06 Haziran 2020

,

Libya ve Dünya Düzeni

Libya, benim hayatımda özel bir yere sahip. Bilebildiğim kadarıyla seksenlerde Libya’da epey vakit geçirme imkânı bulabilmiş tek Amerikalı profesör benim. Bu ülkeye gitmemin sebebi, Reagan döneminde ülkeyle bir dizi silâhlı çatışmanın yaşanmış olması, ağır seyahat yasaklarının getirilmesi ve ekonomik yaptırımların uygulanması idi. Libya’ya üç kez gittim ve orada toplamda dört hafta kaldım.

1985’te Libya devleti, bir hafta süreyle ülkeyi ziyaret etmem ve burada dersler vermem için beni davet etti. Trablus ve Bingazi’deki üniversitelerde dersler verdim. Hatta bazı derslerim, Trablus’taki devlet televizyonu stüdyosundan canlı olarak aktarıldı. Bazı derslerimse Libya televizyonunda yayınlandı.

İlk seyahatim esnasında bir günümü, İtalya’nın uyguladığı soykırımı belgelemek için inşa edilmiş müzeyi gezmeye ayırdım. 1911 yılında İtalya, bugün Libya olarak adlandırdığımız topraklara saldırıp buraları işgal etmiş, bu işgal süreci İkinci Dünya Savaşı’na dek sürmüştü. 1912-1943 arası dönemde İtalya, sekiz yüz bin ilâ bir milyon arası bir nüfusa sahip Libya halkının 250.000 ilâ 300.000’ini yani üçte birini katletti.[1] Bu, Nazilerin gerçekleştirdiği Yahudi soykırımının ulaştığı rakamlara yakın bir rakamdı. İtalya ayrıca Yahudileri ve Etiyopyalıları da katletti. Bu ölenler arasında Libya’nın ünlü ulusal kurtuluş kahramanı ve şehidi Ömer Muhtar da vardı.

Devlet yetkililerinin ricası üzerine, sonrasında Libyalılara yönelik soykırım ve sömürgecilik pratikleri ile ilgili olarak, İtalya’yı nasıl yargı önüne çıkartabilecekleri hususunda tavsiyelerde bulundum. Libya ve İtalya arasında uzun süre devam eden müzakereler sonucunda Albay Kaddafi ve Başbakan Sylvio Berlusconi 2008 yılında anlaşmaya vardı. Anlaşma uyarınca İtalya, yirmi yıl boyunca toplamda beş milyar dolar tutarında bir tazminat ödeyecekti. Bu rakam, İtalya’nın Libya’da yol açtığı fizikî yıkım ve sebep olduğu ölümlerle kıyaslandığında çok düşüktü. Buna karşın Berlusconi hainlik ederek, 2011’de Libya ile yapılan savaş esnasında bu anlaşmayı iptal etti. Bu gayrimeşru ve alçakça hamle üzerinden Libya’nın sömürgecilik süreci ve soykırım ile ilgili talepleri yeniden gündeme geldi.

İlk seyahatimde tüm ülke genelinde kadınların özgür oluşu ve diledikleri her şeyi yapabilme kudretinde olmaları, beni çok şaşırtmıştı. Çevirmene bu konuyu sordum. O da bana “Kaddafi kadınların erkeklerle eşit olduğunu söyledi. Yaşlılar bundan pek hoşlanmadılar. Ama bir şey de yapamıyorlar” dedi. Üç ziyaretimde de gördüm ki Kaddafi iktidarında göğün yarısı kadınların olmuştu. Dolayısıyla 2011’de ABD ve NATO’nun Libya’ya açtığı savaşın bu ülkede kadınların davasında bir ilerlemeye yol açacağı iddialarına hep şüpheyle yaklaştım. Sonuçta bu savaş üzerinden Libyalı kadınların durumu, Kaddafi dönemine kıyasla daha da kötüleşecekti, buna emindim. 2010 tarihli Birleşmiş Milletler İnsanî Kalkınma Endeksi’ndeki yeri konusunda Libya halkının zamanla daha da alt sıralara ineceği konusunda da hiç şüphem yoktu.[2]

1987’de Libya’ya gittiğimde bu sefer iki hafta kaldım. Reagan hükümeti, 1986’da Trablus ve Bingazi’yi bombalamış, gece evlerinde yatmakta olan tüm Kaddafi ailesini öldürmek istemişti. Trablus’ta bombalanan yerleri ziyaret ettim, Kaddafi’nin harap edilen evini gezdim. Sonra çadırında Albay Kaddafi ile görüştüm. Orada yaşananları ve ailesinin bombardıman esnasında yaşadıklarını konuştuk.

Çölde yaşamayı bilen bir bedevi olması sebebiyle Kaddafi misafirlerini bir çadırda karşılamayı, işlerini orada görmeyi severdi. Hatta kendisiyle alay edilmesine rağmen New York’taki BM toplantılarına bile bu çadırıyla giderdi. Oysa bu çadır, kültürel kimliğini koruma konusunda gösterdiği kararlılığı ifade ediyor, emperyalist batıya değil de halkına bağlı olduğunu ortaya koyuyordu.

O toplantının sonunda Kaddafi’yle, eski ABD Başsavcısı Ramsey Clark ile ABD’yi bu bombardıman konusunda dava etme konusunda anlaştık. Sanık kürsüsüne çıkartmak istediğimiz isimler arasında Başkan Reagan, Savunma Bakanı Weinberger, CIA Direktörü Casey, ABD Genelkurmay Başkanı, ABD’nin NATO Komutanı, Altıncı Filo Komutanı ve Reagan’a Libya’yı bombalayacak uçakların bulunduğu İngiliz üssünü kullanma izni veren Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher gibi isimler vardı. Davayı kaybettik. İki imparatorluğa karşısında iki avukatın elinden hiçbir şey gelmedi.

Haziran 1988’de Büyük Barış ve İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kabulü ile ilgili olarak Beyda’da düzenlenen Halk Kongresi toplantısına katılmak üzere Libya’ya gittim. Herkesi şaşırtan bir öneri dâhilinde Kaddafi, Libya’da ölüm cezasının kaldırılması teklifinde bulundu. Ama bu insanî adımı halk kongresi reddetti. İşleyen bir demokrasiyle karşılaşmak gerçekten de ilginç bir deneyimdi! CBS kanalının akşam haberlerine çıkıp olan biteni anlattım ve insan hakları konusunda bu tür adımların öneminden bahsettim.

O günden sonra Batılı haber kuruluşlarına Libya konusunda mülâkatlar verdim, ABD’nin Kaddafi’yi devirme ihtimali ile ilgili değerlendirmelerde bulundum. Her daim ifade ettiğim biçimiyle ABD hükümeti, bu konuda niyetini iyice tartmak zorundaydı. Libya’nın başına bir CIA maşası geçiremeyebilir, Libya’daki petrol sahalarına köktenci bir dinî liderin çöreklenmesine sebep olabilir, Kuzey Afrika’daki bu stratejik bölgenin ve Akdeniz’in Mısır’a doğru uzanan güney hattının başka güçlerce işgal edilmesine göz yummak zorunda kalabilirdi.

Kaddafi’nin en önemli düşmanları arasında Müslüman köktenciler her zaman öne çıkmışlardı. Bu kesim Kaddafi’den nefret ediyordu, çünkü Nasır’ı kahraman ve rol model olarak gören Kaddafi, ülkede seküler-milliyetçi bir düzen tesis etmiş, Libyalı kadınlara özgürlük ve yetke vermiş, Yeşil Kitap isimli çalışması ile İslam’la uyuşan, kapitalizm-komünizm arasında duran üçüncü bir yol açılması için uğraşmıştı. Kitap, ilgili kesim için bir tür sapkınlıktı.

Halkın büyük bir kısmı, ılımlı Sünni nüfustan oluşuyordu. Ama 2011’de Kaddafi’yi devirmek için El-Kaide’ye ve selefi güçlere mensup yabancı savaşçılar ülkeye getirildiler. Amaç, burayı Akdeniz’in Somali’si hâline getirmekti.

Bush’un başa geçmesi sonrası 1991 sonlarında ABD, 1988’de İskoçya’nın Lockerbie kasabasında Pan American uçağının bombayla hava uçurulması eylemi sebebiyle Libya’yı suçlama fırsatına kavuştu. Sürecin başından itibaren Libya devletine tavsiyelerde bulundum. Tahminime göre ABD, Libya hükümetini Lockerbie konusunda, kimi temel jeopolitik gerekçeler üzerinden, bir tür günah keçisi olarak kullanacaktı.

İddialarını kamuoyunun gözüne sokmak adına 1992 başlarında Başkan Bush, Altıncı Filo’yu Libya sahiline gönderdi. Bu süreçte ABD, Reagan yönetiminin birkaç kez gerçekleştirdiği saldırılarda görüldüğü üzere, hava ve deniz destekli bir dizi askerî manevra gerçekleştirdi. Bu noktada Kaddafi’yi Lockerbie iddiaları ile ilgili olarak Lahey Uluslararası Adalet Divanı’nda ABD ve Birleşik Krallık aleyhine dava açmaya ve mahkemeden bu iki ülke için bir yasaklama emri çıkartmasını istemeye ikna ettim. Böylelikle ABD ve Birleşik Krallık, Libya’ya yeniden saldırma imkânı bulamayacaktı. Bu iki dava açıldıktan sonra Bush, Altıncı Filo’nun çekilmesi emrini verdi. ABD ve Libya arasında çatışma yaşanmadı. Savaş olmadı. Kimse ölmedi. Uluslararası hukuk, ihtilafları sulh ile çözme konusunda mahir olduğunu gösterdi.

Bu sürecin ardından, Şubat 1988’de Uluslararası Adalet Divanı, bu iki davada gündeme getirilen teknik, yargıyla alakalı ve usulle ilişkili konularda Libya lehine iki karar aldı. ABD ve Birleşik Krallık aleyhine olan bu kararlara bakıldığında, günün sonunda Lockerbie iddiaları konusunda kazanan Libya idi. Bu olumsuz gelişme üzerine ABD ve Birleşik Krallık, Libya’ya tavizde bulunup bir öneri sunmak zorunda kaldı. Buna göre Lockerbie saldırısını gerçekleştirdikleri iddia edilen iki Libyalı, Lahey’deki İskoç Mahkemesi’nde yargılanacaktı. Ama bir şekilde adalet hiçbir zaman tecelli etmedi.

Mart 2011’de ABD ve NATO Libya’ya savaş açınca Kaddafi yeraltına çekildi. Batı’nın bir kez daha kendisini ve ailesini öldürmeyi deneyeceğinden korkuyordu. Gelgelelim bu kaçınılmaz son yaşandı. Libya’ya atılan bombaları durdurmak için ABD ve NATO’yu Lahey’de yargılama yetkisi versin diye Kaddafi’yle temas kurmaya çalıştım ama bir sonuç alamadım. Çabalarımız hiçbir işe yaramadı.

Albay Kaddafi, tıpkı kahramanı Ömer Muhtar gibi, Batı’yla mücadele etti ve Libya için öldü. Tam da tahmin ettiğim gibi o, hayatını kurtarmak için ülkeden kaçmaya çalışmadı ve ölümüne savaştı. Hatta dünya tarihinin gördüğü en güçlü askerî ittifaka karşı beklentilerimin de ötesinde bir direniş sergiledi. Direnişi yedi ay sürdü. O bugünün Hanibal’i idi!

Albay Kaddafi, Libya’yı bedevi kabilesinin başındaki bir geleneksel Arap şeyhi gibi yönetti. Aslında Libya bir devlet olarak, Kaddafi’nin kurduğu cemahiriye sistemi içerisinde erimiş, birbirinden farklı Arap ve Tuareg kabilelerinin kaynaşmasından oluşan bir yapı idi. Şu an altüst olmuş, sağa sola savrulmuş kabilelerin ABD-NATO savaşı sonrası işleyen bir devlet inşa edip edemeyeceklerine tarih denen jüri karar verecek. Bugün Libya devleti, ABD ve NATO’nun en başından beri taşıdığı niyet uyarınca, dağılmanın eşiğinde.

Francis A. Boyle

[Kaynak: Destroying Libya and World Order: The Three-Decade U.S. Campaign to Terminate the Qaddafi Revolution, Clarity Press 2013, s. 11-15.]

Dipnotlar:
[1] Dirk Vanderwalle, A History of Modern Libya, İkinci Baskı, 2012.

[2] 2010 yılı itibarıyla Libya’nın İnsanî Kalkınma Endeksi 0,755’ti. Arap devletlerinin İKE’sinin ortalaması ise 0,593’tü. Bu rakam, aynı zamanda yüksek kalkınma endeksine sahip ülkelerin ortalaması olan 0,717’inin de üzerinde.

0 Yorum: