20 Aralık 2015

,

Arap Baharı'na Ne Oldu?


Gilbert Achcar Söyleşisi

Nada Matta
17 Aralık 2015

 

17 Aralık, Arap ayaklanmasının başlangıcının beşinci yıldönümü. 17 Aralık 2010’da Tunus’ta alazlanan devrim ateşi, tüm Arap dünyasını sardı. Milyonlarca insan, haysiyet, demokrasi ve sosyal adalet talebiyle sokaklara döküldü. Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Yemen ve Suriye’de kitleler, yakın dönem tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir ölçekte harekete geçtiler ve tüm bölgedeki toplumsal ve politik dinamikleri dönüştürdüler. Umut siyaseten mümkün hâle geldi.

Ancak ayaklanmayı takip eden beş yıl içerisinde eski rejimlerden ve İslamî köktenci güçlerden müteşekkil olan karşı-devrimci güçler, politik inisiyatifi yeniden ele geçirdiler. Bugünse kontrolü ele geçirmek için birbiriyle şiddetli bir rekabet içerisindeler. Mısır ayaklanma öncesi diktatörlükten daha beter bir diktatörlüğün eline geçti. Suriye, Libya ve Yemen’de iç savaşlar patlak verdi. Yüz binlerce insan öldü, milyonlarcası yerinden yurdundan oldu.

Bu konjonktür nasıl değerlendirmeye tabi tutulabilir? İlgili konjonktürün ana özellikleri ve olasılıkları nelerdir? Nada Matta, Arap bölgesinin önde gelen analizcilerinden Gilbert Achcar ile Jacobin için yaptığı söyleşide bu soruların cevaplarını arıyor.

* * *

Arap ayaklanması başladığında siz, ta başından beri bu ayaklanmanın başarı ve geri çekilmelerle dolu bir dizi dönemi içeren uzun bir süreç olacağını söylemiştiniz. İsyanların üzerinden beş yıl geçti. Konuyla ilgili genel değerlendirmeniz nedir?

Tartışmada geçen terimler konusunda netleşmek amacıyla başlangıçtaki hâkim görüşe bakmak lazım. Özellikle Batı medyasında Arap bölgesinin demokratik bir geçiş sürecine girdiği, bu sürecin her bir ülkede haftalar ya da aylar sürebileceği, barışçıl geçeceği, bölgenin yeni bir seçim demokrasisine geçeceği söyleniyordu.

Bu görüşe göre, geçiş süreci temelde Bin Ali’nin devrilmesi ile Tunus’ta, Mübarek’in devrilmesiyle de Mısır’da başarıya ulaşmıştı. Genel kanaate göre, aynı süreç 1989-91’de Doğu Avrupa’da yaşanana benzer bir biçimde, domino etkisiyle bölgedeki birçok ülkeye yayılacaktı. Bu görüş, hızla insanların ağzına pelesenk olan “Arap Baharı” etiketiyle takdim edildi.

Temel alınan bu görüş üzerinden “bahar”, yeni enformasyon ve iletişim teknolojileri sayesinde dünya kültürüne bağlanan yeni neslin sebep olduğu politik ve kültürel değişimin bir sonucuydu. Bu görüşe göre ayaklanmalar, sadece buna indirgenmemek kaydıyla, temelde politik özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir ürünüydü.

Bu görüş, elbette tümüyle yanlış değil. Söz konusu boyutlar, ayaklanmanın en fazla göze çarpan özelliği. Ancak ta başından beri benim üzerinde durduğum önemli husus şu: bölgedeki başkaldırının derin kökleri politik olmaktan çok toplumsal ve ekonomik. Yaşananlar, her türden geniş ölçekli toplumsal patlama gibi politik bir karakter edinmiş olsa bile, ilk planda toplumsal bir patlamadan ibaretti.

Ayaklanmanın toplumsal arka planına dair bir şeyler söylemek için onun ilkin önceki yıllarda toplumsal mücadelelerin, sınıf mücadelesinin çarpıcı birikimine tanık olmuş iki ülkede gerçekleştiği gerçeğine bakmak gerekecektir. Tunus ve Mısır’da ayaklanmalarda kullanılan sloganlar, sadece politik değil, sırf demokrasi ve özgürlükle alakalı değil ayrıca, hatta daha fazla, toplumsal taleplerle bağlantılıdır.

Bu açıdan baktığımızda, bölgedeki ayaklanma otuz yıl boyunca Arapça konuşan bölgeye ana karakterini veren, kalkınmanın uzun süredir tıkanma yaşıyor olmasından kaynaklanmış klasik toplumsal devrim meselesi ile ilgili Marksist değerlendirme üzerinden analiz edilebilir. Bölgede özellikle gençler arasında işsizlik oranları çok yüksektir ve büyüme oranları çok düşüktür.

Ayaklanmadan yıllar önce “Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da Kalkınma Sorunları” başlıklı dersi ben hep bu açıdan ele aldım. Bölgedeki kalkınmanın engellenmesinin er ya da geç büyük bir patlamaya yol açacağı benim açımdan zaten netti.

17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayıp bölgenin geri kalanına yayılan süreci ben işte bu sebeple uzun erimli bir devrimci sürecin başlangıcı olarak tanımlamıştım. Bu ifadeyle ben haftalara, aylara, hatta yıllara veya on yıllara yayılan tarihsel devrim süreçlerine atıfta bulunuyorum. Ayaklanmalar bölgeyi uzun soluklu bir istikrarsızlık sürecine soktu. Bu süreç, ister istemez iniş-çıkışlar, devrimci kabarışlar, karşı-devrimcilerin başarılı müdahaleleri ve çok miktarda şiddet içerecektir.

Sürecin başında karamsardım, çünkü insanlara içine düştükleri o öforiden kurtulmalarını, hikâyenin sona ermediğini, meselenin karmaşık ve güç olduğunu, sürecin uzun süreceğini ve barışçıl seyretmeyeceğini söylüyordum. Ayrıca işin başından beri Tunus ve Mısır’da yöneticilerin barışçıl biçimde devrilmesini içeren bu senaryoların Libya ve Suriye gibi ülkelerde veya krallıklarda tekrarlanamayacağı üzerinde duruyordum: ben, bunu ilgili ülkelerde ayaklanmalar başlamazdan önce ifade etmiştim.

Bugünse ben, iyimser bir ifadeyle, o kasvetli havadan çıkıp neşelenmeleri gerektiğini ve devrimci sürecin henüz bitmediğini iddia ediyorum. Durum, bugün bir dizi ülkede felakete dönüştü, yıkımla karşı karşıyayız. Her şeyin ötesinde Suriye, Yemen, Libya ve Mısır’da büyük bir trajedi yaşanıyor. Ama böyle bitmeyecek. Bölge, radikal bir toplumsal-politik değişim yaşanmadıkça istikrara kavuşamayacak.

Böylesi bir değişimin kaçınılmaz olduğunu söylemem mümkün değil elbette. İyimser bir tutum almaktansa krizin dinamiklerini tarihsel perspektif dâhilinde anlamaya ve hâlâ umut olduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Galiba tek sağlam öngörü şu: toplumsal-politik değişimin öznel politik şartları, yani ilerici bir değişimin bayrağını taşıyan örgütlü politik güçler ortaya çıkmadığı sürece bölge, özellikle son iki yıldır tanık olduğumuz felaketlere daha fazla maruz kalmaya mahkûm.

Ayaklanmaların arkasındaki ekonomik ve toplumsal sebepleri tarif edebilir misiniz? Ayaklanmaya yol açtığını söylediğiniz, uzun süredir varolan kalkınmadaki bu tıkanmadan kastınız nedir?

Bu konu The People Want isimli kitabımın ilk iki bölümünde detaylı bir biçimde analiz ediliyor. Özetlemek gerekirse; Arapça konuşulan bölgedeki ekonomik büyüme oranlarını Afrika ve Asya ile kıyasladığınızda bunların çok düşük olduğunu hemen görebilirsiniz. GSMH’deki büyüme oranları, bilhassa kişi başına düşen GSMH’deki büyüme, çok düşük.

Bu, şu anlama geliyor: ekonomiler, nüfustaki artışa denk düşecek şekilde iş imkânı yaratamıyorlar. Bu nedenle de özellikle kadın ve genç işsizlere, genelde kütlesel bir işsizliğe yol açıyor. Arap coğrafyası, son yirmi-otuz yıldır dünyadaki en yüksek işsizlik oranlarına sahip bölge.

Bu, uzun süredir varolan ekonomik tıkanma yıkıcı toplumsal sonuçlara yol açtı. Sadece kütlesel işsizliğe değil, ayrıca yerel ve bölgesel düzeyde muazzam eşitsizlikleri de içeren bir dizi toplumsal meseleye sebep oldu. Gösterişli zenginlik ve aşırı sefaletin bir arada yaşadığı koşullar büyük bir hayal kırıklığını koşulladı. Bu sorun, yetmişlerdeki petrol fiyatlarında görülen artıştan beri daha da kötüleşti. 2011’deki asıl mesele, patlamanın neden meydana geldiğinden ziyade, mevcut patlama potansiyelindeki aşırı birikime rağmen bu patlamanın neden bu denli geciktiği idi.

Bugün ekonomik tıkanmanın sebebi, Arap bağlamında, neoliberalizmin faaliyetleri dâhilinde aranmalıdır. Dünyadaki birçok ülke gibi Arap devletleri de yetmişlerde neoliberal paradigmayı benimsemeye başladılar. Bu da ekonominin devletten zaman içerisinde kopartılmasını beraberinde getirdi. Neoliberalizmin ilmihaline göre, kamu yatırımlarının rolünün azaltılması çokça teşvik alan özel sektör eliyle telafi edilmeliydi.

Özel sektörün öncülük ettiği bu büyüme modeli yüksek toplumsal maliyetlerine rağmen, Şili, Türkiye ve Hindistan gibi ülkelerde, uygun koşullar dâhilinde uygulandı. Ancak Arap coğrafyasında bu model, devletin karakterinden ötürü pek işlemedi.

Arap devletlerinin ekseriyeti iki özelliğe sahip: bunlar rantiyer devletler, yani bu ülkelerde devlet gelirinin önemli bir kısmı (doğal kaynaklardan veya stratejik işlevlerden) elde edilen kira gelirlerinden oluşuyor ve bu devletler “patrimonyal” ile “neopatrimonyal” arasında değişiklik arz eden bir düzlemde konumlanıyor. Bu ülkelerde devlet yönetici grubun “mülkiyetinde”. “Modern devlet”te ise yönetici personel sadece memur. Bu özellikler benim “ekonomik faaliyetin yöneliminde baskın politik belirleme ilişkisi” dediğim şeye yol açıyor.

Bir de buna bölgedeki istikrarsızlığı ve çatışmayı eklerseniz, neoliberallerin inanmak istediği biçimiyle, özel sektörün kimi ekonomik mucizelerin motoru hâline gelemeyeceğini de anlarsınız. Özel yatırım, büyük ölçüde spekülatif, alabildiğine sınırlı ve esas olarak çabucak kâr elde etmeye odaklıdır. Kamu yatırımındaki çöküş ve durgunluk özel sektör eliyle telafi edilememiştir. Arap coğrafyasında neoliberal model başarısız olmuştur.

Ayaklanmanın yapısal bir krizin sonucu olduğuna dair bu gerçek kesintili veya çevrimsel değildir. Burada uzun bir kalkınma dönemi ardından belirli bir demokratikleşme sürecine tanık olunmamaktadır. Yeni kurulan ülkelerde durum böyle ise de bu coğrafyada uzun soluklu bir tıkanma yaşanmıştır. Dolayısıyla şu tarz bir mantıklı çıkarıma ulaşmak mümkündür: Bölgedeki ülkelerin söz konusu tıkanmayı aşmak için sosyopolitik yapılarında radikal bir değişim yaşamaları gerekmektedir.

Bin Ali veya Mübarek’in çevresiyle birlikte iktidardan uzaklaştırılmaları, buzdağının görünen kısmıdır. Bu gelişmenin kargaşaya son vermesi mümkün değildir. Bu nedenle ben, başından beri sürecin uzun süreceğine, otokratın yıkılması ile sona erdiğine inanılan bir “devrim”den ziyade, “devrimci süreç” anlayışına vurgu yapmamın nedeni budur.

Ekonomik güçlükler ve kalkınma alanında yaşanan zorluklar geniş ölçekli değişim hareketlerine nasıl dönüştü? Buna karşı gelen bir argümana göre, Arap dünyasında ve diğer ülkelerde bu güçlükler ve zorluklar uzun bir zamandan beri vardı ama isyanlara yol açmamıştı.

Bu, esasında karşı-argüman değil, zira biz burada son otuz yıl içerisinde kötüleşmiş olan bir tıkanmadan bahsediyoruz. Bu olgu, kümülatif etkilere yol açtı. Bunlardan birisi de işsiz kitlesindeki artış. Bu dönemde işsizlik oranı istikrarlı bir seyir içerisinde olmadı. Birkaç yıl boyunca artıp yüksek bir düzeye geldi. Belirli bir noktada ekonomik tıkanmanın kümülatif toplumsal etkisi kendi içine kapalı rejimlerde bir patlamayı tetikleme eğilimindedir. Meselenin bir tarafı budur.

Diğer tarafında ise patlama sürecini belirleme noktasında bir dizi politik faktörün devreye girmesi durur. Bu noktada Althusser’den ödünç aldığım üstbelirleme kavramını tarihsel olaylara uyguluyorum. Patlama, bu anlamda sürece müdahil olan bir dizi politik faktöre, yapısal toplumsal ve ekonomik faktöre ek olarak üstbelirlenmiştir.

Örneğin bunlardan biri bölgedeki emperyalist savaşların, bilhassa Irak müdahalesinin istikrarsızlaştırıcı etkisidir. Bu birbirinden farklı faktörler, büyük ayaklanmaya yol açacak şekilde kesişmişlerdir.

Ama bunların hepsi eşit ağırlıkta değildir: toplumsal ve ekonomik faktörler daha önemliyse de tüm etkilerin bileşimi özel olarak patlamaya yol açmıştır.

Bu ayaklanmaların örgütlenmesinde hangi toplumsal gruplar rol oynadı? Örgütleyiciler, belirli bir sınıfsal arka plana sahip mi, eğer öyleyse bunun sebebi ne? Arap ülkeleri genelinde bu konuda belirli farklılıklar mevcut mu?

Elbette belirli farklılıklar var ama ortak özellikler de söz konusu. Ortak özelliklerden başlayalım. Medya, harekete internet meraklısı gençlerin öncülük ettiğini söyledi. Ona göre bu gençler, sosyal medya üzerinden ağlar kurmuşlardı. Ayaklanmalara bu nedenle “Facebook devrimleri” denildi.

Bu, tümüyle yanlış bir tespit değilse de hakikatin sadece bir kısmını dile getiriyor. Ayaklanmaların örgütleyicileri arasında sosyal medya ağları aracılığıyla birbiriyle bağlantı kurmuş gençler vardı. Bunlar Fas’tan Suriye’ye kadar tüm Arap coğrafyasında yaşanan gösterilerin ve yürüyüşlerin örgütlenmesinde önemli bir rol oynadılar.

Ancak medyanın pek dikkat etmediği başka güçler de mevcut. Bunlar ister istemez ortaya çıktılar. Söz konusu güçler, “ilk zafer Tunus’ta elde edildi, sonraki ülke neden Mısır oldu, bu iki ülke yolu neden açtı?” türünden soruların da cevabını içeriyor. Eğer meseleyi uygun biçimde soruşturursanız, iki ülkede işçi hareketinin önemli oluşunun ortak bir özellik olarak belirginleştiğini de görürsünüz.

Tunus, devlet karşısında belirli bir özerkliğe sahip, güçlü bir örgütlü işçi hareketinin bulunduğu bir ülke. Bu durum, ülkede tabanda ve ara örgütçüler düzeyinde gerçek bir sınıf mücadelesinin verilmesine imkân sağlıyor.

Tunus Genel İşçi Sendikası [UGTT] Tunus’un toplumsal ve politik tarihinde önemli bir rol oynamış. Örgütçüleri arasında solcu birçok insan var. Tunus’taki ayaklanmayı örgütleyen de bu sendika. O olmasaydı, hareketin bu kadar kısa bir sürede, bir ay içinde zafere ulaşması mümkün değildi.

Sendikanın öğretmenler sendikası gibi kimi bileşenlerinin baskısıyla UGTT, hareketin örgütlenme sürecine dâhil oldu ve harekete güçlü bir ivme kazandırdı. Yereldeki şubeleri ayaklanmanın yayıldığı bölgelerde önemli roller oynadılar. Ardından da UGTT liderliğini sürece dâhil olmaya zorladılar.

UGTT, yürüyüşlerle devam ettirilen genel grevler örgütledi. Bin Ali, 14 Ocak 2011’de Tunus’tan kaçtı. O gün esasında genel grevin başkenti kuşattığı gündü. Dolayısıyla ülkede ayaklanmanın gerçek örgütleyicisi UGTT’dir.

Mısır’da ise UGTT’ye denk bir yapı yoktur. Örgütlü işçi hareketi devletin kontrolü altındadır. Bu noktada sadece ayaklanma başladığında henüz yeni ve küçük olan birkaç bağımsız sendika istisna tutulabilir. Harekete politik güçleri içeren bir birlik öncülük etmiştir.

Elbette harekette Facebook aktivistleri önemli bir rol oynamıştır ama dünya medyasının bir süre yaptığı gibi, Mısır ayaklanmasını Wael Gonim’e, Mısır’da değil Dubai’de olan, o ünlü Facebook sayfasını açan, Google’ın bölge şubesinin pazarlama müdürüne indirgemek ve onu ayaklanmanın ana figürü olarak göstermek çok saçma bir yaklaşım olacaktır.

25 Ocak’ta kitlesel gösteri çağrısında bulunan sanal bir ağ değil, on yedi politik gücü içeren birliğin kendisidir. Sürece sahadaki gerçek politik ağlar katılmıştır. Sahada süren ayaklanma hazırlıklarında esas unsur işçi hareketidir. Mısır’daki patlama, işçi mücadelesinde beş yıldır süren çarpıcı kabarmanın ardından gerçekleşmiştir ki bu, ülke tarihindeki en önemli gelişmedir.

Bu kabarma, 2007-08’de zirvesine ulaşmış, 2011’e dek orada kalmıştır. Ayaklanma esnasında, Şubat başlarında işçi sınıfı eyleme geçmiş, devlet çalışmaya devam etmeleri çağrısında bulunduğu gün yüz binlerce işçi greve gitmiştir. Bu grev dalgası Mübarek’in devrilişinin zeminini hazırlamıştır.

Bunlar, Mısır ve Tunus’ta önemli roller oynayan gerçek güçlerdir. Bahreyn’de de işçiler benzer bir rol oynamış ama bu husus hep göz ardı edilmiştir. Bu ülkede de tıpkı Tunus’ta olduğu gibi, her ne kadar oradakinden daha güçsüz olsa da, bağımsız bir örgütlü işçi hareketi mevcuttur. Bu hareket, genel grevin örgütlenmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Bahreyn’deki işçi hareketi sert bir biçimde bastırılmış, ancak işçiler kütlesel olarak işten çıkartılmıştır. Yemen’de bile ayaklanmayı bir grev dalgası takip etmiştir.

Diğer yandan Suriye ve Libya gibi ülkelerde ise buralardaki diktatöryel yönetimlere bağlı olarak, politik hatta toplumsal herhangi bir özerk, örgütlü gruba rastlanmamaktadır. Politik muhalefetin önemli bir kısmı ülkede gördükleri korkunç baskının ardından sürgüne gönderilmiştir. Birçoğu yurtdışında öldürülmüştür. Suriye’de rejim karşıtı insanlar ya sıkı gözetim altında tutulmuş ya da kapsamlı bir faaliyet içine girmekten mahrum kalmıştır.

Bu ülkelerde internet ağlarının önemli bir role sahip olmasının sebebi budur. Suriye’de, ayaklanmanın birkaç ay süren ilk aşamasında süreç ağırlıklı olarak internet ağlarını kullanan gençlerden oluşan koordinasyon komitelerince [tensikiyyat] örgütlenmiştir.

Bu nedenle her bir ülkede toplumsal ve politik koşullara bağlı olan farklı toplumsal-politik faktörler ayaklanmanın örgütlenme sürecine dâhil olmuştur.

Mısır ve Tunus’a biraz daha yakından bakalım, sonra Suriye’ye tekrar dönelim. Arap ülkelerindeki ayaklanmaları hâkim elitler arasındaki ayrışmaların sonucu olarak izah edenlere karşı çıkanlar var. Bir de Mısır’da yeni ortaya çıkan neoliberal elitler arasındaki gerilimin arttığından söz ediliyor. Bunlara eski Mübarek yanlısı muhafızlar ve askerî elitler deniliyor. Bu gerilimleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunların isyanlar üzerindeki etkisi nedir? Sizce bu kesim özel sermayenin artan politik rolünün bir sonucu olarak Arap dünyasında ortaya çıkan genel eğilime ait bir gösterge midir?

Bu türden özellikler, demokratik değişimin en önemli failinin orta sınıf olduğunu söyleyen siyaset biliminde dile pelesenk olmuş söze dayanan hüsnüzan ile birlikte epey abartıldı. Bu nedenle sürecin başında ayaklanmaya Batılılaşmış orta sınıfın öncülük ettiğine dair çokça laf işittik. Esasında ayaklanmanın dinamiğinden en çok korkan neoliberal burjuvazi idi.

Eğer Tunus ve Mısır gibi ülkelerde bunların bir kısmı yönetici kesimden uzaklaşmışsa bu, esasen yöneticilerin yüzünden gerçekleşmişti. Ama bu kesim, devleti korumak amacıyla hareket etti. Örneğin Mısır’daki Necib Saviris gibi neoliberal kapitalist sınıfın kimi üyeleri, kendilerini fırsatçı bir biçimde liberal olarak takdim etmiş olabilirler ama ekonomi alanındaki elitlerin önemli bir kısmı ayaklanmayı desteklemedi.

Ancak hem Tunus’ta hem de Mısır’da ordu ve devlet aygıtının büyük bir kısmı sonuçta ayaklanmanın sürüp radikalleşmesine mani olmak adına cumhurbaşkanından kurtulmak gerektiğine kani oldu. İnsanlar, Mısır’da 11 Şubat 2011’in 3 Temmuz 2013’te yaşanan kadar bir askerî darbe olduğunu unutuyor. Her iki darbe de Silâhlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’nce gerçekleştirildi. İlkinin başında Muhammed Tantavi, ikincisinin başında ise şimdiki cumhurbaşkanı Sisi vardı. İki darbe de devasa ölçülere ulaşan kitlesel hareketliliği mücadelenin elinden çaldı.

Bazı insanlar, Mısır’da Mübarek’in oğlu Cemal ve ekonomideki elitlerin gücünün artması konusunda askerî elitler arasında rahatsızlığın olduğunu söylüyor. Bu olgular, sizce ayaklanma üzerinde herhangi bir etkiye yol açmış mıdır?

Mısır’da ordu ve Mübarek ile şürekası arasında kimi gerilimler mevcuttu. Bunlar fiiliyatta birbirlerine rakipti, zira ordu da ekonomik bir kurumdu. Ordu, bugün ülkedeki en önemli tek ekonomik çıkar grubu.

Silâhlı kuvvetler, askerî işlerle ilişkisiz tüm ekonomik faaliyet türlerine bulaşmış durumda. Ordu, büyük bir holding gibi hareket ediyor. Kimi özel müteşebbislerle ve taşeronlarla rekabet ediyor. Tüm sözleşmelerde satın alma hakkını elinde bulunduruyor.

Ordu ile Mübarek arasındaki gerilimler, Mübarek iktidarı oğluna bırakmak istediği noktada arttı. Ordu, buna karşıydı. Bu itiraz gittikçe arttı, zira bu, askerlerin yönettiği Mısır cumhuriyetinin o uzun ve köklü geleneğine aykırı bir gelişmeydi. Nasır’dan sonra Sedat ve Mübarek de tıpkı onun gibi ordunun içinden çıkmış isimlerdi.

Ama tüm bu gerilimler, ayaklanma noktasında merkezî bir rol oynamadılar. Bunlar, yukarıda gerçekleşen değişimlerin arka planını teşkil ettiler, ama ayaklanma toplumun alt kesiminden kaynaklandı ve nihayetinde elitler içerisindeki bir mücadelenin sonucu değildi.

Kısa süre öncesine kadar işçi hareketi Tunus’un geleceğine dair müzakerelerde önemli bir rol oynamıştı. Bu noktada 2012’de Mısır’daki işçi mücadelelerinde yaşanan artışın 2013 darbesine kısmen izah ettiğini söylemek mümkün. Sisi, sadece Müslüman Kardeşler’i ezmek istemedi. Onun arzusu, süregiden radikalleşmeye ve 2013 başında Mursi karşıtı mücadelede zirvesine ulaşan ve giderek yoğunlaşan toplumsal huzursuzluğa son vermekti. Emek, Mısır ve Tunus’ta neden ve nasıl farklı roller oynadı?

Her şeyden önce Mısır’da Tunus’taki UGTT’nin bir muadili yok maalesef. Çünkü Mısır’da Nasır’dan beri, 2011’e dek işçi hareketi tümüyle devlet kontrolündeydi. Ayaklanmadan birkaç ay önce bağımsız bir işçi hareketinin filizlendiğine tanık olsak da bu hareket, Tunus’taki hareketle uzaktan yakından kıyaslanabilecek bir duruma gelemedi.

Doğrudur, işçi sınıfı her iki ülkede de önemli bir rol oynadı. Ama sadece birinde örgütlü bir işçi sınıfı mevcuttu. Diğerinde ise sınıf bir bütün olarak örgütsüzdü. Burada belirli yerelliklerde çoğunlukla sendika onayını almamış grevlere tanık olunuyordu. En bilineni Mahalletü'l Kübra’daki 24.000 tekstil işçisinin grevi. Bu işçiler, Mısır’daki sınıf mücadelesinin öncüleri hâline geldiler. Her kritik momentte onlar, hep en ön safta oldular.

Ama bağımsız örgütlü bir işçi hareketinin bulunmayışı ciddi sonuçlar doğurdu. UGTT’nin varlığı, Tunus’ta sürecin farklı seyretmesini sağladı. Buna ek olarak askerî düzenin hâkim olduğu gelenek de bu ülkede mevcut değildi. Tunus, askerî diktatörlük değil, Bin Ali yönetiminde hareket eden bir polis devletiydi.

Bu nedenle söz konusu iki faktör birleşti. Yani ordunun siyasetin dışında durması ile örgütlü işçi hareketinin sahip olduğu önem iç içe geçti. İşçi hareketi, Tunus’taki gelişmelerde merkezî bir rol oynadı.

Ancak bu, devrimci bir işçi hareketi değildi. Sol hareket içerisinde 2011’den beri belli bir hegemonyaya sahipti. Çoğunluk radikal değildi. UGTT temel ekonomik mücadeleye öncülük etse de amacı iktidarın sınıfsal yapısını değiştirmek değildi.

Sendikanın patronlarla ve devletle uzlaşma peşinde koşmasının sebebi bu. O, ülkedeki iki karşı-devrimci hizip olan eski rejimle İslamî hareket arasında bir tür arabuluculuk görevi gördü. Radikal bir toplumsal değişim için mücadele etme yoluna girmedi. Patronların birliği ile birlikte Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmesi her şeyi izah eden bir gelişme.

Batı’daki hâkim oryantalist yaklaşıma göre, Tunus’taki “demokrasi istisnası kültürel bir olgu”. Bu görüşü destekleyenler bunu söylemekten utanmıyorlar da, zira “demokrasi istinası” dedikleri şey Bin Ali’ye işaret ediyor!

Oysa ülkenin yegâne hakiki istisnası, UGTT. Tüm güçlü hâliyle faal olan ve bağımsız hareket eden örgütlü işçi hareketi. Bu, gerçek demokrasi için en can alıcı faktörün burjuva siyaset biliminin söylediği biçimiyle “orta sınıf” değil, işçi hareketi olduğunu teyit ediyor.

Politik demokrasi için en doğru ölçüt ise emek haklarına ve bağımsız işçi hareketinin varlığına saygı. Gelişkin bir “orta sınıf”a sahip bir dizi ülkede diktatörlük olduğunu görüyorsunuz. Ama diktatörlük koşullarında yaşayan bir ülkede özerk bir işçi hareketine asla rastlamıyorsunuz.

Tunus hariç tüm Arap ülkelerinde karşı-devrim büyük ölçüde muzaffer oldu. Tunuslular, demokrasi ve sosyal adalet arayışını sonlandırmamışlarsa da en azından güç merkezlerine yönelik bir itiraz potansiyelinden hâlâ söz etmek mümkün.

Korkarım Tunus, bölgesel karşı-devrimcilik konusunda istisnaî bir yer değil. Burası aynı zamanda, ılımlı bir seyir içerisinde olsa da, bir karşı-devrim aşamasının içinden geçiyor. Tunus, eski rejime mensup insanların kütleler hâlinde geri dönüşüne tanık oluyor.

İngiltere Kraliçesi ve Zimbabveli Mugabe’den sonra yeryüzündeki en yaşlı devlet lideri olmasının yanı sıra mevcut Tunus cumhurbaşkanı, o “gençlik devrimi”nin bir sonucu olmanın paradoksu ile eski rejimin bir üyesi olarak orada bulunuyor. Ülkede yeni hâkim olan parti, eski rejimin yönetici partisinin tazelenmiş bir versiyonu.

Mısır’ın aksine bu süreç, daha yumuşak ve daha barışçıl seyrediyor. Burada önemli olan, ülkenin bugün Ennahda ile eski rejimin yenilenmiş versiyonu arasında kurulan bir koalisyonun idaresi altında olması. Ennahda, Mısır’daki İhvan’ın Tunus uzantısı. Ama burada İhvan kadar güce sahip değil.

Burada farklı bir senaryo devrede. Birbiriyle kavga etmek yerine karşı-devrimin her iki kanadı koalisyon hâlinde. ABD’nin tüm bölgeye teşmil etmek istediği senaryo da bu. Bu senaryo, eski rejimin tazelenmiş versiyonları ile İhvan’ın bölge genelindeki kollarının temsil ettiği sözde ılımlı muhalefetin oluşturduğu bir koalisyona dayanıyor.

Buradan Suriye’ye geçelim. Dünya solunun kafası Suriye konusunda neden karıştı? Suriye rejimi alabildiğine baskıcı ve mezhepçi. Oysa Suriye devrimi diğerleri kadar bir destek görmedi.

Bence ABD hükümetine yönelik tepkiye dair yanlış anlamalarla ilgili bir mesele bu. Bölgenin tarihini bilmeyenler, Suriye rejiminin İran ve Lübnan Hizbullah’ı ile müttefik olması sebebiyle Siyonizm ve emperyalizm karşıtı zannediyorlar.

Suriye rejimi de propaganda faaliyetlerini bu üslup dairesinde yürütüyor. Ocak 2011’in sonunda Esad, Suriye’de ayaklanma başlamazdan önce, Wall Street Journal’a bir mülâkat vermişti. Orada Esad, ülkesinin bölgede esen rüzgârdan etkilenmeyeceğini söylüyordu. Zira rejimi “halkın inançlarına sıkı sıkıya bağlıydı”. Bu ifadesine şunları eklemişti: “Halk, sadece kendi çıkarlarına göre yaşamaz, ayrıca inançlara, bilhassa ideolojik alanlarla ilgili inançlara dayanarak yaşarlar.” Burada Esad, “aşırı ideolojik” Suriye halkının kendisinin Siyonizm ve emperyalizm karşıtı olduğuna inandırmak suretiyle rejimi konusunda halk arasında belirli bir memnuniyet teşkil etmeyi umuyordu.

Dolayısıyla Mübarek Mısır ordusunca iktidardan uzaklaştırılınca, Suriye devlet televizyonu haberi şu manşetle geçti: “Camp David Rejiminin Çöküşü”. Böylece Mısır’daki ayaklanmanın 1978’de İsrail ile imza edilen barış anlaşmasının bir sonucu olduğuna inanmak, daha doğrusu insanları inandırmak, bu sayede milliyetçi Suriye rejiminin halk isyanından bağışık olduğunu göstermek istiyordu. Bu, tümüyle iyi niyetli bir yaklaşımdı, zira birkaç hafta sonra yaşanan olaylar da bunun aksini kanıtladı.

Bugün solun bu propagandanın ağına düşmesi ve söylenenlere inanması gerçekten üzücü bir durum. Eğer Suriye rejimi, İsrail ile barış anlaşması yapmamışsa bunun sebebi Suriye tarafının değil, İsrail tarafının isteksiz olması. İki devlet arasında bir dizi müzakere gerçekleştirildi. 2011 öncesinde o dönem başbakan olan Tayyip Erdoğan o gün iyi dostu olan Esad ile İsrail arasında arabuluculuk yapmıştı.

Mısır’ın İsrail’le anlaşmasını mümkün kılan coğrafyaydı. Aynı coğrafya, İsrail ile Suriye arasında barış anlaşması imzalanmasına mani oldu. İsrail Sina Yarımadası’nı Mısır’a geri verdi, zira burası askerî açıdan bir siperdi. Özellikle anlaşmada bu bölgenin askerden arındırılması ile ilgili bir şart bulunuyordu. Zaman içerisinde Mısır ordusu, İsrail sınırı ile Süveyş Kanalı arasına yerleşti. Bu durum, İsrail hava kuvvetlerince birçok kez ihlal edildi.

Aksine Golan Tepeleri, 1967 öncesi topraklarına doğrudan bakan stratejik bir konum. İsrail’in 1981’de burayı ilhak etmesinin sebebi bu. Doğu Kudüs’ün yanı sıra burası, İsrail devletince 1967’de resmen ilhak edilen yegâne Arap toprağı.

Esad rejimi, FKÖ ve Lübnan solunu ezmek için, İsrail ve ABD’nin yeşil ışık yakmasıyla 1976’da Lübnan’a girdi. Yenilmek üzere olan Lübnan aşırı sağını kurtardı. 1982 sonrası İsrail Lübnan’ı işgal edince, Esad rejimi İsrail’in başlattığı işi tamamladı, Filistinli savaşçıları güneyin yarısından ve Beyrut’tan çıkarttı.

Ertesi yıl vekil güçleriyle Esad, FKÖ savaşçılarını ve Arafat’ı Kuzey Lübnan’dan çıkarttı. Şam, seksenlerin geri kalan kısmında Filistin kamplarına karşı verdiği savaşta Şii hareketi Emel ile birlikte davrandı. 1990’da Hafız Esad Irak’a saldırmak için ABD öncülüğünde kurulan koalisyona katıldı. Bu savaşta Suriye birlikleri de yer aldı. İnsanlar tüm bu gerçekleri ya unutuyor ya da görmezden geliyorlar.

Esad rejiminde anti-emperyalizmin zerresi bile yok. Bu rejim, kendi çıkarları peşinde koşan oportünist, mafyatik bir rejim. Aynı zamanda en ağır zulmü uygulayan, bölgedeki en despotik rejimlerden birisi.

Seksenlerin başında sol ezildi. Yeraltına çekilmiş olan Komünist Eylem Partisi’nin binlerce üyesi hapse atıldı ve işkenceye tabi tutuldu. Yüzlercesi on ilâ yirmi yıl hapiste kaldı. Oysa bu insanlar, tek bir şiddet eylemi gerçekleştirmemiş, hiçbir vakit şiddeti savunmamışlardı.

Suriye rejimi, on beş yıldır gözle görünür sonuçların alındığı neoliberal değişimler uyguluyor. Suriye, yıllardır en yoz, ahbap-çavuş ilişkisi üzerine kurulu bir kapitalist sınıfa tanıklık ediyor. İktidardaki ekip, ekonomik gücün sahibi. Askerî ve politik gücü elinde tutuyor. Beşar Esad’ın kuzeni ülkenin en zengin adamı. Diğer akrabalarının büyük bir kısmı da çok zengin.

Toplumsal spektrumun diğer ucunda ise ülke işsizliğe, sanayisizleşmeye, kırın yoksullaşmasına tanıklık ediyor. Tüm bunlar, toplumsal gerilimlere yol açtı ve bu gerilimler 2011’de patladı. Bu bağlamda Suriye, bölgenin geri kalanındaki seyre benzer bir seyri takip ediyor.

2011’de Esad’a karşı çıkanlar, Tunus ve Mısır’daki muadillerinden ne şekilde farklı?

Esad rejimine verdikleri desteği meşrulaştırmak adına bazı insanlar, Suriye ayaklanmasının diğer Arap ülkelerindeki ayaklanmalardan farklı olarak, gerici İslamcı güçlerin öncülüğünde seyrettiğini söylüyorlar. Bu da tümüyle yanlış bir iddia. Her şeyden önce Tunus ve Mısır’da ayaklanmadan en fazla istifade edenler, İslamî köktenci güçler oldu. Hem Mısır’daki İhvan hem de Tunus’taki Ennahda seçimleri kazanmayı bildi.

Dolayısıyla eğer “Suriye ayaklanması İslamî güçlerin hâkimiyetinde gerçekleşti” deniliyorsa o vakit bu argümana başvuranların tutarlı olmak adına Tunus ve Mısır’da eski rejimi desteklemiş olmaları gerekir.

Bugün pratikte Tunus ve Mısır’da sol, benzer bir argümanla eski rejimi destekliyor. Mısır’da solun önemli bir kısmı sonrasında pişman olsa da, Sisi darbesini destekledi. Oysa temel gerçek şuydu: tüm bölge genelinde halk ayaklanmaları yaşanmıştı.

Eğer İslamî köktenci güçler bu ayaklanmalarda örgütlü hareket içerisinde hâkim birer unsur hâline gelmeyi bilmişlerse, bunun sebebi, solun pratik ve/veya politik zayıflığıdır, aynı zamanda onlarca yıl despotik rejimlerin başta olmalarıdır. Bu gerçek gözden kaçırılmamalıdır. Suriye rejimi, İslamî köktenciliğe karşı kullanılacak bir zırh değildir. Bu tespit, Mübarek, Bin Ali, Esad ve Sisi için de geçerlidir.

Beşar Esad babasından sonra iktidara geldiğinden beri Suriye’de selefiliği teşvik etmiştir. Suriye’yi bilen insanlar sokaklarda nikab giyen kadınların sayısının zamanla arttığını fark etmişlerdir. Bunu teşvik eden genç Esad’dır. O, bu sayede toplumsal barışı getirebileceğine ve bu gerici Selefi İslamî ideolojinin insanları politik katılımdan uzak tutacağına inanmıştır. Ama sonuçta o şişirip durduğu sakızın balonu patlayıp suratına yapışmıştır.

Tüm bölgede aynı hikâye yaşanmıştır. ABD, ellilerden beri Arap milliyetçiliğine ve sola karşı İslamî köktenciliği desteklemiş, bu balon da patlamıştır. Nasırcılığı yenmek için Sedat, İhvan üyelerini hapisten çıkartıp onların örgütlenmelerine izin vermiştir. Bu kesime Mübarek döneminde sıkı gözetim uygulanmasına karşın bir kitle partisi olarak hoşgörü gösterilmiştir. İslamî köktenci güçlerle solu ezmek suretiyle ABD ve yereldeki rejimler söz konusu güçler arasında muhalefetin doğuşuna ilişkin gerekli koşulları üretmişlerdir.

Buna bir de Suriye ayaklanması başladığında Esad rejiminin demokratik, seküler, mezhepçi olmayan potansiyelin gelişimine mani olmaya dönük çabalarını da eklemek gerek. Esasında rejimin gözünde asıl tehdit, bu potansiyeldir. Rejim hareketi zorla ezmiş, ayaklanmayı örgütleyip öne çıkan on binlerce genci hapse atmıştır.

Birçok makale ve kitapta da belirtildiği üzere, aynı zamanda rejim, cihadî unsurları hapishanelerden çıkartmıştır. Bu unsurlar, Irak’ta kullanıldıktan sonra hapse atılan isimlerdir. Bu gelişme, rejimin başvurduğu Makyavellici hileyle ilgilidir. Burada amaç, kendini kanıtlayan bir kehanete uygun olarak ileride bir gün ayaklanmanın cihadcı bir komplo olduğuna dair önceden bir propaganda yürütmektir. Rejim, Suriye’de İslamî köktenciliğin gelişip serpilmesi için her türden koşulu oluşturma konusunda elinden geleni yapmış, böylelikle ayaklanmanın niteliğini değiştirmek istemiştir.

Aynı zamanda rejim, Lübnan ve Irak’taki İran’a bağlı vekillerin savunma faaliyetlerine sırtını yaslamıştır. Oysa bunlar da Suriye’deki Esad karşıtı İslamî güçler kadar İslamî köktencidir. Suriye rejiminin “seküler” olduğunu iddia edenler, tümüyle bu gerçeği görmezden gelmektedirler.

El-Kaide, 2012 başında El-Nusra Cephesi olarak zuhur etmiştir. IŞİD Irak’taki koludur ve o da sürece dâhil olmuştur. Irak Baas Partisi’nin eski üyeleri IŞİD içerisinde önemli roller oynamışlardır.

Nusra ile Irak kolunu IŞİD adı altında birleştirmeye karar verdiklerinde Iraklılar Suriyelilerden kopmuşlardır. Esad ve şürekası için bu, oldukça olumlu bir gelişmedir. IŞİD, ordudan çok rejim muhaliflerine saldırmıştır.

IŞİD, Esad rejiminin “tercih ettiği bir düşman”dır. Çünkü Batı’ya itici gelmekte, böylelikle rejim, Batılı güçleri tavırlarını değiştirme noktasında zorlayabilmektedir. Bugün Suriye rejimi, Rusya’nın yardımı ile Batı’yı IŞİD’e karşı mücadele adına kendisine destek vermeye ikna etmek için elinden geleni yapmaktadır.

Aralarında Donald Trump, Marine Le Pen gibi gerici isimlerin bulunduğu, sayıları giderek artan Batılı iktidar elitleri, tam da bunu savunmaktadırlar. Bugün bu kesim, Esad ve Putin’le ittifak kurulmasını talep etmektedirler.

Kaynak

0 Yorum: