01 Aralık 2015

,

İnsanî Emperyalizm


Jean Bricmont Söyleşisi

Àngel Ferrero

27 Kasım 2015

 

Humanitarian Imperialism [“İnsanî Emperyalizm”] isimli kitabınızın İspanyolcada yayınlanmasının üzerinden on yıl geçmiş. Bu kitabı size yazdıran nedir?

Kitap çalışması, 1999 Kosova Savaşı esnasında solun gösterdiği tavra yönelik bir tepki olarak başladı. Bu savaş, insanî temeller üzerinden kabul görüyordu. Kitap, ayrıca 2003’te Irak’ın işgal edilmesinden önce barış hareketinin ortaya koyduğu nispeten zayıf muhalefete yönelik bir tepkiydi. Örneğin 1991’de yaşanan Birinci Körfez Savaşı’nda yaptırımlar politikası birçok “pasifist”çe kabul görüyordu, hatta savaştan sonra bile bu destek sürdü ve savaşa uzanan süreçte yapılması öngörülen teftişlere arka çıkıldı. Bu noktada kimse, tüm bu olup bitenlerin kamuoyunu savaşa hazırlamak için ortaya konulan bir manevra olduğunun farkında değildi (İngiliz başbakanlığı tutanakları gibi sonrasında sızan kimi bilgilerde bile bu manevra tüm çıplaklığı ile ortadaydı.).

Bana kalırsa insanî müdahale ideolojisi, soldaki uluslararası hukuka saygıya dair her türden anlayışı, ayrıca medyaya dönük saygı ile ilgili her türden eleştirel yaklaşımı tümüyle ortadan kaldırmıştır.

Sizce son on yılda ne değişti?

Benim kitap yüzünden olmasa bile, çok şey değişti elbette. Her şey gün gibi ortada artık: ilkin Irak’ta, ardından Libya’da, şimdilerde Suriye ve Ukrayna’da yaşanan kaos mülteci krizine yol açtı ve Rusya ile bir savaş durumu içine girildi, artık hiçbir şey “çocuk oyuncağı” değil.

İnsanî emperyalistler, bizi hâlâ daha fazla savaşa zorlamaya çalışıyorlar ama bu tip politikalara karşı oluşan kamuoyunda somut bir yarılma söz konusu. Bu yarılma, soldan çok sağ için daha önemli.

Aydınların Batı’nın müdahalelerini ve teşebbüslerini meşrulaştırma konusunda oynadıkları rol yoğun bir eleştiriye tabi tutuluyor, bu eleştiri okları aydınların (açık mektup veya bildiri imzalama gibi) sembolik eylemlerine de yöneltiliyor. Neden?

“Aydınlar”la ilgili sorun, aslında onların iktidarı eleştirirmiş gibi yapıp gerçekte onu meşrulaştırmalarıdır. Örneğin aydınlar, Batılı hükümetlerin “değerlerimiz”i yeterince teşvik etmemelerinden şikâyetçidirler. Bu değerlerin yıkıcılık ve müdahalelerle dayatılması elbette “bizim taraf” veya “bizim hükümetler iyidir” diyen anlayışı da destekliyor. Oysa kitapta da izah ettiğim üzere, bu, şüpheli bir anlayış.

Bu aydınları bazen birileri eleştiriyor, ama kim bu birileri? En genel manada bu insanların sayısı bence çok az. Medyaya ve düşünce alanına hâlâ hâkim olan bu aydınlar.

Kitabınızda ele aldığınız diğer bir husus da kamusal söylemin yozlaşması. Sizce durum daha mı kötü? Sosyal medyanın tesirini nasıl değerlendirirsiniz?

Kamusal söylem, en azından Fransa’da, daha kötüye gidiyor. Bu, aralıksız süren sansürle ilişkili. Sansür, ya açılan davalar ya da şeytanîleştirme kampanyaları üzerinden işliyor. Arada sırada politik açıdan yanlışlarla dolu konuşmalar yapılıyor. Savaşlara dair gerekçeler ve düşmanlarımızın suçlarına dair hâkim söylemler sorgulanmıyor.

Sosyal medya, “muhalifler”e kalan tek seçenek. Burada da sadece en kaba fanteziler yer var.

Bazı yorumcular, Rusya’nın bugün Suriye’de IŞİD’e karşı yürüttüğü hava saldırılarını ve Kırım’a yönelik müdahalesini meşrulaştırmak için kendisine ait “insan hakları ideolojisi” versiyonunu kullandığını söylüyor. Sizce bu adilane bir yaklaşım mı?

Rusya’nın müdahalelerini insanî temeller üzerinden gerçekleştirdiğini iddia ettiğini sanmıyorum. Kırım meselesinde Rusya, temelde Rus olan bir halkın kendi kaderini tayin hakkı üzerinden hareket etti, Ukrayna meselesine ise 1954’te biraz da keyfî olarak eklemlendi (o tarihte bu çok önemli değildi, zira Ukrayna, Sovyetler Birliği’nin bir parçasıydı). Üstelik Rusya’nın Ukrayna konusunda Kiev’deki Rus karşıtı hükümetten korkması için birçok makul sebep vardı.

Suriye konusunda ise Ruslar dış destekli “teröristler”le mücadele etmek amacıyla Suriye hükümetinin yardım isteği üzerine harekete geçtiler. Fransa’nın (aynı şekilde hükümetin isteği üzerine) Mali’ye müdahale etmesinden daha az meşru bir yan göremiyorum burada. Rusların müdahalesi, aynı zamanda ABD’nin IŞİD’e karşı harekete geçerek Irak’a müdahil olmasından daha az meşru değil.

Elbette Rusların bu hamlelerini akıllıca bulmamak, “pasifist” bir bakış açısı üzerinden tartışmalı görmek de mümkün. Ama esasında asıl soru şu: BM Bildirgesi’nde temellendirilmiş uluslararası nizamı yerinden söken ve tüm milletlerin eşit egemenliği öncülüne halel getiren kim? Cevap açık: ABD ve “müttefikler”i (eskiden bunlara “uşaklar” denilirdi). Rusya, sadece mevcut düzensizliğe tepki geliştiriyor ve bunu gayet hukukî yollardan yapıyor.

Suriye’de biraz kalalım. Birçok Avrupalı siyasetçi Avrupa Birliği’ne yönelik mülteci akınını durdurmak ve düzeni yeniden tesis etmek amacıyla Suriye ve Libya’ya müdahale edilmesini istiyor. Bu krizle ve AB’nin önerdiği çözümlerle ilgili olarak siz ne düşünüyorsunuz?

O siyasetçiler, kendi yarattıkları sorunu nasıl çözüme kavuşturacaklarını bilmiyorlar. Suriye krizinin çözümü konusunda Esad’ın iktidardan uzaklaştırılmasını talep edip (pratikte “bizim” seçtiklerimizi ifade eden) sözde ılımlı isyancıları destekleyerek Suriye’de her türden muhtemel çözüme mani oldular. Esasında politik bir çözüm diplomasiye dayanmalıdır, böylesi bir çözüm sahadaki güçlerin gerçekçi bir değerlendirmesini önvarsayar. Suriye örneğinde gerçekçilik, Esad’ın ordunun kontrolünü elinde tuttuğunu, İran ve Rusya gibi dış müttefiklere sahip olduğunu kabul etmek anlamına geliyor. Bu gerçeği görmezden gelmek, gerçeği inkâr etmek, diplomasiye bir şans vermeyi reddetmek demek.

Bir de tüm bunların ardından mülteci krizi geldi: muhtemelen beklenmeyen bu kriz, Avrupalı yurttaşların göçmenlere ve “Avrupa’nın yeniden inşası”na dönük düşmanlıklarının arttığı bir dönemde yaşandı. Birçok Avrupa hükümeti, “halk hareketi” dedikleri bir gerçekle yüzleştiler. Bu hareketler, kendi ülkeleri için daha fazla egemenlik talep ettiler. Mülteci akını, Avrupa hükümetleri açısından çok kötü bir dönemde gerçekleşti.

Bu sebeple, hükümetler imkânlar dâhilinde bu sorunu çözüme kavuşturmaya çalışıyorlar: Macaristan gibi çevre ülkeler duvarlar örüyor (bu hükümetler duvar örme gibi girişimlerini kamuoyu nezdinde kınıyorlar ama kapalı kapılar ardında bu tip adımlardan memnunlar), sınır kontrollerini arttırıyorlar ve mültecileri kendi ülkesinde tutması için Türkiye’ye para veriyorlar.

Bir de sorunu “kaynağında” çözmek için Suriye’ye müdahale edilmesini isteyenler var. Bugün bunlar ne yapabilirler ki? İsyancılara daha fazla destek mi verecekler, uçuşa yasak bölge mi oluşturacaklar yoksa Ruslarla doğrudan çatışma içine mi girecekler? Rusların yaptığı gibi, gidip Suriye ordusuna isyancılara karşı verdiği mücadelede destek mi sunacaklar? Ama tüm bu adımlar Esad karşıtı propaganda ve politikalarla yüklü onca yılın terse çevrilmesini gerekli kılıyor.

Özetle, bu siyasetçiler kendi kazdıkları kuyuya düştüler ki bu, hiç hoş bir durum değil.

Sizce Yeşiller ve yeni sol, insanî müdahalelerin savunulması konusunda neden bu denli katı bir tutum içerisinde?

Nihayetinde “yeni sol”un sınıfsal analizinin yapılması zorunlu. Eski sol, işçi sınıfına dayanıyordu ve liderleri çoğunlukla bu sınıftan geliyordu, yeni sol ise tümüyle küçük burjuva aydınların hâkimiyeti altında. Bu aydınlar, ne üretim araçlarının sahipliği anlamında “burjuva” ne de bu araçların sahiplerince sömürülüyorlar.

Bu solcu aydınlar, nihayetinde kaba kuvvete dayanan uluslararası ilişkiler ve ekonomik sisteme yönelik kibirli bir gerekçe olarak iş gören bir ideoloji sunuyorlar. İnsan hakları ideolojisi, bu bakış açısına göre mükemmel bir ideoloji. Yeterince “idealist” ve pratiğe sürekli dökülmesi imkânsız bir ideoloji bu (zira eğer bir insan, “insan haklarını ihlal eden” herkese karşı savaş açmak zorunda kalırsa kendisini de içerecek biçimde tüm dünyaya savaş açmak durumunda). Söz konusu ideoloji, hükümetlere eleştirel yaklaşma imkânı sunuyor (bunlar, hükümetlerin yeterli müdahaleyi gerçekleştirmediklerini söylüyorlar). Ama dikkatleri dünyadaki gerçek güçler ilişkisinden saptırıp gerçek iktidarı elinde bulunduranlara eylemleri konusunda ahlâkî bir meşruiyet kazandırıyor. Böylelikle “yeni sol”a mensup küçük burjuva aydınlar, hem iktidara hizmet ediyorlar hem yıkıcı birer failmiş gibi görünüyorlar. Bir ideolojiden daha ne istersiniz ki?

Kitabınızın sonuç bölümünde Batılı okurlarınıza bir tür pedagoji öneriyorsunuz, bu pedagojinin insanların Batı hegemonyasının sona erdiğini ve uluslararası ilişkilerde yeni bir düzenin ortaya çıktığını kabul etmelerine katkı sunacağını iddia ediyorsunuz. Bu pedagojiye nasıl katkı sunabiliriz?

Daha önce de ifade ettiğim üzere, Batılı okurları değişime zorlayacak olan, gerçeğin ta kendisidir. İnsan haklarının bitmek bilmeyen savaşlarca teşvik edileceğini düşünmek, tam manasıyla bir ahmaklıktır. Bugün bu ahmaklığın sonuçlarına kendi gözlerimizle tanık oluyoruz. Uluslararası meselelerde solun önceliklerine radikal manada yeniden yönelmek gerek.

Sol, Batı hükümetlerinin yasadışı müdahaleler yoluyla başka ülkelerdeki sorunları çözüme kavuşturmaları yerine, Rusya, İran ve Çin gibi ülkelerle barışçıl işbirliği kurmalarını, uluslararası hukuka saygı göstermelerini, NATO gibi saldırgan askerî ittifakların dağıtılmasını talep etmek zorunda.

Kamuoyunda tanınmanızı sağlayan diğer kitabınız Son Moda Saçmalar ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Alan Sokal ile birlikte kaleme aldığınız bu kitap postmodernizmin eleştirisini içeriyor. Bugün postmodernizmin akademisyenler ve kamuoyundaki etkisi nedir? Ortadan kayboluyor mu, yoksa hâlâ canlı ve cazip mi?

Bu soruya cevap vermek benim için güç, çünkü cevap için hâlihazırda elimizde gerekli araçlarına sahip olmadığımız sosyolojik bir çalışmanın yapılması gerek. Ama şunu söyleyebilirim: insanî müdahalelere dönük yönelim gibi postmodernizm de solun kendi kendisini imha etme yollarından biri, oysa bu yön, savaşlara kıyasla nispeten daha az kötü sonuçlara sahip ve verdiği hasar sadece “seçkin” entelektüel mahfillerle sınırlı.

Ama eğer sol, adil bir toplum kurmak istiyorsa, onun bir adalet anlayışına sahip olması gerek; eğer sol, etik konusunda görecelikçi bir yaklaşımı benimserse, hedeflerine dair gerekçeleri nasıl tespit edecek? Eğer hâkim söyleme ait vesveseleri ve gizemlileştirme gayretlerini mahkûm etmek zorundaysa, onun saf manada bir “toplumsal inşa”ya işaret etmeyen bir hakikat anlayışına sırtını yaslaması gerek. Postmodernizm, solda aklın, nesnelliğin ve etiğin yıkıma uğratılması sürecine muazzam katkılar sundu, bu da solu intihara sürükledi.

Kaynak

0 Yorum: