Libya ve İnsanî Emperyalizmin Dönüşü
Tüm o çete geri döndü: “Ilımlı” komünist partileri
içeren Avrupa solu partileri, ABD-NATO’nun başlattığı her savaşı beğenen “çevreci”
José Bové, muhtelif Troçkist örgütler ve elbette ki Bernard-Henry Lévy ve Bernard
Kouchner, Libya’ya “insanî müdahale” yapılması çağrısında bulundu, ayrıca meseleye
hassas yaklaşan Latin Amerika solunu “Libya’nın başındaki zalim”den yana duran “kullanışlı
aptallar” olarak niteledi.
On iki yıl sonra Kosova, başka bir sahnede tekrar
çıktı karşımıza. Kimse, yüz binlerce Iraklının ölmesinden, NATO’nun Afganistan’da
elde ettiği konumdan bir şey öğrenmedi!
Kosova savaşı, aslında hiç yaşanmayan bir
soykırımı durdurmak için yapılmıştı, Afgan savaşı kadınları korumak için
başlatılmıştı (ki asıl şimdi gidip kadınların durumuna bakmak gerek), Irak
savaşı ise Kürdleri korumak içindi. Tüm savaşların insanî yardım ambalajı
içinde pazarlandığını görmek lazım. Hitler bile Çekoslovakya ve Polonya’daki
azınlıkları korumak için harekete geçtiğini söylüyordu.
Diğer yandan Robert Gates, bir ABD başkanına Asya
veya Afrika içlerine asker göndermeyi tavsiye edecek bir dışişleri bakanının “kafatasının
açılıp içinde beyin olup olmadığına bakılması gerektiğini” söylüyor. Amiral
Mullen da benzer türde bir ikazda bulunuyor.
Bu dönemin en önemli paradoksu, barış hareketinin
yönetildiği merkezlerin Pentagon ve dışişleri binasında bulunuyor olması, öte
yandan savaş yanlısı partinin yeni muhafazakârlardan, solcu insanî yardım
savaşçıları da dâhil her türden liberal müdahaleciden, ayrıca bazı
çevrecilerden, feministlerden ve tövbe etmiş komünistlerden oluşan bir
koalisyon üzerinden hareket etmesi.
Dolayısıyla bugün herkes, küresel ısınma sebebiyle
tüketim düzeylerini düşürmeli ama NATO savaşları sürmeli, bu savaşlar tekrar
tekrar gündeme getirilmeli, dolayısıyla emperyalizm sürdürülebilir kalkınmanın
bir parçası olarak varlığını sürdürmeli.
ABD, savaş yanlısı solun verdiği tavsiyelerden
bağımsız kimi sebeplere bağlı olarak savaşa giriyor veya girmiyor. Sonuçta
alınacak kararlarda asıl önemli unsur da petrol değildir. Libya’da ileride
kurulacak hükümet, petrolü satmak zorunda kalacak, Libya sonuçta petrolün
fiyatını belirleyecek ölçüde büyük ve güçlü bir ülke değil. Libya’da yaşanan
karışıklık, fiyatları etkileyecek bir spekülasyona yol açabilir ama bu, başka
bir meseledir.
Muhtemelen Siyonistler, iki fikir üzerinden Libya’ya
yaklaşmaktadır: onlar Kaddafi’den nefret ederler ve onun Saddam gibi
devrilmesini çok isterler ama bir yandan da Siyonistler, hakkında çok az şey
bildikleri muhalefetten de emin olamamaktadırlar.
Savaş yanlılarının en fazla dile getirdikleri
argüman şudur: her şey hızlı ve sorunsuz gerçekleşirse NATO düzelecek, insanî
müdahale, Irak ve Afganistan’da yitirdiği itibarını geri kazanacak. Asıl gereken,
yeni bir Granada’dır veya en iyi hâliyle, yeni bir Kosova’dır.
Müdahale konusunda mevcut güçleri harekete geçiren
motivasyon kaynaklarından biri de isyancıları kontrol etmek, ama öncesinde
zafere doğru ilerledikleri süreçte onları “kurtarmak”tır. Ama büyük olasılıkla
bu yöntem işe yaramayacaktır. Zira Afganistan’da Karzai, Kosova’da
milliyetçiler, Irak’ta Şiiler ve tabii ki İsrail, gerektiğinde büyük bir
memnuniyetle Amerikan yardımını almış, ama sonra kendi ajandasına uygun hareket
etmiştir. Libya “kurtarıldıktan” sonra uygulamaya sokulacak dört başı mamur bir
askerî işgalin sürdürülme ihtimali bulunmamaktadır ki bu da işgalin ABD nezdinde
sahip olduğu cazibeyi azaltan bir husustur.
Öte yandan işler kötü gidecek olursa muhtemelen
bu, Amerikan imparatorluğunun sonunu getirecek süreci tetikleyecektir, tam da
bu sebeple Le Monde’da kalem
oynatanları veya kameralar önünde diktatörlere parmak sallayanları değil de bu
işin yükünü omuzlamış kişilere kulak verdiğimizde, onların bu konuda ikazda
bulunduklarını görmekteyiz.
Libya’da olan biteni sıradan yurttaşların bilmesi
pek mümkün değil, çünkü Batı medyası, az da olsa sahip olduğu itibarı Irak’ta,
Afganistan’da, Lübnan’da ve Filistin’de yitirdi, dolayısıyla bugün insanlar
alternatif haber kaynaklarına daha fazla güveniyorlar. Ama gene de savaş
yanlısı sol, tıpkı on iki yıl önce Miloseviç’le ilgili haberlere inandığı gibi bugün
de Kaddafi ile ilgili kötü haberlerin gerçek olduğuna inanıyor.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin bu süreçte olumsuz
bir rol oynadığı görülüyor. O, Kosova ile ilgili olarak Yugoslavya’nın
yargılandığı mahkemenin yürüdüğü yoldan ilerliyor.
Tunus ve Mısır’da daha az kan akmasının bir sebebi
de Bin ve Mübarek’e çıkış kapısı bırakılmış olmasıydı. Ama bugün “uluslararası
adalet”, Kaddafi’nin kullanabileceği bir çıkış kapısının kalmadığına emin olmak
istiyor, dolayısıyla bu açıdan Kaddafi’nin ve ona yakın isimlerin o acı sona
dek savaşmaları için uğraşıyor.
Avrupa solunun durmadan söyledikleri gibi eğer “başka
bir dünya mümkün” ise o vakit başka bir Batı da mümkün olabilmeli, Avrupa Solu
bunun için uğraşmaya başlamalıdır.
Bolivarcı İttifak’ın yaptığı son toplantı, bu konuda
bir örnek teşkil edebilir: Latin Amerika solu barış istiyor, ABD müdahalesinin
gerçekleşmemesini talep ediyor, çünkü bu ittifak, sırada kendisinin olduğunu,
ayrıca gerçekleştirdiği toplumsal dönüşümün her şeyden önce barışa ve ulusal
egemenliğe ihtiyaç duyduğunu biliyor. Bu sebeple ittifak üyeleri, Kaddafi’nin
dostu olarak görülemeyecek bir isim olan Jimmy Carter’ın başkanlığında bir
araya getirilen bir uluslararası heyetin hükümetle isyancılar arasındaki
müzakere sürecini başlatması için bölgeye gönderilmesini öneriyor. İspanya bu
düşünceye sıcak bakarken, Sarkozy itiraz ediyor. Birleşmiş Milletler’in bu
düşünceye tüm gücüyle destek olması mümkün ama asıl bunu beklemek hayalcilik
olacaktır. BM, bu sayede misyonunu yerine getirme imkânı bulacaktır ama
gelgelelim ABD ve Batı’nın nüfuzu buna izin vermez. Ama öte yandan bu krizde ve
ileride yaşanacak muhtemel bir krizde Rusya, Çin, Latin Amerika ve başka
ülkeleri içeren bir müdahale karşıtı koalisyonun kurulup Batı’nın
müdahaleciliğine karşı makul bir seçenek oluşturmak için çalışması ihtimal
dâhilindedir.
Latin Amerika solundan farklı olarak şu an
acınacak durumda bulunan Avrupa solu, siyaset yapma konusundaki tüm melekelerini
yitirmiş durumdadır. Sorunlara somut çözümler önerememekte, sadece ahlâkî bir
duruş sergilemekle yetinmekte, abartılı ifadelerle diktatörleri ve insan
hakları ihlallerini kınamaktadır. Sosyal demokrat sol, sağın birkaç yıl
gerisinden gelmektedir ve kendisine ait bir fikre sahip değildir. “Radikal” sol
ise her türden yola başvurarak Batılı hükümetleri ağır bir dille eleştirmekte,
ama aynı zamanda bu hükümetlerin dünya genelinde demokrasiyi savunma adına
askerî müdahaleler gerçekleştirmesini istemektedir. Bu örgütlerdeki politik
tefekkür eksikliği, onları dezenformasyon kampanyalarına açık hâle getirmekte,
ABD-NATO savaşlarının etkisiz birer amigosuna dönüştürmektedir.
Bu solun tutarlı bir
programı yoktur, hatta Tanrı tutup bunları iktidar koltuğuna oturtsa ne
yapacağını bilemez. Bazının tekrarlamayı çok sevdiği o anlamsız iddia
bağlamında mesele, Chavez’e ve Venezuela Devrimi’ne “destek vermek” değildir. Mesele,
bu sol örgütlerin belirli bir tevazu ile onlardan bir şeyler öğrenmesi, her şeyden
önce siyaset yapmanın ne demek olduğunu yeniden idrak etmesidir.
Jean Bricmont
8 Mart 2011
0 Yorum:
Yorum Gönder