4 Ekim 1980 Cumartesi günü Washington’dan gelen bir
telefonla bana, Başkan Carter’dan General Evren’e iletilmek üzere bir mektubun
geleceği bildirildi. Başkan, mektubun generalin NATO Komutanı Bernard Rogers’ı
Pazartesi öğleden sonra saat üçte kabul etmeden önce teslim edilmesini
istiyordu. Mektubun bu kadar dar bir zamanda teslim edilecek olması, bir açmazı
da beraberinde getirdi. Eğer mektubu alıp General Evren’den randevu almak için
Pazartesi sabaha kadar beklersem, o randevunun saat üçten önce gerçekleşmesi
mümkün olmayacaktı. Diğer yandan, eğer Pazar gününe randevu alırsam, randevu
Pazartesi sabah gerçekleşecek ve ben, önemli olduğuna inandığım, Başkan
Carter’ın mektubunda değişiklikler yapma konusunda öneri sunup gerekli onayı
almaya fırsat bulamayacaktım. Bu noktada başkanlarla ilişki yürütme hususunda
“ihtiyat cesaretin parçasıdır” diye düşünerek, General Evren’le Pazartesi sabah
görüşmeye karar verdim. Mektup, Pazar öğleden sonra geldi. Hiçbir değişikliğe
gerek yoktu, bunu görünce ben de rahatladım.
General Evren’in genelkurmaydaki ofisinde onunla
buluşmadan önce yeni özel kalem müdürü seçilen, dışişlerinden genç bir
diplomatla buluştum, o noktada Türkiye’nin ilk yeni yurttaşına nasıl hitap
edeceğimi bilmediğimi anladım. Geçmişte ona “Paşam” diyordum, ama artık bu
ifadenin mevcut koşullarda uygun kaçmayacağı belliydi. Sorduğum soru
karşılığında bana “devlet başkanı” dememin daha uygun düşeceği söylendi. Ayrıca
General Evren’e “cumhurbaşkanı” dememem gerektiği de iletildi. Generalle bir
araya gelince, Carter’ın mektubunu ona ilettim. Evren, gözlüklerini taktı ve
mektubu dikkatle okudu, ara sıra yaverine İngilizce bir kelimeyi veya ifadeyi
sordu. Evren, en kısa sürede mektuba cevap vereceğini söyledi, ama bu esnada
Başkan Carter’a Washington’ın Türk generallerinin darbe dışında bir seçenekleri
olmadığı konusuna anlayışla yaklaştıkları için teşekkürlerini iletti. Dediğine
göre askerler, ülkeyi mümkün olan en kısa sürede demokratik bir hükümetin başa
geçmesini sağlayacaklardı. Bu süre zarfında eleştirilere maruz kalmamayı hak
ettiğini söyledi. Yunanistan’ın NATO’ya yeniden katılması konusunda Evren, bunu
Türkiye’nin de istediğini iletti. General, Yunanistan’ın NATO’ya yeniden
girişini Ege’deki Yunan ve Türk nüfuz sahasının tanımlanması için kullanmayı
umduklarını da ifade etti. Sözünü yarıda kesip, Yunanlıların ittifaka
katılmasını istedi. Böylece o, Ege’deki komuta ve kontrolle alakalı meselenin
çözüme kavuşacağını düşünüyordu.
Ben de cevaben, ABD’deki yetkililerin Türklerin 12
Eylül’de yaptıklarına dair dile getirdikleri değerlendirmelerde olanları
eleştirmediklerini, ama en kısa sürede demokrasiye geçilmesinin önemi üzerinde
durduklarını söyledim. Türkiye’deki hükümet biçimi bizi doğrudan
ilgilendirmiyordu, ama ne var ki NATO, demokratik ulusların teşkil ettiği bir
ittifaktı. Kanaatimize göre, Yunanistan’ın NATO’nun askerî koluna en kısa
sürede geri dönmesi önemliydi ve bu yeniden katılım, ancak General Rogers Planı
ile gerçekleşebilirdi. Eğer General Rogers bu işi başaramazsa, ABD ve Başkan
Carter bu işe müdahale edecekti.
General Evren, iki tarafın da birbirini anladığını ifade
etti. Bir çay söyledi ve Türkiye’nin “eski günler”i üzerine yarım saat sohbet
ettik. Çıkarken, bana ittifakın yeniden tesisi konusunda her şeyi yapacağını
söyledi ve iki üç hafta sabretmemizi istedi. Aynen de öyle oldu, 15 gün sonra
Yunanistan’ın Rogers Planı uyarınca NATO’ya yeniden katılımı ilân edildi.
General Evren’in bu konuda gösterdiği kararlılık ve
verdiği güven, askerî rejimin de ana özelliğiydi. Katlanarak çoğalan
belirsizliklerden uzun süredir çile çekmiş Türk halkını da asıl cezbeden, bu
özellikti. Türk halkı uzun zamandır, cumhurbaşkanımız olacak mı, eve canlı
gidebilecek miyiz, gaz, su, elektrik kesilecek mi, televizyonlarındaki tüpler
patlayacak mı, enflasyon amaçlanandan yüksek olacak mı gibi meselelerle
uğraşıyordu.
Şurası çok açık ki paşaların işleri yapma ve yürütme
tarzları, Washington’ın da beğenisine yol açıyordu. Askerî alımlar üzerinden
uzun zaman içerisinde birikmiş borçlar silindi. Güvenlik yardımı programı
dâhilinde belirlenmiş silâh ihtiyaçları listeleri hızla ve eksiksiz olarak hazırlandı.
ABD-Türkiye Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması ve Millet Meclisi’nin aylar
önce hazırladığı “Tutsak Mübadelesi Anlaşması”, Milli Güvenlik Konseyi’nce ve
meclis yerine hareket eden Bakanlar Kurulu tarafından onaylandı. Üst düzey Türk
subayları, Kıbrıs ve Ege konusunda Yunanlı meslektaşlarıyla bir dizi toplantı
düzenlediler.
Ülkeye gelişimden dokuz, askerî darbeden üç ay sonra,
Aralık 1980’de rutin istişare toplantısı için Washington’a gidecektim. ABD’ye
götürebileceğim en iyi şeyin askerî rejimle ilgili dengeli bir değerlendirme
olacağına karar verdim. Rejimin ne yaptığı ve nereye gittiği ile ilgili olarak
elçilikte her gün tartışmalar yürütüyorduk. Gittiğimde gördüm ki çıkarımlarımız,
Washington’da kimsenin umurunda değildi. ABD’de yapılan 4 Kasım seçimleri
sonrası siyasetçilerin çoğu, Ed Muskie, Dışişleri Bakanı Yardımcısı Warren
Christopher, Dışişleri Müsteşarı Matthew Nimetz, Avrupa’dan sorumlu Bakan
Yardımcısı George Vest ve Savunma Müsteşarı Robert Komer masalarını boşaltmakla
meşguldü. Bu isimlerin yerini alacak Reagan yönetimindeki kişiler de daha henüz
netleşmemişti.
Zamanla doğru olduğu anlaşıldığı için, burada 1980
sonbaharında Ankara’daki elçilikte yapılan değerlendirmelerden de söz etmem
gerek. Darbeden üç ay önce şu soruyu sormuş ve olumlu cevap vermiştik: Askerî
darbe kaçınılmaz mıydı? Geriye dönüp baktığımızda bu değerlendirmenin iki temel
sebepten ötürü yerinde olduğu görülüyor.
İlk sebep şu: Hükümet süreçleri kesintiye uğramış,
asayiş modern bir devletin canlılığını korumasına mani olacak ölçüde
bozulmuştu. Kurumların mevcut durumdan çıkma ihtimalleri yoktu, zira 1961
anayasası, meclisin dağıtılmasını veya seçimlerde tek parti çoğunluğunun oluşmasını
engelliyordu. Bu sorunu derinleştiren bir husus da CHP lideri Ecevit ile AP
lideri Demirel arasındaki derin kişisel husumetti. Her ikisi de güçlü
insanlardı. Usta birer siyasetçi olan bu iki lider mahir birer idareciydi aynı
zamanda. Esasında bu iki ismi diğer demokratik ülkelerde o dönemde faal olan
başka isimlerle kıyaslamak mümkündü: Yunanistan’da Rallis ve Papandreou,
Fransa’da Giscard ve Mitterand, Birleşik Krallık’ta Callaghan ve Thatcher,
ABD’de Ford ve Carter. Gelgelelim Ecevit ve Demirel, diğer kimi rakip politik
liderler gibi birbirlerinden nefret ediyor, birbirlerine asla güven duymuyordu.
Aralarında herhangi bir tavizin söz konusu olması bile mümkün değildi, ayrıca
her iki taraf da ne yenilgiyi kabul edecek ne de sadık bir muhalefet rolü oynamayı
içine sindirecek durumdaydı.
İkinci sebepse şuydu: Türk ordusu, devletin koruyucusu
rolüne bağlı olan ve bu rolü içten benimseyen bir yapıydı. Ordu, bu rolü
Osmanlı döneminde ve İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’de iki kez oynamıştı.
Bu görev, kendisine Atatürk tarafından verilmişti, Atatürk’ün bizzat sözlü
olarak ilettiği bu görevin ABD’de George Washington, Abraham Lincoln veya başka
bir başkan tarafından verildiğine hiç şahit olunmamıştı.
Türk olmayanların Türk cumhuriyetinin orduya
bahşettiği rolü anlamaları çok zordu. Elçilik, askerî rejimin eylemlerini
meşrulaştıran bildirisinde anayasaya yönelik bir başvuru arayıp bulmak için
epey vakit harcamıştı. Daha çok ordu mevzuatındaki muğlak bir bölüme atıfta
bulunuluyordu. Bu durum, ABD’li yetkililerin biraz canını sıktı. Oysa birçok
Türk’e göre bu gayet doğaldı: “Askerlerin gerektiğinde meselelerle
ilgilenmesini bizzat Atatürk söylemiş”ti.
Ele aldığımız diğer bir soru da darbenin gerçekten
gerekli olup olmadığı ile ilgiliydi. İlk analizimizde alternatif koalisyonlar,
Demirel’inki haricinde başka bir azınlık hükümeti ihtimali ve erken seçim
çağrısı için gerekli araçların devreye sokulması gibi muhtemel meclis içi
seçeneklere odaklandık. Buna da Türkler basit bir cevap veriyorlardı. Paşalar,
o süreçte muhtıra verdiler (General Evren’in 2 Ocak 1980 tarihli mektubu ve 13
Mayıs 1982’de cumhurbaşkanı seçimi çağrısı). Sonra da beklemeye başladılar (bu
süreçte Nihat Erim ile Kemal Türkler’in öldürülmesi ve Atatürk’ün laik
devletine yönelik tehditler üzerinden olağanüstü hâl uzatıldı). Ardından da
nihayet harekete geçtiler. Zayıf ihtimaller karşısında bu güçlü mantığı ele
alınca sistem içerisinde kurucu nitelikte bir değişimin mümkün olduğunu gördük
ve darbenin gerekli olduğu sonucuna vardık.
Peki askerî darbe işe yaradı mı? Ta başından itibaren,
1980 darbesinin 1960’daki darbeden daha uzun süreceğini ve (serbest seçimlerin
yapılmasından önce 30 ay boyunca atanmış sivil hükümetin iktidarda kalmasını
sağlayan) 1971 muhtırasına kıyasla, daha derin ve daha kapsamlı değişimleri
tetikleyeceğini gördük. Tek şüphemiz, ordunun, bilhassa General Evren ve Milli
Güvenlik Konseyi’nin yeni kurulacak temsili sistemde kendilerine güçlü bir rol
bahşetme konusunda ısrarcı olma ihtimaliyle ilgiliydi.
Darbeden bir gün sonra her yanı saran politik
cinayetler son buldu. On günde devreye sokulan ekonomi politikasıyla enflasyon
üç ay içerisinde yüzde 130’dan yüzde 40’a çekildi. Başbakan Menderes, Dışişleri
Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan’ı asarak derin yaralar açmış olan 60
darbesinin hatalarından uzak duruldu. Tüm eski parti liderlerini siyaset
sahnesinden uzaklaştırarak, 1961’de olduğu biçimiyle, yeni anayasanın
niteliğini bu partilerin tayin etmesine mani oldu ve 1971-73’de görüldüğü
üzere, ilgili liderlerin bu dönemi taraftar sayısını artırmak için kullanmasına
izin vermedi. Dışişleri ile alakalı meselelerde Milli Güvenlik Konseyi,
Demirel’in Kıbrıs ve Ege ile ilgili ılımlı ve uzlaşmaya açık siyasetini
sürdürdü. Ortadoğu’da Türkiye’nin konumu daha da güçlendi ve onun İran-Irak
Savaşı esnasında desteği alındı. Batı Avrupa kaynaklı eleştirilere karşı çıkan
Türkiye, darbeden sonra ABD’den her zamankinden daha fazla yardım aldı.
Toplamda askerî rejimin birkaç yıllık süre zarfında
gayet iyi “işlediğine” hiç şüphe yok. Ancak gene de ortada cevaplanması gereken
bir soru vardı ki bu soru hâlâ yürürlükte. Türk halkının paşaların niyet ve
istekleriyle çelişip çelişmeyeceği sorusuna cevap vermek zordu. Zira Türkiye,
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığına kavuşmuş, temsili hükümete aşina
olmayan bir devlet değildi. Cumhuriyet altmış yaşındaydı. Asyalı ve İslamî
gelenekler hâlen daha taşrada derin köklere sahipti, ama Cumhuriyetçi
Atatürkçülük de köklü bir yapıydı. Uzun süredir hükümete katılım bilinen bir
husustu ve el üstünde tutuluyordu. Menderes, Demirel ve Ecevit, kendi
dönemlerinde sivillerin üstünlüğünü öngören geleneği tesis etmek için çok
çalıştılar ve başarılı oldular. Örneğin Cumhurbaşkanı Korutürk’ün görev
süresinin sona ermesi ardından yaşanan kaosta birçok Türk, ordu dâhil, toplumun
tüm kesimlerinin göreve gelecek kişinin asker kökenli olmaması gerektiği
hususunda anlayış birliği içerisinde olmasını gururla karşılamıştı.
Son olarak, paşaların elinde fazla güç ve yetki vardı,
dolayısıyla, iktidarın yozlaşmayı beraberinde getireceği bilinen bir şeydi.
Bülent Ecevit, ta başından itibaren bu duruma dair kimi politik sonuçlara
ulaşan bir isimdi. İnatçı muhalefeti ve sürekli tutukluluk hâlinde tutulması
(ki aksine Demirel sabır politikasını yürürlüğe sokmuştu) askerî rejimin
bocalayacağına ve bir noktada kabul görmeyeceğine dair bir gösterge gibiydi.
Ardından Ecevit, rejimin yegâne kararlı ve uzlaşmaz muhalifi olarak, bu
süreçten tıpkı Humeyni’nin İran’da yaptığı gibi, kimi politik kazançlar elde
edebilirdi. Böylesi bir şeyin olması mümkündü. Ancak darbeden dört yıl sonra
mevcut riskler böylesi bir gelişmeye yol açmadı.
Tabii bu noktada ordunun verili sistem dâhilinde
yaptığı hatalardan, geniş kapsamlı tutuklamalar ve gözaltılardan, polisin
zulmünden, reform adımlarının yavaş atılmasından ve gelecek için öngörülen
“sıkı disiplinli demokrasi” fikrinden bahsetmek mümkün. Gene de söylemek gerek
ki ekonomi düzelmeye devam ediyor; paşalar aralarında hiç kavga etmiyorlar (ki
bu da içlerinde bir Nasır veya Kaddafi olmadığını gösteriyor). İktidarı kendi
çıkarlarına kullanıp suiistimal etmiyorlar. Hazırladıkları yeni anayasa, basın,
üniversiteler ve kişisel haklar konusunda kimi sınırlamalar getirse de ülke
içerisinde özgürlüğe alan açıyor ve birçok Batılı ulusun demokrasi dediği şeye
ait parametrelere gayet iyi uyuyor.
7 Kasım 1982’de yapılan referandumda seçmenlerin yüzde
doksanından fazlası hem anayasayı hem de General Evren’in cumhurbaşkanlığını
onayladı. 6 Kasım 1983’te yapılan seçimde birçok eski politik lider seçim
dışında tutuldu ve bazı partiler yasaklandı. Ancak seçime giren üç partiden
ikisi rejime muhalifti. Başında Turgut Özal’ın bulunduğu parti oyların
çoğunluğunu aldı. Paşalar, seçim öncesi Özal konusunda halkı uyarmıştı, ama
seçim sonrası yeni başbakanla işbirliği içerisinde oldular. Bir demokrasiyi
işletmenin en kötü yolu bu değil ve Eylül 1980’de elçiliğimizin kendi politik
meselelerini kendi üsluplarıyla çözüme kavuşturmaları konusunda Türklere bir
şans vermemiz gerektiğine ilişkin kararımız karşısında hâlen daha içim rahat.
James W. Spain
ABD Ankara Büyükelçisi (1980-81)
[Kaynak: American Diplomacy in Turkey, Praeger, 1984, s. 24-28.]
0 Yorum:
Yorum Gönder