Şirket medyası, ağzına kadar Suriyeli mülteciler
kriziyle ilgili haberlerle dolu. Politikacılar ve gazeteciler, ABD’nin yapması
gerekenlerden bahsedip duruyorlar. Mültecilerin girişine karşı çıkılmasını
isteyen valilerin sayısı, giderek artıyor. Utanma nedir bilmeyen bir tavırla,
terörden kaçan savunmasız insanlara karşı çıkan New Jersey Valisi Chris
Christie, övüngen bir üslupla, “beş yaş altı yetimleri” bile kabul etmeyeceğini
söylüyor. Valiler, mültecileri reddetme konusunda anayasal bir yetkiye sahip
olmadıklarından, kitle desteği için ırkçı korkulara seslenmek zorunda kalan,
giderek işlevsizleşmiş olan bu kesim, böylesi bir politik tavır geliştiriyor.
Demokratlar, bunlardan daha iyi durumda değiller.
Obama’nın içler acısı planına göre, sadece on bin Suriyeli mülteci kabul
edilecek. New York Times’ın haberinde aktarıldığı kadarıyla, Kongre’deki
bazı Demokratlar, Obama’nın bu rakamı 65.000’e çıkartmasını istiyor.
Almanya’nın 800.000 kişiyi kabul edeceği düşünülürse, bu oldukça düşük bir
rakam. Hatta bugün Lübnan’da yaklaşık bir milyon mültecinin bulunduğu
koşullarda bu sayının herhangi bir hükmü yok.
Bağnazlık, Amerikalıların mültecilerin kabulü
konusundaki isteksizliğine katkı sunuyor. Belki de daha önemli etken, ABD’nin
mülteci krizinin oluşumunda oynadığı rol konusunda yaygın tarihsel cehaletin
kendisi. Politikacılar ve onlara itaatle bağlı gazeteciler, krizin sebeplerine
nadiren eğiliyorlar. Bunun yerine, krizi dünyada ABD’nin yaptığı eylemlerden
bağımsız meydana gelmiş, her şeyden ari bir tarihsel olgu olarak göstermeyi
tercih ediyorlar. Oysa gerçeklik, farklı bir hikâye anlatıyor.
Suriye mülteci krizi, Suriye’de değil, Irak’ta
başladı. ABD, onlarca yıl Irak halkına karşı bir savaş yürüttü ve Irak
toplumunu sistematik bir biçimde imha etti. Irak Savaşı, George H. W. Bush ile
başlamışsa da onun yeni zorbalık düzeyine ulaştıran, Clinton oldu. Bu dönemde
uygulamaya sokulan ekonomik tedbirler, Iraklıları gıdadan, tıbbi
araç-gereçlerden ve suyun arıtılması için gerekli klordan mahrum bıraktı.
Sonuçta büyük kısmı çocuk, 576.000 Iraklı öldü.
2003’te George W. Bush yönetimi, uluslararası hukuku
ihlal edip sahte bahanelerle Irak’ı işgal etti. Ani saldırı ve işgal süreci,
Irak’ta hayatı ve toplumu mahvetti. ABD ordusu, Irak altyapısını hedef aldı,
okulları, hastaneleri, elektrik santrallerini ve toplumun işlemesi için gerekli
diğer tesisleri imha etti. César Chelala’nın ifadesiyle,
“Iraklıların
sağlık durumu, ülkedeki sağlık sisteminde yaşanan bozulmanın bir yansımasıdır.
Seksenlerde Ortadoğu’daki en iyiler arasında bulunan tıbbi tesisler, 2003
işgalinden sonra önemli oranda bozuldu. Tahminlere göre, savaş esnasında
hastanelerin yüzde 12’si ve ülkenin iki büyük kamu sağlık laboratuvarı imha
edildi.”
ABD işgaline yönelik artan direnişi kontrol etmek
amacıyla ABD, Şiiler ve Sünniler arasına mezhepçilik kamasını soktu. Burada El
Salvador’u terörize eden, ABD destekli ölüm mangalarına atfen, “El Salvador
seçeneği”ne başvuruldu. Yaygın kanaatin aksine, bu mezhepçi ayrışma bin yıllık
bir çatışma değildi. İşgal öncesi Musa Garbi’nin yerinde bir tespitle ifade
ettiği üzere,
“Sünniler
ve Şiiler Irak’ta, bilhassa büyük kentlerde gayet iyi bütünleşmiş bir yapı
kurmuşlardı. Örneğin evliliklerin yaklaşık üçte biri, farklı mezhep ve
tarikatların üyeleri arasında gerçekleşiyordu. Irak, aynı zamanda önemli bir
Hristiyan, başka etnik ve dinî azınlık nüfusuna sahipti.”
Bush yönetimi, bu iş için doğru insan arayışına
girişti. Yüzünü John Negroponte’ye çevirdi. Sonrasında Irak büyükelçisi olan bu
şahıs, seksenlerde Honduras’ta büyükelçiydi. Elçi, bu ülkeyi ABD’nin
Nikaragua’daki Sandinistlere karşı saldırılar düzenleyen kontrgerillaya mensup
ölüm mangalarını silahlandırıp, eğittiği ve desteklediği bir askerî üsse
dönüştürmüştü. Tarih, tekerrür etti ve bir süre sonra Irak’ta Şii ölüm
mangaları dolaşmaya başladı. Guardian’da çıkan bir makalede şunlar
söyleniyordu:
“Irak
toplumu için bu süreç felaketle sonuçlanacaktır. İki yıl sonra yaşanan iç
savaşın zirveye ulaştığı dönemde ayda üç bin kişi ölmüştür. Bunların büyük
kısmı, mezhepçi savaşın masum sivil kurbanlarıdır.”
Ülkeyi Baas’tan arındırma politikası, sonrasında Irak
toplumunu erozyona uğrattı. O dönemde Irak ABD büyükelçiliğinden Paul Bremer
Saddam Hüseyin’in Baas Partisi’ne bağlı tüm isimleri kara listeye aldı.
“Irak
ordusundan 400.000 kişiden fazla kişi işten atıldı, emeklilik maaşlarından
mahrum kaldı, ayrıca bunların silâhları muhafaza etmelerine izin verildi.”
İhtiyatlı kimi tahminlere göre, işgal ve istila
sürecinde ABD, 500.000 civarında insanın ölümüne sebep oldu. Muhtemelen bu
rakam daha yüksek. Bu da 1991-2011 arası dönemde en az bir milyon insanın
öldüğü anlamına geliyor. Buna ek olarak, 2003 işgalinden beri 3,5 ilâ 5 milyon
insan mülteci hâline geldi.
Aynı dönemde ABD, ölüm mangaları ve işkencehaneler
kurdu. Bush yönetimi, Beşar Esad’ın devrilmesi için gerekli komplo sürecini
devreye soktu. Wikileaks belgelerine göre, ABD, El Salvador seçeneğini bu sefer
Suriye’de uygulamaya karar verdi. Plan, “Suriye hükümeti içerisinde paranoya
yaratmak için bir dizi farklı faktörden istifade etme, hükümeti aşırı tepki
vermeye zorlama ve Şiilerle Sünniler arasında gerilim yaratma gibi işlemlerle
birlikte, bir darbenin gerçekleşmesi konusunda onu korkutma”yı içeriyordu.
“Bilhassa
bu noktada yanlış olduğu bilinen dedikodulara başvuruldu ve İran’ın yoksul
Sünnileri zorla Şii yapmaya çalışacağı söylendi, İran’ın nüfuzunu kırmak için
Suudilerle ve Mısır’la birlikte çalışıldı, ayrıca hükümetin halk üzerinde
nüfuza sahip olmasına mani olundu.”
Obama başa geçince plan rafa kaldırılmadı. Dış
politikadaki sürekliliğin bir ifadesi olarak, ABD Suriye’de rejim değişikliği
hedefi ile ilgili çalışmalarına devam etti. Ancak eski planda kimi
değişikliklere gidildi. Obama, Bush’un El Salvador tarzı ölüm mangalarını
Irak’ta olduğu gibi ani saldırı seçeneği ile birleştirme yöntemiyle
ilgilenmiyordu. Bunun yerine o, Libya’daki rejim değişikliği örneği ile ölüm
mangalarına verilen örtülü desteği birleştirmeyi tercih etti.
Büyük ölçüde eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve
Obama’nın bir “başarısı” kabul edilen 2011’de NATO’nun gerçekleştirdiği Libya
işgali, düzmece “koruma sorumluluğu” öğretisi üzerinden uluslararası hukuku
ihlal etti. Üstelik Libya’nın bombalanması konusunda Kongre’den yetki almayan
Obama, ABD anayasasına da aykırı hareket etmiş oldu. Petrol kaynaklarını
millileştirme suçu sebebiyle Kaddafi’yi tüm kana susamışlığıyla
cezalandırılması sürecinde ABD destekli muhalefet, 50.000 Siyahi Libyalıyı
katletti. O günlerde bu saldırının “özgürlük ve demokrasi için bir başarı”
olduğu söyleniyordu.
Obama yönetimi, bugün Libya’daki rejim değişikliği
modeli ile klasik El Salvador tarzı ölüm mangaları yöntemini birleştirmeye
çalışıyor. Ancak bu noktada iki sorunla karşılaşıyor. İlki, IŞİD’in
bombalanması sürecine Rusya’nın doğrudan dahli ve Esad’ın iktidardan
uzaklaşmasını istememesi. İkincisi de Esad’a yönelik ana muhalif gücün IŞİD
olması. ABD, IŞİD’e açıktan karşı. Bu da istikrarı sağlama ve IŞİD’i yenme
konusunda ABD’nin belirlediği hedefin dayandığı bakış açısı üzerinden bir dizi
tutarsız dış politika kararına yol açıyor.
Örneğin bu aşamada ABD’nin bölgedeki müttefiklerine
bakılabilir. Herkesin bildiği üzere, Suudi Arabistan, IŞİD’e önemli bir
ekonomik ve ideolojik destek sunuyor. Suudiler, resmî düzlemde İslam’ın
köktenci bir yorumu olan Vehhabiliği teşvik ediyorlar. The Jihadis Return
[“Mücahidlerin Dönüşü”] isimli çalışmasında Patrick Cockburn, doğru olduğu
apaçık ortada olan şu tespiti yapıyor:
“El-Kaide
ve IŞİD’in ideolojisi Vehhabilikle ilişkili. […] Son yirmi-otuz yıl içinde
İslam dünyasında yaşanan çarpıcı gelişme dâhilinde Vehhabilik, anaakım Sünni
İslam’a egemen oluyor. Suudiler, cami inşaatı ve vaizlerin eğitimi için her bir
ülkede ciddi paralar harcıyorlar.”
IŞİD’e destek sunan diğer ülke, Türkiye. Örgüt,
herhangi bir engellemeye maruz kalmadan Türkiye-Suriye sınırını geçebiliyor,
ama aynı sınır IŞİD’e karşı savaş veren Kürdlere kapatılıyor. IŞİD, bu sınırı
petrol kaçırmak için de kullanıyor. Kaçakçılık faaliyetlerinden elde edilen
gelir, askerlere ödenen maaşlara ve araç-gereç alımına gidiyor. Türkiye’nin
Suriye’de Kürdlerin elde ettikleri zaferin ve yaşadığı genişlemenin ülkenin
bölünmesine yol açmasından korkuyor ve kendi sınırları içerisinde Kürdlere yönelik
yavaşlatılmış bir soykırım sürecini devreye sokuyor. Bu sebeple Türkiye,
başarılı, demokratik, seküler ve ağırlıklı olarak Kürdlerin teşkil ettikleri
bir toplumun varolması yerine, IŞİD’in Rojavalı Kürdleri yenmesini tercih
ediyormuş görünüyor.
Şirket medyası, Obama yönetiminin dile döktüğü
“ABD’nin IŞİD’e karşı ‘ılımlı muhalefet’i desteklediği iddiasını sıklıkla
tekrarlıyor. Bu medya uzmanları, söz konusu muhalefetin ismini anmak söz konusu
olduğunda, dut yemiş bülbüle dönüyorlar. Cockburn’ün de izahıyla, “ideolojik
açıdan El-Kaide’ye yakın cihad örgütleri, ABD politikasının amaçlarına destek
verdikleri noktada ılımlı olarak etiketleniyorlar.” Bunlardan biri de Nusret
Cephesi. Örgüt, El-Kaide’ye bağlı. El Salvador’daki paramiliterler ve Irak’taki
Şii ölüm mangaları gibi El-Nusra da Suriye halkına karşı yıkıcı faaliyetler
içinde olacakmış gibi görünüyor.
Gidişat, esasen çok açık. Küresel istikrarı sağlayacak
bir güç olmak şöyle dursun, ABD, mülteci krizlerine sebep olan şiddet ve yıkım
sürecine muazzam katkılar yapıyor. Komşu ülkelerde ve Avrupa Birliği’nde ya da
ülke içinde evlerinden kaçıp, mülteci konumunda olan yaklaşık dokuz milyon
Suriyeli var.
ABD’nin daha fazla mülteci kabul etmesi, yeterli
değil. Bu kabulün, Suriyeli mültecilerin mevcut koşullarının iyileştirilmesi
noktasında belirli bir hayrı olacak olsa da bu türden krizlerin fiilî
koşullarını kökten değiştirmeyecek. Koşulların kökten değiştirilmesi için El
Salvador’dan Suriye’ye terör uygulayan savaş makinesinin parçalanması gerek. Bu
nedenle mültecileri kabul hareketi anti-emperyalist bir hareket hâline gelmeli.
Aksi takdirde, birkaç yılda bir ABD imparatorluğunun bir sonraki mağdurlarını ülkeye
kabul ettirmek için mücadele eder dururuz.
Michael Perino
11 Aralık 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder