13 Haziran 2020

,

Kuzu Postlu Kurt

“Türk ulusal kurtuluş hareketi, burjuva demokrasisini kurmamıştır, ama hareket, antiemperyalist ve ilerici yöne sahiptir.”[1]

Asıl soru şudur: Bu cümle, Gaye Operasyonu’nun öncesine mi yoksa sonrasına mı ait?

Cümlenin sahibi olan örgüte (ESP) göre, “İslam dini ve hukuku, burjuva gelişmenin önünde engel.” Örgüt, o sebeple İslam’a düşman, demek ki burjuva gelişmenin yanında. 

Aynı örgüt, İspanya’ya gidip çanla ezanı kıyaslayan kişinin karşısında Hristiyanlığı koruyor, ama kendi ülkesindeki dine her fırsatta küfrediyor. O, nereye sesleneceğini iyi biliyor.

Yazıyı yazan örgüt, esasen burjuva demokrasisinin tesisini istiyor, “Kürtlere hakları verilsin, kâfi” diyor, burjuva ideolojisini Kürd coğrafyasında güncelliyor, bunu da “komünist siyaset” diye pazarda satabiliyor. Doğal. Liberalizmin kızıl boyaya daldırıldığı günlerdeyiz.

Doğal çünkü, bu ülkede teori, ideoloji ve politika ile ilişki kuran herkesin Kemalizmden icazet alması gerekiyor. Onu “antiemperyalisttir ve ilericidir” diye yücelten yazar, bir cümlede “İslam terakkiye, burjuva gelişmeye mani” diyor, bir sonraki cümlede “İslamî otoriteler, İngiliz korumacılığına sığınmışlardı” tespitinde bulunuyor, İngilizleri de burjuva gelişmenin karşısına atıyor, böylece antiemperyalist oluyor!

Bunlar, resmi tarihin, CHP’nin tezleri aslında. Harekete İngiliz karşıtı, anti-emperyalist nitelik atfediliyor. Yazıyı yazan örgüt de “ellilerde anti-kemalist devrim oldu, ona karşı mücadele edelim” tezine sarılıyor. Ezilende, millette, halkta ve sınıfta karşılık bulmayan örgütler, soluğu Kemalizmin kucağında alıyorlar. Kemalizm dışı, öncesi ve ötesi, asla görülemiyor. Gören gözlere mil çekiliyor. İrade, öznellik ve faaliyet illaki Kemalizmle tanımlı kılınıyor. Bu üç şey konusunda Kemalizme herkes kendisini borçlu hissediyor. Siyaset ve teori bir tür borç ödeme yöntemi. Sonrası rahatlama, keyif çatma, huzurlu günler.

Yazıda aktarıldığı kadarıyla tek dert, milliyetçilik ki o da dünyanın gidişatı açısından dönüştürülmesi gereken “geri” bir yönelim. Kaderini uluslararası sermayeye bağlamış solculuk, elindeki çekiçle, her yerde milliyetçilik görüyor. Buradan, sınıfsızlık ve sınırsızlık üzerinden, bir ulus-devlet eleştirisi geliştiriliyor. Bu eleştiriler, bölge gücü olmak isteyen devletin dönüşümüyle alakalı. O çekiç o yüzden ele alınıyor. Aynı örgütün Libya’da Kaddafi karşıtı güçlere, Suriye’de Esad karşıtı güçlere düşman olmasına şaşırmamalı. Örgüt, eline verilen çekici sağa sola savuruyor.

Bu tür yazılardaki milliyetçilik ve ulus-devlet eleştirilerinin Marksist veya komünist bir yanı bulunmuyor. Bu eleştiriler, Kemalist devrimleri sahipleniyor. Sadece güya burjuvaziyi aşıyormuş pozu kesmek ve olası mücadelelerin önünü almak için “komünist” laflar ediyor. Öz Kemalist, ama biçim, Avrupa “komünizmi” oluveriyor. Kemalizmi demokratik terbiyeye tabi kılmayı komünistlik zannediyor. Bu demokrasi terbiyesi, esasen AB ile ve ABD’nin Ortadoğu’ya gelişiyle alakalı. Dolayısıyla söz konusu eleştirileri, devletin yeni döneme adaptasyonu bağlamında ele almak gerekiyor. Bu tür örgütler, ezilenlere ve sömürülenlere asla inanmıyorlar.

Sosyalistler, tarihi kendilerinden, kendilerini de burjuva devrimlerinden başlattıklarından, işçi, asker ve aydın üçlüsüne belli bir açıdan yaklaşıyorlar. İşçi, asker ve aydın şuraları, Kemalizmin sopasını yiyor. Tek tek işçi, asker ve aydındaki Sovyet etkileri düzleniyor, devlet disiplinine tabi kılınıyor. Sonrasında ilişki kurma noktasında bu üçlüden biri, illaki sınırsız-sınıfsız, çelişkisiz, pürüzsüz, kaynaşmış yapı olarak tasavvur ediliyor.

Bu üç unsur arasındaki rekabetin bir önemi bulunmuyor. Sonuçta tüm rakipler, verili hâlleriyle Kemalizme bağlanıyorlar. CHP’deki ana kütle askeri, işçi-aydın geriliminin çözüldüğü yer olarak değerlendiriyor, bu sebeple, kurtuluş orada görülüyor.

Aydın olma meselesi, burjuvalıkla birlikte tanımlanıyor. İşçi ise ancak sendika patronu olduğunda değer kazanabiliyor. Onun dışında bir öneme sahip değil.

12 Eylül’e giden süreci yönetmek için özel olarak ülkeye gönderilen ABD büyükelçisi, darbe sonrasında askerlerin halka ekmek dağıttığını, ekonomik ve politik krizi en iyi askerin aşabileceğini, halk nezdinde de bu fikrin karşılık bulduğunu söylüyor.[2] Aynı zihniyet, sosyalistler düzleminde de hâkim. Buna göre, örgüt başlarına özellikle eski askerler getiriliyor. Bu kişiler, Avrupa’dan, ülkenin Avrupa’ya örgütlenen kısmına nasihatlerde ve tavsiyelerde bulunuyorlar. Sosyalist pratik, bu telkinlere indirgeniyor.

Dolayısıyla sosyalistler, İngiliz İşçi Partisi içindeki “sol” kanadı temsil eden Fabyusçuların yanına hizalanıyorlar.[3] Örgütlerin büyük bir kısmı, Sovyetler’den kurtulduklarına seviniyorlar. İmkânlar, fırsatlar bağlamında, (sömürgeci) Sosyalist Enternasyonal ve (emperyalist) Fabyusçuluk çizgisine geriliyor. Sovyetler, liberallerden ödünç alınan yöntem ve teoriyle, “doğu despotizmi” olarak eleştiriliyor.

Fabyusçular Derneği’nin ilk simgesi, kuzu postlu kurt. Sosyalist örgütlerin belirli bir kısmı, bu imgeye uygun kıvama getiriliyor. Tabandaki devrimci ve komünist ihtimalleri ve imkânları örtbas etmek, ortadan kaldırmak için birileri, üzerlerine kuzu postu geçiriyor.

Bu isimlerden biri de Murat Çakır.[4]

ÖDP’den HDP’ye uzanan sürecin nedense hep bir yerlerinde olan Çakır, Almanya’daki belirli sol liberal mahfillerle ilişkili. Oralarda verilen emirleri yerine getiriyor, bu emirlerle dönüp Türkiye’ye konuşuyor. Buraya ayar vermeye çalışıyor. O emirleri aldığı yer, kuzu postunu giyinip Rosa’nın adını almış olan vakıf. İlgili vakıf, doğrudan Alman istihbaratına ve sermayesine bağlı.

Çakır son yazısında, tabandaki devrim ve komünist mücadele bağlamında duyulan rahatsızlığa oynuyor, oraya gül dağıtıyor, ama öte yandan, aynı tabanı, İlerici Enternasyonal reformizmine ve Die Linke’deki reformist sola örgütlemeye çalışıyor. Ara ara Marx’tan, Lenin’den cümleleri, elmanın üzerindeki kırmızı boyalı şeker gibi, dillendiriyor. Çünkü yazar, birkaç yerde, sinsi bir üslupla, “bunları eleştiriyoruz, ama bu İlerici Enternasyonalcilerle ve reformist solcularla birlikte olacağız, onlarla hareket edeceğiz, buna mecburuz” diyor, gelgelelim, “peki ama neden, onlarla neden çalışmak, niye birlikte hareket etmek zorundayız?” sorusuna cevap vermiyor. Derdi, tabanı Avrupa’nın dişine uygun kıvama getirmek. Zaten bu ülkeden kaçmanın derdinde olan solcuların gönlünü hoş tutmak.

Çakır’ın bahsini ettiği reformist sol, mevcut kriz yumağı karşısında, emperyalizmi ahlakî, edepli, pürüzsüz kılma çabası olarak gündeme geliyor. Örneğin Fabyusçular, “imparatorluğun vicdanı” olarak, sömürgeleri kalkındırmak ve buraların emperyalizm için sorun hâline gelmesine mani olmak adına çalışma yürütüyorlar.[5] Bugün Çakır’ın bahsini ettiği, “ona mecburuz” dediği reformist sol, bu çizginin uzantısı ve bu çizgi, Sovyetler’e ve tüm sosyalizm deneyimlerine hep düşman olmuş.

Başta bahsini ettiğimiz Kemalizm yazısını yazanlar ve Murat Çakır’ın seslendiği örgüt, işte bu çizgiden medet umuyor. Kemalizmi ilkel, arkaik, geri, yoz bir ideoloji olarak değerlendirip, onu otuzlara hapsettikten sonra Kemalizmin otuzlar sonrasındaki seyrine, girdiği kalıplara, kazandığı içeriğe körleşmemizi istiyorlar, bugünün neokemalisti olmak için çabalıyorlar. Güç olmayı ondan öğreniyorlar. Bu isteğin, çabanın ve eğitimin sorgulanmasına her daim mani oluyorlar.

Aynı reformist çizgi, tekellerin talepleri ve emirleri doğrultusunda, iç bağlaşıkları üzerinden, sol-sosyalist hattı “kimlik siyaseti”ne mahkûm ediyor. Sol örgütler, bu emirlere ve taleplere bağlı olarak, zamanla birer LGBT kulübüne, feminist derneğine, vegan mutfağına dönüşüyorlar, politik hedeflerini terk ediyorlar, politik iktidar mücadelesini hor görüyorlar, devrimin karşısına direnişi çıkartıyorlar ve o direnişi kutsuyorlar, böylece her şey olup hiçbir şey yapmama imkânı buluyorlar. (Bu arada bugün Siyah isyanına destek olunması, “bu Siyahların ‘Kürt’ dediğini duydunuz mu hiç, benim arkadaşlarımı Tarlabaşı’nda dövmüşlerdi!” türünden cümlelere rastlanmaması, önemli bir gelişme!)

Mevcut parçalanmışlıkta örgütler, tel tel dökülüyorlar. Bunun üzerine Avrupa ve ABD’deki düşünce karargâhlarında, “çok dağıldı bu örgütler, işe yaramaz hâle geliyorlar, süreci bizim lehimize olacak şekilde karşılayamazlar, şimdi LGBT’ye, feministlere ve veganlara sınıf mücadelesini omuzlama talimatını verelim” deniliyor. Bugün Siyah isyanı ve 15-16 Haziran gibi mevzularda LGBT ve feministler, ön plana çıkartılıyorlar. Bunu, örgüt şeflerinin basit bir tercihi ve yönelimi olarak anlamamak gerekiyor. Hareket ve mücadele, bireyin dünyasına ve kaprislerine doğru kapatılıyor, çoğalmasın, ölsün isteniyor.

Öte yandan, kimlik siyasetinin sınıf siyasetini “böldüğü” eleştirisi, elbette ki hiçbir anlama sahip değil. Çakır gibilerin, “küçük burjuvanın prekarya olduğundan”, “sınıf siyasetinin imkânsızlığından” bahsetmesinin sebeplerini, bu kişilerin bireysel zihin yapısının ve aklının dışındaki güçlerde aramak şart. Esasında kimlik siyaseti parçacı; sınıfçı siyaset bütüncü ve birbirlerini yanlışta tamamlıyor, devrimci politik mücadeleyi ikisi de gereksiz kılıyor.

Sınıf siyaseti, komünist siyaset bağlamında varsa vardır. Komünist siyasetse politik iktidarı hedeflemiyorsa, bir hiçtir. Teorik, ideolojik ve politik çalışma, politik iktidarı ele geçirmek içindir, küçük burjuvaların kendilerini eğlendirmeleriyle, tatmin etmeleriyle, yüceltmeleriyle bir alakası yoktur.

Eren Balkır
13 Haziran 2020

Dipnotlar:
[1] Adil Can, “Türk Ulusal Kurtuluş Hareketi ve Kemalizmin İki Yönü”, Ekim-Kasım 2008, Marksist Teori.

[2] James W. Spain, “Türkiye’de Askerî Rejim”, 12 Eylül 2017, İştiraki.

[3] Jessica Whyte, “Fabyusçular ve İmparatorluk”, 16 Mart 2020, İştiraki.

[4] Murat Çakır, “Mülksüzleştirenleri Mülksüzleştirmeden Olmaz!”, 11 Haziran 2020, Umut. Çakır, bu başlığı muhtemelen gülüp eğlenmek, hâlâ eski ezberleri sıralayanlarla alay etmek için atıyor! Yazıda bu cümleyi neden tırnak içine aldığı, daha iyi anlaşıyor, çünkü mülksüzleştirenlerin siyasetini allayıp pulluyor.

[5] Alex Kumar, “Ahlakî Emperyalizm”, Mart 2019, İştiraki.

0 Yorum: