Libya, benim hayatımda özel bir yere sahip. Bilebildiğim
kadarıyla seksenlerde Libya’da epey vakit geçirme imkânı bulabilmiş tek
Amerikalı profesör benim. Bu ülkeye gitmemin sebebi, Reagan döneminde ülkeyle
bir dizi silâhlı çatışmanın yaşanmış olması, ağır seyahat yasaklarının
getirilmesi ve ekonomik yaptırımların uygulanması idi. Libya’ya üç kez gittim
ve orada toplamda dört hafta kaldım.
1985’te Libya devleti, bir hafta süreyle ülkeyi
ziyaret etmem ve burada dersler vermem için beni davet etti. Trablus ve Bingazi’deki
üniversitelerde dersler verdim. Hatta bazı derslerim, Trablus’taki devlet
televizyonu stüdyosundan canlı olarak aktarıldı. Bazı derslerimse Libya
televizyonunda yayınlandı.
İlk seyahatim esnasında bir günümü, İtalya’nın
uyguladığı soykırımı belgelemek için inşa edilmiş müzeyi gezmeye ayırdım. 1911
yılında İtalya, bugün Libya olarak adlandırdığımız topraklara saldırıp buraları
işgal etmiş, bu işgal süreci İkinci Dünya Savaşı’na dek sürmüştü. 1912-1943
arası dönemde İtalya, sekiz yüz bin ilâ bir milyon arası bir nüfusa sahip Libya
halkının 250.000 ilâ 300.000’ini yani üçte birini katletti.[1] Bu, Nazilerin
gerçekleştirdiği Yahudi soykırımının ulaştığı rakamlara yakın bir rakamdı.
İtalya ayrıca Yahudileri ve Etiyopyalıları da katletti. Bu ölenler arasında
Libya’nın ünlü ulusal kurtuluş kahramanı ve şehidi Ömer Muhtar da vardı.
Devlet yetkililerinin ricası üzerine, sonrasında
Libyalılara yönelik soykırım ve sömürgecilik pratikleri ile ilgili olarak, İtalya’yı
nasıl yargı önüne çıkartabilecekleri hususunda tavsiyelerde bulundum. Libya ve
İtalya arasında uzun süre devam eden müzakereler sonucunda Albay Kaddafi ve Başbakan
Sylvio Berlusconi 2008 yılında anlaşmaya vardı. Anlaşma uyarınca İtalya, yirmi
yıl boyunca toplamda beş milyar dolar tutarında bir tazminat ödeyecekti. Bu
rakam, İtalya’nın Libya’da yol açtığı fizikî yıkım ve sebep olduğu ölümlerle
kıyaslandığında çok düşüktü. Buna karşın Berlusconi hainlik ederek, 2011’de Libya
ile yapılan savaş esnasında bu anlaşmayı iptal etti. Bu gayrimeşru ve alçakça hamle
üzerinden Libya’nın sömürgecilik süreci ve soykırım ile ilgili talepleri
yeniden gündeme geldi.
İlk seyahatimde tüm ülke genelinde kadınların
özgür oluşu ve diledikleri her şeyi yapabilme kudretinde olmaları, beni çok
şaşırtmıştı. Çevirmene bu konuyu sordum. O da bana “Kaddafi kadınların
erkeklerle eşit olduğunu söyledi. Yaşlılar bundan pek hoşlanmadılar. Ama bir
şey de yapamıyorlar” dedi. Üç ziyaretimde de gördüm ki Kaddafi iktidarında göğün
yarısı kadınların olmuştu. Dolayısıyla 2011’de ABD ve NATO’nun Libya’ya açtığı
savaşın bu ülkede kadınların davasında bir ilerlemeye yol açacağı iddialarına
hep şüpheyle yaklaştım. Sonuçta bu savaş üzerinden Libyalı kadınların durumu, Kaddafi
dönemine kıyasla daha da kötüleşecekti, buna emindim. 2010 tarihli Birleşmiş
Milletler İnsanî Kalkınma Endeksi’ndeki yeri konusunda Libya halkının zamanla
daha da alt sıralara ineceği konusunda da hiç şüphem yoktu.[2]
1987’de Libya’ya gittiğimde bu sefer iki hafta
kaldım. Reagan hükümeti, 1986’da Trablus ve Bingazi’yi bombalamış, gece
evlerinde yatmakta olan tüm Kaddafi ailesini öldürmek istemişti. Trablus’ta
bombalanan yerleri ziyaret ettim, Kaddafi’nin harap edilen evini gezdim. Sonra çadırında
Albay Kaddafi ile görüştüm. Orada yaşananları ve ailesinin bombardıman
esnasında yaşadıklarını konuştuk.
Çölde yaşamayı bilen bir bedevi olması sebebiyle
Kaddafi misafirlerini bir çadırda karşılamayı, işlerini orada görmeyi severdi. Hatta
kendisiyle alay edilmesine rağmen New York’taki BM toplantılarına bile bu
çadırıyla giderdi. Oysa bu çadır, kültürel kimliğini koruma konusunda
gösterdiği kararlılığı ifade ediyor, emperyalist batıya değil de halkına bağlı
olduğunu ortaya koyuyordu.
O toplantının sonunda Kaddafi’yle, eski ABD
Başsavcısı Ramsey Clark ile ABD’yi bu bombardıman konusunda dava etme konusunda
anlaştık. Sanık kürsüsüne çıkartmak istediğimiz isimler arasında Başkan Reagan,
Savunma Bakanı Weinberger, CIA Direktörü Casey, ABD Genelkurmay Başkanı, ABD’nin
NATO Komutanı, Altıncı Filo Komutanı ve Reagan’a Libya’yı bombalayacak
uçakların bulunduğu İngiliz üssünü kullanma izni veren Birleşik Krallık
Başbakanı Margaret Thatcher gibi isimler vardı. Davayı kaybettik. İki imparatorluğa
karşısında iki avukatın elinden hiçbir şey gelmedi.
Haziran 1988’de Büyük Barış ve İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin kabulü ile ilgili olarak Beyda’da düzenlenen Halk Kongresi
toplantısına katılmak üzere Libya’ya gittim. Herkesi şaşırtan bir öneri
dâhilinde Kaddafi, Libya’da ölüm cezasının kaldırılması teklifinde bulundu. Ama
bu insanî adımı halk kongresi reddetti. İşleyen bir demokrasiyle karşılaşmak gerçekten
de ilginç bir deneyimdi! CBS kanalının akşam haberlerine çıkıp olan biteni
anlattım ve insan hakları konusunda bu tür adımların öneminden bahsettim.
O günden sonra Batılı haber kuruluşlarına Libya
konusunda mülâkatlar verdim, ABD’nin Kaddafi’yi devirme ihtimali ile ilgili
değerlendirmelerde bulundum. Her daim ifade ettiğim biçimiyle ABD hükümeti, bu
konuda niyetini iyice tartmak zorundaydı. Libya’nın başına bir CIA maşası
geçiremeyebilir, Libya’daki petrol sahalarına köktenci bir dinî liderin çöreklenmesine
sebep olabilir, Kuzey Afrika’daki bu stratejik bölgenin ve Akdeniz’in Mısır’a
doğru uzanan güney hattının başka güçlerce işgal edilmesine göz yummak zorunda
kalabilirdi.
Kaddafi’nin en önemli düşmanları arasında Müslüman
köktenciler her zaman öne çıkmışlardı. Bu kesim Kaddafi’den nefret ediyordu,
çünkü Nasır’ı kahraman ve rol model olarak gören Kaddafi, ülkede
seküler-milliyetçi bir düzen tesis etmiş, Libyalı kadınlara özgürlük ve yetke
vermiş, Yeşil Kitap isimli çalışması ile
İslam’la uyuşan, kapitalizm-komünizm arasında duran üçüncü bir yol açılması
için uğraşmıştı. Kitap, ilgili kesim için bir tür sapkınlıktı.
Halkın büyük bir kısmı, ılımlı Sünni nüfustan
oluşuyordu. Ama 2011’de Kaddafi’yi devirmek için El-Kaide’ye ve selefi güçlere
mensup yabancı savaşçılar ülkeye getirildiler. Amaç, burayı Akdeniz’in Somali’si
hâline getirmekti.
Bush’un başa geçmesi sonrası 1991 sonlarında ABD, 1988’de
İskoçya’nın Lockerbie kasabasında Pan American uçağının bombayla hava
uçurulması eylemi sebebiyle Libya’yı suçlama fırsatına kavuştu. Sürecin başından
itibaren Libya devletine tavsiyelerde bulundum. Tahminime göre ABD, Libya
hükümetini Lockerbie konusunda, kimi temel jeopolitik gerekçeler üzerinden, bir
tür günah keçisi olarak kullanacaktı.
İddialarını kamuoyunun gözüne sokmak adına 1992
başlarında Başkan Bush, Altıncı Filo’yu Libya sahiline gönderdi. Bu süreçte
ABD, Reagan yönetiminin birkaç kez gerçekleştirdiği saldırılarda görüldüğü
üzere, hava ve deniz destekli bir dizi askerî manevra gerçekleştirdi. Bu
noktada Kaddafi’yi Lockerbie iddiaları ile ilgili olarak Lahey Uluslararası Adalet
Divanı’nda ABD ve Birleşik Krallık aleyhine dava açmaya ve mahkemeden bu iki
ülke için bir yasaklama emri çıkartmasını istemeye ikna ettim. Böylelikle ABD
ve Birleşik Krallık, Libya’ya yeniden saldırma imkânı bulamayacaktı. Bu iki
dava açıldıktan sonra Bush, Altıncı Filo’nun çekilmesi emrini verdi. ABD ve Libya
arasında çatışma yaşanmadı. Savaş olmadı. Kimse ölmedi. Uluslararası hukuk,
ihtilafları sulh ile çözme konusunda mahir olduğunu gösterdi.
Bu sürecin ardından, Şubat 1988’de Uluslararası
Adalet Divanı, bu iki davada gündeme getirilen teknik, yargıyla alakalı ve
usulle ilişkili konularda Libya lehine iki karar aldı. ABD ve Birleşik Krallık
aleyhine olan bu kararlara bakıldığında, günün sonunda Lockerbie iddiaları
konusunda kazanan Libya idi. Bu olumsuz gelişme üzerine ABD ve Birleşik Krallık,
Libya’ya tavizde bulunup bir öneri sunmak zorunda kaldı. Buna göre Lockerbie
saldırısını gerçekleştirdikleri iddia edilen iki Libyalı, Lahey’deki İskoç
Mahkemesi’nde yargılanacaktı. Ama bir şekilde adalet hiçbir zaman tecelli
etmedi.
Mart 2011’de ABD ve NATO Libya’ya savaş açınca
Kaddafi yeraltına çekildi. Batı’nın bir kez daha kendisini ve ailesini öldürmeyi
deneyeceğinden korkuyordu. Gelgelelim bu kaçınılmaz son yaşandı. Libya’ya
atılan bombaları durdurmak için ABD ve NATO’yu Lahey’de yargılama yetkisi
versin diye Kaddafi’yle temas kurmaya çalıştım ama bir sonuç alamadım. Çabalarımız
hiçbir işe yaramadı.
Albay Kaddafi, tıpkı kahramanı Ömer Muhtar gibi,
Batı’yla mücadele etti ve Libya için öldü. Tam da tahmin ettiğim gibi o,
hayatını kurtarmak için ülkeden kaçmaya çalışmadı ve ölümüne savaştı. Hatta dünya
tarihinin gördüğü en güçlü askerî ittifaka karşı beklentilerimin de ötesinde
bir direniş sergiledi. Direnişi yedi ay sürdü. O bugünün Hanibal’i idi!
Albay Kaddafi, Libya’yı
bedevi kabilesinin başındaki bir geleneksel Arap şeyhi gibi yönetti. Aslında Libya
bir devlet olarak, Kaddafi’nin kurduğu cemahiriye sistemi içerisinde erimiş,
birbirinden farklı Arap ve Tuareg kabilelerinin kaynaşmasından oluşan bir yapı
idi. Şu an altüst olmuş, sağa sola savrulmuş kabilelerin ABD-NATO savaşı
sonrası işleyen bir devlet inşa edip edemeyeceklerine tarih denen jüri karar
verecek. Bugün Libya devleti, ABD ve NATO’nun en başından beri taşıdığı niyet
uyarınca, dağılmanın eşiğinde.
Francis
A. Boyle
[Kaynak:
Destroying Libya and World Order: The
Three-Decade U.S. Campaign to Terminate the Qaddafi Revolution, Clarity
Press 2013, s. 11-15.]
Dipnotlar
[1] Dirk Vanderwalle, A History of Modern Libya, İkinci Baskı, 2012.
[2] 2010 yılı itibarıyla Libya’nın İnsanî Kalkınma Endeksi 0,755’ti. Arap devletlerinin İKE’sinin ortalaması ise 0,593’tü. Bu rakam, aynı zamanda yüksek kalkınma endeksine sahip ülkelerin ortalaması olan 0,717’inin de üzerinde.
0 Yorum:
Yorum Gönder