09 Haziran 2020

Ne Sapması?


Şiddet, ABD’nin Tarihinin, Bugününün ve Kendisinin Özüdür

 

Siyah gençler ve ılımlı isimler şunu anlamalıdırlar ki devrimci öğretiye teslim olurlarsa birer ölü devrimciye dönüşeceklerdir.

[J. Edgar Hoover, Eski FBI Başkanı -1968]

Amerika’daki gerçeklik ve dünya anlayışları, insanların kendilerine ait olan şeylerden uzak durma gayretleri sebebiyle sakatlanmıştır.

[James Baldwin -1971]

 

Yaygın kanaate göre, son birkaç haftadır tanık olunan yıkım ve şiddet, Amerikalıların genel tecrübesi dâhilinde bir sapmayı ifade ediyor. Polisin göstericilere uyguladığı şiddet karşısında atılan sayısız manşette ve sosyal medya paylaşımında benzer bir dile başvuruluyor ve genelde şu söyleniyor: “Şu an karşınızda herhangi bir Batılı olmayan devlet mi duruyor? Hiç şaşırmayın, Amerika bu işte!”

Herkesin dilinde olan bu anlayışa göre ABD, medeni ve Batılı olmayan milletler gibi kendi yurttaşlarına şiddet uygulamaktadır, bu şiddeti uygulayansa Amerikan “demokrasi”si değildir. Oysa bu, ta başından beri ABD’nin kendi halkına ve dünya genelinde başka birçok halka hiç durmadan şiddet uyguladığı gerçeğini gizleyen ırkçı ve tarih dışı bir anlayıştır.

ABD’nin resmiyette düşman kabul ettiği İran, Venezuela ve Kuzey Kore gibi ülkelerle kıyaslanan ABD’nin son eylemleriyle ahlâkî planda alt seviyeye düştüğünden bahsediliyor. Burada bir zamanlar ABD’nin haklı olduğuna dair ırkçı ve şovenist efsanenin kalıcılaşmasına hizmet eden bir tavır söz konusu. Samir Amin’in Amerikan İdeolojisi isimli çalışmasında dediği gibi:

“Gerçekte toplumsal boyuttan mahrum sınırlı bir bağımsızlık savaşından başka bir şey olmamasına ve ‘erdemli devrim’ olarak nitelenmesine karşın Amerikan devrimi, Kızılderililere karşı soykırım uygulamış, hiçbir zaman köleliğe karşı koymamıştır.”

Birçoklarına son yaşanan gösteriler ve polis şiddeti, altmışların sonu ve yetmişlerin başını kapsayan devrimci dönemi anımsattı. Kara Panter Partisi ve ondan ilham alan, onunla bağlantılı başka örgütlerin ateşlediği bu dönemde ABD genelinde kentlerde huzursuzluk süreci hiç kesintiye uğramadı. İstihbarat kurumları, polis, ordu ve diğer paramiliter güçler bu ayaklanmaları bastırdı. Bu dönemin önemli olaylarından biri de 1970’te Kent Eyalet Üniversitesi’nde düzenlenen Vietnam Savaşı karşıtı gösteriye yönelik saldırı idi. Bu saldırıda Ulusal Muhafızlar öğrencilerin üzerine kurşun yağdırdı, yere düşen öğrenciler süngülendi, dört kişi öldü, birçok öğrenci yaralandı. Kent, Yale gibi üniversitelerde yapılan gösterileri bastıran askerlerin büyük bir kısmına amirleri, “görevini ifa ederken birini vurursanız yargılanmayacaksınız” dedi. Yani bu askerlere öldürme yetkisi verildi ve bu askerler söz konusu yetkiyi kullandılar.

Elli yıl sonra aynı Ulusal Muhafızlar, birçok şehirde göstericilerin üzerine salındı, üstlerinden benzer bir güvence alan askerler, en başta Genelkurmay Başkanı Donald Trump’ın desteğini aldılar. Trump, göstericilere şiddet uygulanmasını meşrulaştırmakla kalmadı, ayrıca bu şiddetin kullanılması yönünde çağrıda bulundu. Kent Üniversitesi’ndeki katliam alçakçaydı ve devlete karşı koyma cüreti gösteren yurttaşlarıyla başa çıkma konusunda ister Demokrat isterse Cumhuriyetçi olsun, tüm yönetimlerin başvurduğu üslup ve tarz konusunda çok şey öğretmekteydi.

Kent’teki cinayetler asla istisnai değildi. Aslında bu olay, epey bir insanın dikkatini çekmişti çünkü kurbanlar beyaz üniversite öğrencileriydi. Siyahların katledildiği benzer olaylarsa hâkim tarihyazımının kara kitabından silinip atıldı. Siyahların daha fazla canı alındı, onların daha fazla malına zarar verildi. Örneğin 1921’de Tulsa şehrinin Greenwood kasabasında yer alan “Siyahların Borsası” denilen mahalle imha edildi. 300’den fazla siyah öldürüldü. Bu olay da halkın hafızasından silindi.

ABD devleti ve kurumları, siyah göstericilere ve devrimcilere her daim zulmetti. Kara Panter Partisi’nin genç lideri Fred Hampton, 1969’da öldürüldü. Bu olay, Hampton gibi kitlelere ilham veren liderlerin yol açtığı tehditle uğraşma konusunda devletin ne kadar acımasız olabileceğinin bir göstergesiydi. Hampton, ABD devleti ve kapitalizme karşı proleter bir devrim yapmak adına ırklar arasında birlik teşkil edilmesi çağrısında bulunan bir isimdi. Henüz 21 yaşında olan Hampton’a örgüte sızmış olan bir FBI ajanı ilâç verip onu komaya soktu, sonra Şikago emniyetinden polisler gelip başına birkaç el ateş etti. Amerika’daki siyah kitleleri devlete karşı birleştirme becerisine sahip bu türden liderlere uygulanan devlet şiddeti, bugün vaka-ı adiyedendir. 2014’te Ferguson’da yapılan gösterilere öncülük eden birçok isim, devlet şiddetinin devam ettiğinin hem kanıtı hem şahididir.

Özellikle altmışların sonunda FBI, kitleleri birleştiren Hampton türünden liderlerden korkmuş, bu isimlerin siyah “mesih” gibi zuhur edip Amerika’da bir Mau Mau İsyanı’nı başlatabileceğini, böylelikle gerçek bir siyah devrimini gerçekleştirebileceğini düşünmüştür. 1968’de Martin Luther King Jr.’ın öldürülmesinden bir hafta önce FBI bir raporunda onun adını Stokely Carmichael (Kwame Ture) ile birlikte anmış, bu iki ismin kitlelere öncülük edebileceği üzerinde durmuştur.

Bu bağlamda Martin Luther King Jr. ve Malcolm X suikastları, siyah milliyetçi hareketine ve müttefiklerine odaklanan şiddet, gözdağı, sabotaj ve baskı dalgasının bir parçası olarak görülmelidir. Bu süreçte en fazla öne çıkan unsur ise ilk başta ABD Komünist Partisi’ni hedef alan ve FBI eliyle yürütülen COINTELPRO kampanyasıdır. ABD devleti, içteki tüm direnişi ezme konusunda kararlı bir tutum sergiler. Öyle ki bir generalin de dile getirdiği biçimiyle, “isyanların yetmişler boyunca devam etmesi durumunda Pentagon, Amerikan şehirlerini İkinci Dünya Savaşı esnasında Stalingrad’da görülen yıkım sahnelerine benzer sahnelere maruz bırakma konusunda hazırlık yapmıştır.” İçteki isyanları bastırmak için şiddet kullanma isteği hiçbir zaman eksilmemiş, 1992’de Los Angeles’ta, 2014’te Ferguson’da, 2016-17’de Standing Rock’ta ve geçen haftalarda ülke genelinde bu istek somutta karşılık bulmuştur.

Birçok Amerikalı, belirli bir eğilim dâhilinde, son şiddet dalgasını geçici görmekte, ABD’nin bir süreliğine kendisinden “daha kötü” olan ülkeler gibi davrandığını düşünmekte, “Karakas, Bağdat veya Beyrut gibi yerlerde yaşanan olaylara benzer olaylar neden bizde yaşanıyor?” diye sorup şaşırmaktadır. Ortalama bir Amerikalının aklında şiddetle ilişkilendirilen bu türden “kötü” örnekler, bugün ABD kentlerini tehdit eden aynı etmenin, ABD devletinin kesintisiz bir biçimde uyguladığı zulmün bir sonucudur.

Tembellikle malul Amerikan aklında Beyrut, belirli yaştaki Amerikalılar için kargaşanın hâkim olduğu kent merkezli şiddetin bir simgesidir. Bu fikrin oluşmasının sebebi, ülkede yaşanan iç savaştır, bilhassa seksenlerde yaşanan çatışmalarda birçok Amerikan vatandaşının kaçırılmış, bazılarının öldürülmüş olmasıdır.

Ama öte yandan o dönemde Amerikan deniz piyadelerinin Lübnan’ı işgal ettiği, iç savaşın fitilinin ateşlenmesi ve iç savaşın sürdürülmesi noktasında ABD’nin sürece doğrudan dâhil olduğu, ABD’nin eline kanın bulaştığı, onun adının Sabra-Şatilla Kampı’nda yüzlerce Filistinlinin öldürülmesi gibi olaylara karıştığı, nedense unutulur.

Bugün toprağın altında olan birçok siyah devrimcinin gayet iyi bildiği gibi, kendilerine ve diğer siyah Amerikalılara her gün uygulanan ırkçı şiddet, ABD ordusunun Vietnam’da ve başka ülkelerde sivillere karşı uyguladığı şiddetle doğrudan bağlantılıdır. Irkçılık, kapitalizm ve emperyalizm arasında yapısal ve kesintisiz bir bağ mevcuttur. 1971’de San Quentin Hapishanesi’nde devlet eliyle katledilen Kara Panter Partisi üyesi devrimci George Jackson, ölmeden bir yıl önce Angela Davis’e yazdığı mektupta şunları söylemektedir:

“Malcolm X ve MLK’i takip etmeye başladıkları noktada öldürülmüş olmaları, asla tesadüfi değil. […] Malcolm X öldüğünde dili ne söylüyordu, anımsa: o ölmede önce Vietnam’dan, ekonomiden, politik ekonomiden bahsediyordu.”

Malcolm X ise şunu söylemektedir:

“Kapitalizm ırkçılık olmadan yapamaz. Irkçılık bulaşmamış bir kişi görürseniz ve bu kişinin görüşlerinde zerre ırkçılık bulunmuyorsa bilin ki bu kişi sosyalisttir.”

Bu süreçte Malcolm X, Afrika’da yeni bağımsız olmuş, birçoğu sosyalist olan ülkelerin hükümetleriyle ABD’nin sömürgeci bir güç olarak siyah yurttaşlara tavrını ve muamelesini mahkûm eden bir BM kararının alınmasını sağlamak için çalışır. Bu teklif, Amerika’daki iktidar elitlerini ürkütür. Bu yönde adım atmazdan evvel Malcolm X katledilir.

Öldürülmeden kısa bir süre önce hapishanede her türlü güçlüğe karşın tamamlamayı bildiği Gözümdeki Kan isimli kitabında George Jackson, şunları söylemektedir:

“ABD kendisini, tüm halk hükümetlerinin, dünyanın her yerinde bilimsel sosyalizmin ürettiği tüm bilincin ve tüm anti-emperyalist faaliyetlerin can düşmanı olarak teşkil etmiştir. Bu ülkenin tarihinin son elli yıllık döneminde belirleyici olan tüm temel unsurlar, ekonomik, toplumsal, politik ve askerî seferberlik faaliyetleri, sahip oldukları nitelik itibarıyla beynelmilel faşist karşı-devrimin prototipi olarak örgütlenmiştir.”

Jackson’ın tespiti, son elli yıl içerisinde doğru olduğunu kanıtlamıştır.

Dünya genelinde milyonlarca insan, ABD’deki olaylara odaklandı ve siyahların haklı davası ile dayanışma ilişkisi kurdu. ABD’yi içeriden zayıflatma imkânına sahip her şey, dünyanın her yerinde tüm ilerici güçlerin devrimci potansiyelini ve konumunu güçlendirecek.

Jackson kitabında, kendisinin “siyah kolonisi” dediği gücün öncülük ettiği devrimin dünya genelinde sahip olduğu önemden uzun uzun bahseder. Bu mesele, ABD devletinin de paylaştığı bir endişe kaynağıdır.

Seksenlerin başında Karayipler’deki Grenada isimli küçük adada dışişleri bakanlığının Marksist-Leninist devrim yapacağı korkusuna kapılmasına neden olan Maurice Bishop, şu gerçeğin görülmesini sağladı: liderlerin ve ülke nüfusunun yüzde 95’i siyah, dolayısıyla “burada yaşanacak bir devrim, ABD’deki otuz milyon siyah için bir cazibe kaynağı hâline gelecektir.” Bu ise ABD için kabul edilemez bir durumdur. 1983’te ve sonraki yıllarda devrimi sabote etmeye yönelik girişimler bağlamında ABD, Grenada’yı işgal etti, kısa ömürlü devrimci süreci hızla ezdi.

“Bu büyük ülke, düşmanlarının tabi olduğu ölçütlerin gerisine düşmemeli” diyen ve apaçık bir biçimde ırkçı olan anlayışa karşılık, ABD’nin gerçekte dünya genelinde suikastlar, içteki muhalefeti ezme, medyayı kontrol edip ona gözdağı verme, göstericilere ve muhalif gruplara şiddet uygulama konusunda uzman olduğunu söylemek gerekmektedir. Oysa bugün birçok insan, saçma sapan bir yaklaşım dâhilinde, bu eylemlerin “Amerikalı olmayan” pratikler olduğunu iddia etmektedir. Son bir haftada yaşanan olaylar, bu gerçeği açık biçimde ispatlamaktadır. Amerika’nın yüzündeki liberalizm maskesi en azından şimdilik düşmüş, alttaki çirkin faşist suratı açığa çıkmıştır.

Önümüzdeki günlerde ve haftalarda solcular dâhil birçok insan, bu maskeyi o yüze yeniden takmak için uğraşacak. Mevcut sorunu reformların çözüme kavuşturacağını söyleyecek, buradan da ABD’nin düşmanları karşısında ahlaken üstün olan demokrasisinin kurtarılabileceği imasında bulunacaklardır.

Oysa gerçek şu ki ABD, tam da suçlama yönelttiği düşmanlarına söylediği şeydir: o, zerre ceza almadan, ülke içinde ve dışında insanları gözetleyen, onlara zulmeden ve katleden, her yerde her şey konusunda hak iddiasında bulunan kapitalist oligarşinin çıkarına hizmet eden, otoriter, askerîleşmiş bir polis devletidir.

Louis Allday
4 Haziran 2020
Kaynak

0 Yorum: