05 Haziran 2020

,

Sosyal Mesafe


Boccaccio’nun Decameron eseriyle 12 yaşında tanıştım. Tanışmama vesile olansa okulda aldığımız Avrupa tarihi ders kitabı idi.

Ders kitabının yazarının aktardığına göre bir dizi kısa hikâye aktaran Boccaccio eserinde, on dördüncü yüzyılda görülen veba salgını esnasında Floransa’ya kaçan yedi kadın ve üç erkekten bahsediyordu.

Yolsuzluğa bulaşmış din adamları ile seyyah tüccarların çevirdikleri entrikalara dair hikâyelerin yer aldığı kitap, bir yandan da anne babaların çocuklarını kendilerinden uzak tutmak için başvurdukları yöntemleri aktarıyordu.

Evet korkuya kapılmış insanlar günah üstüne günah işliyor, o zor zamanlarda yeni bir günahla, sosyal mesafe ile tanışıyorlardı.

Hristiyan olduklarını beyan eden insanlar, sevgili bile olsalar birbirlerinden sürekli şüphe ediyorlardı. Veba salgını sona erdiğinde insanlar, kendilerini kapattıkları yerlerden, karantinadan çıktılar ama ihtiyatlı davranmaya, sosyal mesafeyi korumaya devam ettiler. Bu oyun, nesiller boyu oynanmaya devam etti. Her zaman söylendiği gibi: sonuçta ruhu korku kemiriyordu.

Bence insan doğası, o günden beri pek fazla değişmedi. Bugün psikologlar korkuyu fazlasıyla incelemiş durumdalar, ama gene de onun toplum nezdinde neden bu kadar yıkıcı sonuçlara yol açtığını hâlen daha kavrayabilmiş değiliz.

On dördüncü yüzyılda vebanın sevenleri ayırdığı, işletmeleri çökerttiği, ekonomik yıkıma yol açtığı koşullarla başa çıkacak stratejileri önerecek meslekten tek bir psikolog ve ekonomist bulunmamaktaydı.

Yirmi birinci yüzyılda ise derdimiz fareler değil yarasalar. Avrupa da ve tüm dünyada aile işletmeleri, can ata ata kapılarına kilit vurdular. Çünkü potansiyel müşterileri evlerine kapandılar, çünkü hükümetler yurttaşlarını evlere hapsettiler, hatta insanlar arası teması yasakladılar. Bu korku sadece ekonomik değil, tıbbi ve psikolojik bir maliyete de yol açıyor.

Yirminci yüzyılda en fazla alıntılanan deneylerin belirli bir kısmı altmışlarda yapıldı. Bu deneylerden biri de Harry Harlow’un deneyi. Psikolog Harlow’un bu deneyini sosyal bilimlere veya biyolojiye aşina olan herkes bilir.

Harlow bir grup şebeği annelerinden ve arkadaşlarından kopartıp laboratuvar ortamına taşıdı. Bulundukları kafesin içine telle yapılmış iki maymun maketi yerleştirdi. Bu maketlerden biri sadece telden imal edilmişti, diğeri ise içi köpükle doldurulmuş yumuşak havlu kumaşındandı ve yüzü daha fazla maymuna benziyordu.

Tercih yapma imkânı verildiğinde şebekler, içi köpük dolu anne maymunun yanında kalıyorlardı. Bir de sadece telden yapılmış maymunlara erişimi olan şebekler vardı. Yumuşak anne figürüyle fiziki temas kuramadıkları için bu şebekler, fazlasıyla rahatsız oluyorlardı.

Bu deneylerin yapıldığı dönemde hâkim olan paradigma bilimsel indirgemecilikti. B. F. Skinner’ın kurduğu davranışçılık okulu, bu dönemde yüksek akla atıfta bulunmayan davranış modelleri oluşturmaya çalışıyordu. Bu okula göre duygular, insanların ve hayvanların davranışlarının biçimlenmesinde işlemsel değil biçimsel bir şart olarak iş görüyordu. Yiyecek ve diğer türden maddi ödüller, başat unsurlar olarak kabul ediliyordu.

Harlow’un deneylerden elde ettiği sonuçlar, hayvanların ve insanların temelde sosyal varlıklar olduğunu, başkalarının sevgisine ve arkadaşlığına ihtiyaç duyduğunu ortaya koyduğu için herkesi şaşırttı. Ayrıca bu deneylere göre insanlar ve hayvanlar, başkalarına fiziken yakın olmak zorundaydı.

Harlow’un elde ettiği sonuçlara şaşıran bu davranışçı psikologlar, muhtemelen biyoloji tarihinde klasik bir eser olan, Darwin’in elinden çıkan ve benim Darwin’in en iyi eseri kabul ettiğim İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfade Edilmesi isimli kitabı biliyorlardı.

Yüz ifadeleri ve bedensel davranışlar üzerinden okunabilecek hayvan duygularını yakından inceleyen bu kitabında Darwin, bu duyguların hayvanın sağlığı için zaruri olduğunu söylüyor. Gelgelelim evrim teorisinin tahrif edilmiş bir versiyonu yıllarca öne çıkartıldığı için bu kitabı üzerinde pek durulmadı. Sonuçta da teorik planda duygular, geçici ve bilimsel araştırmanın konusu olmaya değmeyecek şeyler olarak görülmeye başlandı. Harlow, işte bu görüşün yanlış olduğunu ispatlamak derdindeydi.

2020 yılındayız ve bugün üniversitelerde Harlow’un hayvan çalışmalarını destekleyecek tek bir psikoloji bölümü bulamazsınız. Çünkü onun çalışmaları kabaydı, ayrıca John Bowlby’ın çalışmalarını teyit etmekteydi.

Psikoanalizci olan Bowlby, ayrılık kaygısı üzerine çalışmalar kaleme aldı ve yavru iken insan ve hayvanların bağ kurmak ve o bağları korumak zorunda olduğunu söyledi. Bu bağlar, sağlıklı ve normal gelişim için zaruriydi. İncelemeye fiziki teması katmak suretiyle Harlow, o bağların anlamının kavranmasına ciddi katkılar sundu.

İnsanlar üzerine yapılan deneylere hâlen daha devam ediliyor. Üstelik artık hepiniz, bu deneylerin bir parçasısınız. “Eğriyi düzleştirmek için başvurulan sosyal mesafe yöntemi”, esasen büyük bir psikoloji deneyi ve herkes bu deneyde fiilen yer alıyor.

20 Mart Cuma günü İngiliz hükümeti koronavirüs salgını sebebiyle ülkenin sosyal mesafe denilen bir yıllık süreçten geçmesi gerektiğini söyledi.

23 Mart Pazartesi günü başbakan Boris Johnson, tüm ülkeyi karantina altına aldı. Herkes evde kalacak, aradaki mesafeyi asgari 2 metrede tutacak, bir araya gelmeler son bulacak, seyahatler ertelenecekti.

Yetmiş yaş üstü kişiler asla evden çıkmayacaktı.

Hükümet Bu Kararı Neden Aldı?

İddialarına göre hayatımızı ve ulusal sağlık hizmetlerini kurtarmak istiyorlardı. Oysa “sosyal mesafe hayat kurtarır” iddiası, sadece duygulara değil ayrıca bulaşıcı hastalıkların aktarımı ve bağışıklık sistemine dair yanlış bir anlayışa dayanıyordu.

Meramımızı anlatmak için önce “Sosyal Bağlar ve Nezle Şüphesi” ismini taşıyan, 1997 tarihli Amerikan Tıp Derneği dergisinde çıkan bir çalışmaya değinelim. Bu çalışma, karantina altındaki 276 deneğin arkadaşlarıyla, ailesiyle ve işle kurduğu bağları inceliyor, ayrıca ait olduğu topluluğun hastalığa direnç konusunda yol açtığı etkiye bakıyor. Elde edilen sonuca göre: deneklere rinovirüs içeren burun damlaları veriliyor, toplumsal bağları güçlü olan kişilerde üst solunum hastalıkları daha az görülüyor.

Bu çalışmadan sonra başka çalışmalar yapılıyor. Bunlar, başka çalışmalarda ele alınılıyor. Peki hükümetlerin bu çalışmalardan habersiz olması mümkün mü?

Bugün insanların ölen akrabalarının evlerine gitmelerine izin verilmiyor. İnsanlar virüsle korkutulup birbirinden uzak tutuluyorlar. Ama öte yandan 2015 tarihli bir çalışmada birbirine sarılmayan, fiziki temas kurmasına izin verilmeyen insanların bunalıma girdiğinden bahsediliyor. Üstelik bu insanlarda üst solunum yolu rahatsızlıkları daha sık görülüyor. Bugün sokak ortasında polisin gözü önünde birine sarılsanız, muhtemelen bu sarılma eylemi terörist bir eylem olarak görülür.

Haftalık hakemli tıp dergisi Lancet’te yer alan bir makalede karantina, sosyal izolasyon ve sosyal mesafe ağır bir dille eleştiriliyor. Çalışmanın arkasında esasen İngiliz hükümeti var ama destek veren kurumlar olarak karşımıza Kamu Sağlığı Kurumu, Ulusal Sağlık Araştırmaları Enstitüsü, ayrıca Doğu Anglia Üniversitesi ve Newcastle Üniversitesi çıkıyor.

Çalışmanın yazarlarına göre:

“karantina psikolojik açıdan çok çeşitli, kalıcı ve somut etkilere yol açıyor. Bu araştırmanın sonuçlarına göre eğer karantina olumsuz bir deneyim olarak gerçekleşirse, sadece karantina altına alınan insanları değil karantina sürecini yöneten sağlık sistemini, siyasetçileri ve onu dayatan kamu sağlığı yetkililerini etkileyecek uzun vadeli sonuçlar ortaya çıkacak.”

Ulusal sağlık sisteminin koronavirüs krizi sebebiyle çöktüğü koşullarda bu, esasen ilginç bir çıkarım. Bugün sanayinin kullandığı hangarları acil durum hastanelerine dönüştürdük, bunlar ve zaten varolan köklü hastaneler büyük ölçüde boş. Uzman kadrolar, aşina olmadıkları alanlarda çalıştırılıyorlar.

Lancet’teki makalenin sonunda, “insanlardan toplum sağlığı için kendilerini eve kapatmalarını ama bir yandan da sevdiklerini riske sokmalarını isteyemeyiz” deniliyor. Buna rağmen hükümet, virüsün bulaştığı veya bulaşabileceği kişilerin yakınlarının da eve kapanmalarını istiyor.

Bağışıklık tepkisi konusunda makalenin yazarları, karantina, eve kapanma ve sosyal mesafe ile ilgili olarak kimi uyarılarda bulunuyorlar. Bu tür adımlar, vücuttaki faydalı mikropların seviyesini düşürüyor. Bu mikroplar, psikolojik durum ve hormonların dengesi üzerinde muazzam bir etkiye sahipler.

Esasında bu, zaten bilinen bir şeydi. Lancet yazarları, on dokuzuncu yüzyılda Louis Pasteur’ün “en büyük pişmanlığım” dediği şeyden bahsediyorlar. Kariyerinin sonuna doğru Pasteur, ömrü boyunca benimsediği, mikropları yok etme amacını güden yaklaşımından uzaklaşıyor ve “aslolan, mikropların varlığı değil onların bulunduğu ortamdır” diyor. Elektron mikroskobunun bulunmadığı koşullarda virüs kaynaklı bulaşıcı hastalıklar, bakteri, mantar veya tek hücrelilerden kaynaklanan hastalıklardan ayrıştırılamıyordu, ayrıca Batı’da hâkim olan, kamusal hijyen koşullarının nelerden oluştuğu ile ilgili anlayış da yeterli düzeyde değildi.

Bugün suyumuz temiz, ev içindeki hava kaliteli, barınma ve beslenme koşulları eskiye nazaran iyi durumda, bu da bulaş sayılarını epey düşüyor.

Mikrobiyom denilen alanla ilgili araştırmaların sayısı son yirmi yıl içerisinde arttı. Bu araştırmalarda amaç, insan bedeninin işleyişi için hangi bakterinin, virüsün ve mantarın faydalı ve zaruri olduğunu belirlemek.

Daha doğru bir ifadeyle şunu söylemek mümkün: ne kadar çok mikrop türünü bünyemizde bulunduruyorsak o kadar iyi. Çünkü bağışıklık sistemimizin yüzde sekseni bağırsak mikrobiyomunda yer alıyor. Mesele, içteki mikropların dengeli olması, tek bir türün diğerlerine galebe çalmaması. Burada satranç oyununda görülen türden bir denge olmalı. Pasteur’ün idrak ettiği gerçek de buydu.

Aslında içimizdeki mikrop sayısı, hücrelerimizin sayısından daha fazladır. Bu mikroplar sağlıklı bir denge içinde olmazsa, hastalık baş gösterir. Bu durum, bazılarımız grip olurken bazılarımızın neden olmadığını izah eder. Kötü beslenme, antibiyotikler, zehirli maddeler ya da stres hormonunun salgılanmasına sebep olan kimi duygular, bazılarımızın mikrobiyomunu kötü etkiler. Buna karşılık bazılarımızın mikrobiyomu, koronavirüs ailesinden olan grip virüsü türünden yeni bir hastalık kaynağının üstesinden gelebilecek mikroplara eksiksiz ve sağlıklı düzeylerde sahip olabilir.

Hükümet bize sosyal mesafemizi koruduğumuzda Kovid-19’a yakalanma ihtimalimizin düşük olduğunu söyleyip durdu. “Eğri bu sayede düzleştirilecek.” Ama öte yandan hepimizde belirli ilâçların ve zehirlerin etkilediği, alışkanlıklarımızın biçimlendirdiği, bize has bir bağışıklık sistemi var. İnsanların tek tek ne kadar mikroba sahip olduğuna bakmadan tüm insanlara birbirinden farksız varlıklar olarak muamele edildiğinde, onların bağışıklık sistemlerinin nasıl bir tepki vereceği konusunda öngörüde de bulunulamaz. Dolayısıyla sosyal mesafe ile alakalı düzenlemeler, bilimi kesinlikle temel almamaktadır.

Bugün gerçek maymun kafeslerinin içinde hapisiz. Skinner’ın fareleri gibi biz de insanlardan uzak durma alışkanlığı edineceğiz. Ama eski alışkanlıkların kaybolması zordur. Bu, Pavlov’dan bugün nörolinguistik programlama (NLP) denilen yaklaşımı uygulayan davranışçılara dek birçok araştırmacının ispatladığı bir gerçektir. Bu tür alışkanlıklar, sosyal mesafe günahını işleyenlerde ve hastanelerde tek başına ölen akrabalarda zararlı sonuçlara yol açacaktır.

İnsani ilişkilerden, arkadaşlıklardan mahrum kaldığımız şu dönemde Ortaçağ’da salgın sürecinden nasıl geçildiğini anlamak için Boccacio’ya bakabiliriz. Boccacio, bu soruya “yanınızda yedi kadın varsa feleğin çarkı sizden yana döner” diye cevap verir. Burada yedi kadın, ihtiyat, adalet, ölçülülük ve sebat olarak özetlenebilecek dört temel erdemi ve Aziz Paul’de görülen inanç, umut ve hayırseverliği ifade eder. Yirmi birinci yüzyılda farklı türde bir salgınla karşılaştık, ama yaptığımız yolculuk, ruhu aynı şekilde sınıyor.

Robin Kayser
3 Mayıs 2020
Kaynak

0 Yorum: