Boccaccio’nun Decameron
eseriyle 12 yaşında tanıştım. Tanışmama vesile olansa okulda aldığımız Avrupa
tarihi ders kitabı idi.
Ders kitabının yazarının aktardığına göre bir dizi
kısa hikâye aktaran Boccaccio eserinde, on dördüncü yüzyılda görülen veba
salgını esnasında Floransa’ya kaçan yedi kadın ve üç erkekten bahsediyordu.
Yolsuzluğa bulaşmış din adamları ile seyyah
tüccarların çevirdikleri entrikalara dair hikâyelerin yer aldığı kitap, bir
yandan da anne babaların çocuklarını kendilerinden uzak tutmak için
başvurdukları yöntemleri aktarıyordu.
Evet korkuya kapılmış insanlar günah üstüne günah
işliyor, o zor zamanlarda yeni bir günahla, sosyal mesafe ile tanışıyorlardı.
Hristiyan olduklarını beyan eden insanlar, sevgili
bile olsalar birbirlerinden sürekli şüphe ediyorlardı. Veba salgını sona
erdiğinde insanlar, kendilerini kapattıkları yerlerden, karantinadan çıktılar
ama ihtiyatlı davranmaya, sosyal mesafeyi korumaya devam ettiler. Bu oyun,
nesiller boyu oynanmaya devam etti. Her zaman söylendiği gibi: sonuçta ruhu korku
kemiriyordu.
Bence insan doğası, o günden beri pek fazla
değişmedi. Bugün psikologlar korkuyu fazlasıyla incelemiş durumdalar, ama gene
de onun toplum nezdinde neden bu kadar yıkıcı sonuçlara yol açtığını hâlen daha
kavrayabilmiş değiliz.
On dördüncü yüzyılda vebanın sevenleri ayırdığı,
işletmeleri çökerttiği, ekonomik yıkıma yol açtığı koşullarla başa çıkacak
stratejileri önerecek meslekten tek bir psikolog ve ekonomist bulunmamaktaydı.
Yirmi birinci yüzyılda ise derdimiz fareler değil
yarasalar. Avrupa da ve tüm dünyada aile işletmeleri, can ata ata kapılarına
kilit vurdular. Çünkü potansiyel müşterileri evlerine kapandılar, çünkü
hükümetler yurttaşlarını evlere hapsettiler, hatta insanlar arası teması
yasakladılar. Bu korku sadece ekonomik değil, tıbbi ve psikolojik bir maliyete
de yol açıyor.
Yirminci yüzyılda en fazla alıntılanan deneylerin
belirli bir kısmı altmışlarda yapıldı. Bu deneylerden biri de Harry Harlow’un
deneyi. Psikolog Harlow’un bu deneyini sosyal bilimlere veya biyolojiye aşina
olan herkes bilir.
Harlow bir grup şebeği annelerinden ve
arkadaşlarından kopartıp laboratuvar ortamına taşıdı. Bulundukları kafesin
içine telle yapılmış iki maymun maketi yerleştirdi. Bu maketlerden biri sadece
telden imal edilmişti, diğeri ise içi köpükle doldurulmuş yumuşak havlu
kumaşındandı ve yüzü daha fazla maymuna benziyordu.
Tercih yapma imkânı verildiğinde şebekler, içi
köpük dolu anne maymunun yanında kalıyorlardı. Bir de sadece telden yapılmış
maymunlara erişimi olan şebekler vardı. Yumuşak anne figürüyle fiziki temas
kuramadıkları için bu şebekler, fazlasıyla rahatsız oluyorlardı.
Bu deneylerin yapıldığı dönemde hâkim olan
paradigma bilimsel indirgemecilikti. B. F. Skinner’ın kurduğu davranışçılık
okulu, bu dönemde yüksek akla atıfta bulunmayan davranış modelleri oluşturmaya
çalışıyordu. Bu okula göre duygular, insanların ve hayvanların davranışlarının
biçimlenmesinde işlemsel değil biçimsel bir şart olarak iş görüyordu. Yiyecek ve
diğer türden maddi ödüller, başat unsurlar olarak kabul ediliyordu.
Harlow’un deneylerden elde ettiği sonuçlar,
hayvanların ve insanların temelde sosyal varlıklar olduğunu, başkalarının
sevgisine ve arkadaşlığına ihtiyaç duyduğunu ortaya koyduğu için herkesi
şaşırttı. Ayrıca bu deneylere göre insanlar ve hayvanlar, başkalarına fiziken
yakın olmak zorundaydı.
Harlow’un elde ettiği sonuçlara şaşıran bu
davranışçı psikologlar, muhtemelen biyoloji tarihinde klasik bir eser olan, Darwin’in
elinden çıkan ve benim Darwin’in en iyi eseri kabul ettiğim İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfade
Edilmesi isimli kitabı biliyorlardı.
Yüz ifadeleri ve bedensel davranışlar üzerinden
okunabilecek hayvan duygularını yakından inceleyen bu kitabında Darwin, bu
duyguların hayvanın sağlığı için zaruri olduğunu söylüyor. Gelgelelim evrim
teorisinin tahrif edilmiş bir versiyonu yıllarca öne çıkartıldığı için bu
kitabı üzerinde pek durulmadı. Sonuçta da teorik planda duygular, geçici ve
bilimsel araştırmanın konusu olmaya değmeyecek şeyler olarak görülmeye başlandı.
Harlow, işte bu görüşün yanlış olduğunu ispatlamak derdindeydi.
2020 yılındayız ve bugün üniversitelerde Harlow’un
hayvan çalışmalarını destekleyecek tek bir psikoloji bölümü bulamazsınız. Çünkü
onun çalışmaları kabaydı, ayrıca John Bowlby’ın çalışmalarını teyit etmekteydi.
Psikoanalizci olan Bowlby, ayrılık kaygısı üzerine
çalışmalar kaleme aldı ve yavru iken insan ve hayvanların bağ kurmak ve o
bağları korumak zorunda olduğunu söyledi. Bu bağlar, sağlıklı ve normal gelişim
için zaruriydi. İncelemeye fiziki teması katmak suretiyle Harlow, o bağların
anlamının kavranmasına ciddi katkılar sundu.
İnsanlar üzerine yapılan deneylere hâlen daha
devam ediliyor. Üstelik artık hepiniz, bu deneylerin bir parçasısınız. “Eğriyi
düzleştirmek için başvurulan sosyal mesafe yöntemi”, esasen büyük bir psikoloji
deneyi ve herkes bu deneyde fiilen yer alıyor.
20 Mart Cuma günü İngiliz hükümeti koronavirüs
salgını sebebiyle ülkenin sosyal mesafe denilen bir yıllık süreçten geçmesi
gerektiğini söyledi.
23 Mart Pazartesi günü başbakan Boris Johnson, tüm
ülkeyi karantina altına aldı. Herkes evde kalacak, aradaki mesafeyi asgari 2
metrede tutacak, bir araya gelmeler son bulacak, seyahatler ertelenecekti.
Yetmiş yaş üstü kişiler asla evden çıkmayacaktı.
Hükümet
Bu Kararı Neden Aldı?
İddialarına göre hayatımızı ve ulusal sağlık
hizmetlerini kurtarmak istiyorlardı. Oysa “sosyal mesafe hayat kurtarır”
iddiası, sadece duygulara değil ayrıca bulaşıcı hastalıkların aktarımı ve
bağışıklık sistemine dair yanlış bir anlayışa dayanıyordu.
Meramımızı anlatmak için önce “Sosyal Bağlar ve
Nezle Şüphesi” ismini taşıyan, 1997 tarihli Amerikan
Tıp Derneği dergisinde çıkan bir çalışmaya değinelim. Bu çalışma, karantina
altındaki 276 deneğin arkadaşlarıyla, ailesiyle ve işle kurduğu bağları
inceliyor, ayrıca ait olduğu topluluğun hastalığa direnç konusunda yol açtığı
etkiye bakıyor. Elde edilen sonuca göre: deneklere rinovirüs içeren burun
damlaları veriliyor, toplumsal bağları güçlü olan kişilerde üst solunum
hastalıkları daha az görülüyor.
Bu çalışmadan sonra başka çalışmalar yapılıyor.
Bunlar, başka çalışmalarda ele alınılıyor. Peki hükümetlerin bu çalışmalardan
habersiz olması mümkün mü?
Bugün insanların ölen akrabalarının evlerine
gitmelerine izin verilmiyor. İnsanlar virüsle korkutulup birbirinden uzak
tutuluyorlar. Ama öte yandan 2015 tarihli bir çalışmada birbirine sarılmayan,
fiziki temas kurmasına izin verilmeyen insanların bunalıma girdiğinden
bahsediliyor. Üstelik bu insanlarda üst solunum yolu rahatsızlıkları daha sık
görülüyor. Bugün sokak ortasında polisin gözü önünde birine sarılsanız,
muhtemelen bu sarılma eylemi terörist bir eylem olarak görülür.
Haftalık hakemli tıp dergisi Lancet’te yer alan bir makalede karantina, sosyal izolasyon ve
sosyal mesafe ağır bir dille eleştiriliyor. Çalışmanın arkasında esasen İngiliz
hükümeti var ama destek veren kurumlar olarak karşımıza Kamu Sağlığı Kurumu, Ulusal
Sağlık Araştırmaları Enstitüsü, ayrıca Doğu Anglia Üniversitesi ve Newcastle Üniversitesi
çıkıyor.
Çalışmanın yazarlarına göre:
“karantina
psikolojik açıdan çok çeşitli, kalıcı ve somut etkilere yol açıyor. Bu
araştırmanın sonuçlarına göre eğer karantina olumsuz bir deneyim olarak
gerçekleşirse, sadece karantina altına alınan insanları değil karantina
sürecini yöneten sağlık sistemini, siyasetçileri ve onu dayatan kamu sağlığı
yetkililerini etkileyecek uzun vadeli sonuçlar ortaya çıkacak.”
Ulusal sağlık sisteminin koronavirüs krizi
sebebiyle çöktüğü koşullarda bu, esasen ilginç bir çıkarım. Bugün sanayinin
kullandığı hangarları acil durum hastanelerine dönüştürdük, bunlar ve zaten
varolan köklü hastaneler büyük ölçüde boş. Uzman kadrolar, aşina olmadıkları
alanlarda çalıştırılıyorlar.
Lancet’teki makalenin sonunda, “insanlardan toplum sağlığı için
kendilerini eve kapatmalarını ama bir yandan da sevdiklerini riske sokmalarını
isteyemeyiz” deniliyor. Buna rağmen hükümet, virüsün bulaştığı veya
bulaşabileceği kişilerin yakınlarının da eve kapanmalarını istiyor.
Bağışıklık tepkisi konusunda makalenin yazarları,
karantina, eve kapanma ve sosyal mesafe ile ilgili olarak kimi uyarılarda
bulunuyorlar. Bu tür adımlar, vücuttaki faydalı mikropların seviyesini
düşürüyor. Bu mikroplar, psikolojik durum ve hormonların dengesi üzerinde
muazzam bir etkiye sahipler.
Esasında bu, zaten bilinen bir şeydi. Lancet yazarları, on dokuzuncu yüzyılda
Louis Pasteur’ün “en büyük pişmanlığım” dediği şeyden bahsediyorlar. Kariyerinin
sonuna doğru Pasteur, ömrü boyunca benimsediği, mikropları yok etme amacını
güden yaklaşımından uzaklaşıyor ve “aslolan, mikropların varlığı değil onların
bulunduğu ortamdır” diyor. Elektron mikroskobunun bulunmadığı koşullarda virüs
kaynaklı bulaşıcı hastalıklar, bakteri, mantar veya tek hücrelilerden
kaynaklanan hastalıklardan ayrıştırılamıyordu, ayrıca Batı’da hâkim olan,
kamusal hijyen koşullarının nelerden oluştuğu ile ilgili anlayış da yeterli
düzeyde değildi.
Bugün suyumuz temiz, ev içindeki hava kaliteli,
barınma ve beslenme koşulları eskiye nazaran iyi durumda, bu da bulaş
sayılarını epey düşüyor.
Mikrobiyom denilen alanla ilgili araştırmaların
sayısı son yirmi yıl içerisinde arttı. Bu araştırmalarda amaç, insan bedeninin
işleyişi için hangi bakterinin, virüsün ve mantarın faydalı ve zaruri olduğunu
belirlemek.
Daha doğru bir ifadeyle şunu söylemek mümkün: ne
kadar çok mikrop türünü bünyemizde bulunduruyorsak o kadar iyi. Çünkü bağışıklık
sistemimizin yüzde sekseni bağırsak mikrobiyomunda yer alıyor. Mesele, içteki
mikropların dengeli olması, tek bir türün diğerlerine galebe çalmaması. Burada
satranç oyununda görülen türden bir denge olmalı. Pasteur’ün idrak ettiği
gerçek de buydu.
Aslında içimizdeki mikrop sayısı, hücrelerimizin
sayısından daha fazladır. Bu mikroplar sağlıklı bir denge içinde olmazsa,
hastalık baş gösterir. Bu durum, bazılarımız grip olurken bazılarımızın neden
olmadığını izah eder. Kötü beslenme, antibiyotikler, zehirli maddeler ya da
stres hormonunun salgılanmasına sebep olan kimi duygular, bazılarımızın
mikrobiyomunu kötü etkiler. Buna karşılık bazılarımızın mikrobiyomu, koronavirüs
ailesinden olan grip virüsü türünden yeni bir hastalık kaynağının üstesinden
gelebilecek mikroplara eksiksiz ve sağlıklı düzeylerde sahip olabilir.
Hükümet bize sosyal mesafemizi koruduğumuzda
Kovid-19’a yakalanma ihtimalimizin düşük olduğunu söyleyip durdu. “Eğri bu
sayede düzleştirilecek.” Ama öte yandan hepimizde belirli ilâçların ve
zehirlerin etkilediği, alışkanlıklarımızın biçimlendirdiği, bize has bir
bağışıklık sistemi var. İnsanların tek tek ne kadar mikroba sahip olduğuna
bakmadan tüm insanlara birbirinden farksız varlıklar olarak muamele edildiğinde,
onların bağışıklık sistemlerinin nasıl bir tepki vereceği konusunda öngörüde de
bulunulamaz. Dolayısıyla sosyal mesafe ile alakalı düzenlemeler, bilimi kesinlikle
temel almamaktadır.
Bugün gerçek maymun kafeslerinin içinde hapisiz.
Skinner’ın fareleri gibi biz de insanlardan uzak durma alışkanlığı edineceğiz. Ama
eski alışkanlıkların kaybolması zordur. Bu, Pavlov’dan bugün nörolinguistik
programlama (NLP) denilen yaklaşımı uygulayan davranışçılara dek birçok
araştırmacının ispatladığı bir gerçektir. Bu tür alışkanlıklar, sosyal mesafe
günahını işleyenlerde ve hastanelerde tek başına ölen akrabalarda zararlı
sonuçlara yol açacaktır.
İnsani ilişkilerden,
arkadaşlıklardan mahrum kaldığımız şu dönemde Ortaçağ’da salgın sürecinden
nasıl geçildiğini anlamak için Boccacio’ya bakabiliriz. Boccacio, bu soruya “yanınızda
yedi kadın varsa feleğin çarkı sizden yana döner” diye cevap verir. Burada yedi
kadın, ihtiyat, adalet, ölçülülük ve sebat olarak özetlenebilecek dört temel
erdemi ve Aziz Paul’de görülen inanç, umut ve hayırseverliği ifade eder. Yirmi
birinci yüzyılda farklı türde bir salgınla karşılaştık, ama yaptığımız yolculuk, ruhu aynı şekilde sınıyor.
Robin Kayser
3 Mayıs 2020
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder