yeni anayasa, basın, üniversiteler ve kişisel haklar konusunda kimi sınırlamalar getirse de ülke içerisinde özgürlüğe alan açıyor ve birçok Batılı ulusun demokrasi dediği şeye ait parametrelere gayet iyi uyuyor.

7 Kasım 1982’de yapılan referandumda seçmenlerin yüzde doksanından fazlası hem anayasayı hem de General Evren’in cumhurbaşkanlığını onayladı. 6 Kasım 1983’te yapılan seçimde birçok eski politik lider seçim dışında tutuldu ve bazı partiler yasaklandı. Ancak seçime giren üç partiden ikisi rejime muhalifti. Başında Turgut Özal’ın bulunduğu parti oyların çoğunluğunu aldı. Paşalar, seçim öncesi Özal konusunda halkı uyarmıştı, ama seçim sonrası yeni başbakanla işbirliği içerisinde oldular. Bir demokrasiyi işletmenin en kötü yolu bu değil ve Eylül 1980’de elçiliğimizin kendi politik meselelerini kendi üsluplarıyla çözüme kavuşturmaları konusunda Türklere bir şans vermemiz gerektiğine ilişkin kararımız karşısında hâlen daha içim rahat.

James W. Spain
ABD Ankara Büyükelçisi (1980-81)

[Kaynak: American Diplomacy in Turkey, Praeger, 1984, s. 24-28.]

0 Yorum: