Paris’te, 13 Kasım’da yaşanan saldırılardan hemen
sonra solun büyük bölümü, IŞİD’in yükselişini Ortadoğu’da emperyalist şiddetin
giderek derinleşmesine bağladı.
Bir yandan savaş ve emperyalizmin, diğer yandan cihadî
terörizmin ulaştığı menzilin şiddet ve yıkımla karşılıklı bağlantı içerisinde
olduğu söyleniyor. Paris saldırılarından kısa bir süre sonra Fransız Yeni
Antikapitalist Parti [NPA] “emperyalist zorbalık ve İslamcı zorbalık birbirini
besliyor” diyor. Bu ölüme dair nihilistik anlayıştan kopmak için bizim dış
müdahaleye itiraz etmemiz, emperyalist şiddete son vermemiz ve Ortadoğu, Afrika
ve diğer yerlerdeki ülkelerden servetin yağmalanmasına dönük çabaları durdurmamız
gerek.
Şüphesiz ki bu argümanın dayandığı basit mantık gayet
sağlam. Ama izah edicilik açısından bu türden bir analiz, bizi çok ileri
götürmüyor. Bu tip bir argüman, genellik ve soyutluktan muzdarip ve bize bir
hareket olarak IŞİD’in yapısı veya bu özel momentin özgüllüğü hakkında çok az
şey söylüyor. IŞİD ile emperyalizm arasında bir tür otomatik ilişki kurmakla ya
da arada doğal bir ayna olduğunu varsaymakla bizler, örgütün bu denli çarpıcı
bir hızla yaşadığı yükselişi biçimlendiren tüm önemli bağlamı ve tarihi gözden
kaçırıyoruz.
Batı’nın Irak, Suriye ve bölgedeki diğer ülkelere
yönelik bu saldırganlığına ve buralardaki vahim durumlara dönük cevap, neden
özel bir ideolojik ve politik form üretiyor? IŞİD’in Arap dünyasında ve
Avrupa’da bulduğu desteği nasıl izah edeceğiz? Peki bunlar neden şimdi, bu
şekilde yaşandı?
IŞİD’in yükselişinin gerçek menşeinin 2011 ve 2012’de
patlak veren Arap ayaklanmaları ekseninde ele alınması gerekli. Bu
ayaklanmalar, bugün de savunulmaya devam edilmesi gereken muazzam bir umudu
temsil ediyorlardı. Ayaklanmalar, baskı ve sürecin terse çevrilmesine dönük
gayretlerle karşılandılar, her türden köklü değişim anlayışı dâhilinde ilerleme
imkânı bulamadılar. İslamcı gruplar da tam olarak bu yarıkta varlık imkânı
buldular, onlar ayaklanmalar ve onlardaki halkçı demokratik arzulara karşı
saldırıya göre biçim alarak, yükselme fırsatı yakaladılar.
Esasen bu, hiç de kaçınılmaz bir süreç değildi. Aksine
ayaklanmaların yüzleştikleri güçlükler, başkalarınca doldurulması gereken bir
boşluk doğurdular.
IŞİD’in dünya görüşü, bu yeni gerçekliğin ideolojik
bir ifadesidir. Daha açık ifade etmek gerekirse, IŞİD’in yükselişi, birçok
Batılı yorumcunun kanaat getirdiği gibi, sadece ideoloji veya dinin bir sonucu
olarak izah edilemez. Örgütün yaşadığı büyümeyi izah eden alabildiğine gerçek
toplumsal ve politik kökler mevcuttur.
Ama ideolojik ifadeyi ciddiye almak, mezhepçiliğin
yıkıcı bir biçimde yayılması, Suriye ve Irak’ta her şeyi toza dumana katan
baskı süreci, Ortadoğu’da farklı bölgesel ve uluslararası güçlerin çıkarları
gibi muhtelif, birbiriyle kesişen faktörlerin IŞİD’in yükselişi için gerekli
zemini teşkil ettiğini anlamamıza yardım edecektir.
Bu, ricatın diyalektiğidir: IŞİD’in büyümesi, bölge
çok katmanlı, giderek derinleşen krizlerin içine sürüklendikçe, hem eşzamanlı
olarak 2011’deki arzuların gerçekleştirilmesi becerisinin ortadan kaldırılması
sürecini perçinlemiş, hem de bu süreçten beslenmiştir. IŞİD’in bu krizleri
içine yerleştirdiği ideolojik çerçevenin hatalı olduğu açıktır, ama gene de
örgüt, tüm çıplaklığı ile yaşanan kaos ve yıkımın ayrımına varan bir dünya
kavrayışını ve canlı bir deneyimi belirli kesimler nezdinde dile getirmiştir.
Bu sürecin karşılıklı birbirini perçinleyen yönleri, mevcut durumun bu denli
tehlikeli bir noktaya ulaşmasını sağlamışlardır.
2011’in Hayaletleri
2010 ve 2011’de Tunus ve Mısır’daki gösterilerle
başlayan ayaklanmalar, ardından bu ayaklanmaların tüm bölgeye yayılması,
Ortadoğu’nun son elli yıldan fazla bir zamandır tanık olduğu en önemli
gelişmedir. Bu hareketlerin belirli bir süre kimileri için vaatler sunduğunu
hatırda tutmak gerekmektedir. Zira o dönemde bu hareketler, başından itibaren
lanetlenmiş, görmezden gelinmiş, daha da beter biçimde, yabancı komplo
odaklarının uygulamaya soktuğu bir tür fesat olarak değerlendirilmişlerdir.
Bu protestolar, ilk kez farklı kuşakları kütleler
hâlinde politik eyleme dâhil etmiş, Batı’nın müttefiki olan baskıcı rejimlerin
boyunduruğunu ve müesses devlet yapılarını ciddi bir biçimde sarsmışlardır.
Daha da önemlisi bu hareketler, kapsam itibarıyla bölgesel niteliklidirler ve
Ortadoğu genelinde insanların ortak deneyimlerine ve müşterek yanlarına
seslenmişlerdir. Ayaklanmaların politik bilinç ve örgütlenme formları
üzerindeki tesiri, dünya genelinde hâlen hissedilmeye devam etmektedir.
Bu ayaklanmaların başından beri, birçok yorumcunun
varsaydığı biçimiyle, “diktatörlüğe karşı demokrasi” denilen basitleştirici,
karikatür yaklaşımın ötesine geçtiği açıktır. İnsanları sokaklara döken,
onlarca yıl süren neoliberal ekonomik yeniden yapılandırma süreci, küresel
krizlerin etkisi ve Arap devletlerinin Batılı güçlerce uzun süredir desteklenen
otokratik polisiye ve askerî rejimlerce yönetilme tarzları türünden temel
sebepler, bölgedeki kapitalizm formlarıyla derinlemesine bağlantılıdır.
Bu faktörlerin belirli bir bütünlük içerisinde ele
alınması gerekmektedir. Bunlar, ayrı ayrı veya birbirlerinden ayrıştırılabilir
sebepler değildir. Protestocular, bu bütünlüğü öfkelerinin nedeni olarak, açık
biçimde dillendirmemiş olabilirler, bu temel gerçeklik Arap dünyasının
yüzleştiği kapsamlı sorunların tekil otokratların basit manada iktidardan
uzaklaştırılması yoluyla neden çözüme kavuşturamadığını izah etmektedir.
Politik ve ekonomik yapılara dönük her türden itiraza
mani olmak amacıyla Batılı güçler ve bölgedeki müttefiklerin destekledikleri
elitler, değişim olasılığını ezmek amacıyla hızla hamle yapmışlardır. Bu süreç,
her bir ülkede farklı işleyen karşı-devrim süreçlerini biçimlendirmek için
devreye giren bir dizi politik faille birlikte, muhtelif araçlar üzerinden
gerçekleşmiştir.
Ekonomi siyaseti düzeyinde çok az değişiklik
yaşanmıştır. Uluslararası finans kuruluşları ve Batılı bağış kurumları Mısır,
Tunus, Fas ve Ürdün gibi yerlerde neoliberal reform paketlerinin sürekliliği
konusunda ısrarcı olmuşlardır. Ekonomik sürekliliğin verdiği destekle, bu
süreklilik için bir önkoşul olarak protestoları, grevleri ve politik
hareketleri yasaklayan olağanüstü hâller ve yeni kanunlar devreye sokulmuştur.
Bu dönemde eşzamanlı olarak bir de bölgede politik ve
askerî müdahaleler de yaygınlaşmıştır. Batı’nın askerî müdahalesi sonrası
Libya’nın parçalanması ve Suudilerin önderliğinde Bahreyn’deki ayaklanmanın
bastırılması, ilgili sürecin iki önemli momentidir. Mısır’da Temmuz 2013’te
yaşanan askerî darbe de eski devlet yapılarının yeniden inşasında kritik bir
dönüm noktasıdır; bu olay, Mısır’daki devrimci sürecin bastırılmasında Körfez
Ülkeleri’nin oynadığı kötü rolü teyit etmektedir.
Belki de en önemli husus, 2011’deki ilk iyimserliğin
yerini alan bölge genelindeki ümitsizlik havasını pekiştiren, sınırlar
dâhilinde ve ötesinde milyonlarca insanın yersiz yurtsuzlaşması ve binlerce
insanın öldürülmesine sebep olan, Suriye’de Esad rejimine karşı başlatılan
toplumsal ve fiziksel yıkım harekâtıdır.
IŞİD ve önceki hâlleri, temelde 2011 boyunca tüm Arap
ülkelerini sarsmış olan bu ayaklanmalarla, kitlesel gösterilerle, grevlerle ve
yaratıcı protesto hareketlerinin ilk aşamalarıyla ilişkisizdir. Esasında o
dönemde Irak İslam Devleti olarak bilinen IŞİD’in güç toplamasına sebep
olabilecek tek yorum, Hüsnü Mübarek’in devrilmesi sonrası yayınladığı insanları
sekülerizm, demokrasi ve milliyetçiliğe karşı uyardığı, Mısırlıları “kötü
olanın yerine iyisini getirmeleri” konusunda teşvik eden bildiride içerilmektedir.
Oysa gerçek değişime dönük ilk arzular dağılmış, IŞİD
ve diğer cihadî gruplar sürecin bu şekilde terse dönmesinin birer semptomu
olarak ortaya çıkmış, söz konusu örgütler kargaşa ve devrimci süreçteki ricatın
bir ifadesi olarak somutluk kazanmışlardır. Sürecin neden bu şekilde
geliştiğini daha iyi anlamak için IŞİD’in ideolojisine ve dünya görüşüne kısa
bir bakış atmak gerekecektir.
Hakikilik, Barbarlık, Ütopya
İslamî köktencilik, sıklıkla ihtişamlı geçmişe ait yol
ve yöntemlerin tekrar uygulanması isteği olarak tanımlanmaktadır. İhtişamlı
geçmiş ise (Sünnilere göre) Hz. Muhammed’in vefatı sonrası iktidara gelen ilk
İslamî yönetici kuşağı üzerinden modellendirilmektedir. IŞİD, toplumsal pratik
ve şeriat konusunda ilgili döneme işaret etmektedir.
Ama IŞİD’i yedinci yüzyıla has yayılmacılığa
[irredantizme] indirgemek, ciddi bir hata olacaktır. Örgüt, bugün kontrol
altında tuttuğu bölgelerde muhtelif mali, hukukî ve idarî yapılar kurma yönünde
çabalar ortaya koymakta, devlet kurma projesini gayet ciddiye almaktadır. Her
ne kadar bu bölgelerin sınırları sürekli değişse de ve “kontrol”ün manası
konusunda farklı değerlendirmeler yapılsa da IŞİD, kimilerinin tahminine göre,
on milyondan fazla insanı yönettiği belirli bir bölgesel genişliğe ulaşmış durumdadır.
Bu alabildiğine modernist projenin parçası olarak
örgüt, gelişkin medya ve propaganda ağı geliştirme meselesine yüksek öncelik
vermekte, televizyonla süslenmiş ağaçlara ve bilgisayarların “idam edilmesine”
dair doksanlara ve iki binlerin başlarına ait imajlarıyla Taliban kontrolündeki
Afganistan türünden diğer İslamî yönetim örneklerinden niteliksel olarak
oldukça farklı bir görüntü sunmaktadır.
Bir araştırmacının tahminine göre, IŞİD medya birimi
her gün medya için kırk ayrı çalışma yapmakta, bu çalışmalar video, fotoğraflı
makale, denemeler ve farklı dillerde sesli programları içermektedir. Bu
program, her türden TV şebekesiyle yarışacak düzeydedir ve rehine tutulan
habercilerle istihbarat ajanlarının saçmalıklarına gebe kalıp Afganistan
dağları üzerinden El-Cezire’ye kaçırılan bozuk, kumlu VHS kasetlerine dayalı
eski El-Kaide modeliyle karşıtlık arz etmektedir.
IŞİD propagandasının yayılma imkânı bulduğu merkezsiz
ağın kendisi de özgül bir üründür. Bu ağ justpaste.it ve archive.org gibi
anonim web siteleri ile Twitter hesaplarından istifade etmektedir. IŞİD
içindeki isimler üzerinden örgüte dair değerlendirme sunan Arap gazeteci
Abdulbari Atvan’ın iddiasına göre örgüt, yüz bin kadar Twitter hesabını
kontrolünde tutmakta, her gün elli bin civarında tweet atmaktadır. Bu türden
sosyal medya formları, IŞİD’in hem insan örgütlediği hem de mesajlarını yaydığı
kanallardır.
IŞİD’in teknolojiyi takip eden yanı herkesin kabul
ettiği bir husustur. Kısa süre önce Obama, ucuz bir tanıma başvurarak, IŞİD
üyelerini “iyi bir sosyal medyaya sahip bir katil sürüsü” olarak nitelemiştir.
Ama IŞİD’in teknolojiyi ve sosyal medyayı etkin kullanıyor olması gerçeği,
teknik bir beceriden çok gizlilik ve gözetim koşullarına dönük bir cevap olarak
görülmelidir. IŞİD’in sosyal medyaya ve teknolojiye yüksek öncelik vermesi,
örgütün edimselliği ve kendini takdim edişi konusunda takıntılı olduğunun bir
ifadesidir.
Esasında IŞİD haricinde dış dünyaya kendisiyle ilgili
bir imaj sunma ve “marka oluşturma” meselesini ciddiye alan başka bir politik
veya dinî yapıdan söz etmek mümkün görünmemektedir.
Bu ideolojik mesaj aktarımı dâhilinde üç önemli mecaz
öne çıkmaktadır. İlki, her türden köktenci hareketin belirgin özelliği olan
dinî hakikilik ya da dinî metne sadakat gösterme, sadık kalındığını sürekli
iddia etme ihtiyacıdır. Bu bağlamda “hakikiliği” teşkil eden, rakip görüşler
karşısında daima öne sürülmesi, icra edilmesi ve savunulması gereken bir
husustur.
IŞİD’in bu meseleyle nasıl meşgul olduğuna dair çok
sayıda örnek verilebilir. Örneğin birçok yorumcu, örgütün Kuzey Irak’taki küçük
ve pek önem arz etmeyen Dabık kasabasına tuhaf bir vurgu yaptığı üzerinde
durmaktadır. Dabık’ta tek bir askerî tesis ya da doğal kaynak yoktur. Gene de
IŞİD’in internetten yayın yapan dergisi, bu kasabanın adını taşımaktadır.
Örgüt, kasabayı almak için savaş başlattığını ilân ettiğinde, örgüte ciddi bir
akın yaşanmıştır.
Bunun sebebi nedir? Dabık, İslamî eskatolojide özel
bir yer tutmaktadır. Burası, kıyametin başlangıcını haber verecek olan kâfir
ordularıyla ileride yaşanacak savaşın gerçekleşeceği yerdir. Bu küçük Suriye
kasabasını elinde tutarak IŞİD, kendisini yüzlerce yıl önce haber verilen bir
yolu imanla takip eden güç olarak takdim etme imkânı bulmaktadır. Aynı şekilde
örgütün Rakka şehrini Batı’daki karargâhı olarak ilân etmesi de Arap
Müslümanlar arasında güçlü bir karşılık bulmuştur. Şehir, Harun Reşid’in sarayının
bulunduğu yerdir. Dönemi İslam’ın altın çağı olarak değerlendirilen Harun
Reşid, Abbasi Hanedanı’nın beşinci halifesidir.
IŞİD propagandasının ikinci merkezî özelliği ise
herkesin bildiği “barbarlık” memidir: insanların canlı canlı başlarının
kesilmesi, idamlar ve diğer şoke edici eylemler grubun tüm dünyada
televizyonlar ve bilgisayar ekranları üzerinden tanınmasını sağlamıştır. Kasten
dehşete düşürücü bir içeriğe sahip bu malzeme medyada şöhretin hızla artmasının
güvencesidir.
Bu durum, herkesin bildiği bir örgüt olana dek onlarca
yıl geçen, ancak 11 Eylül saldırıları ile tanınma imkânı bulabilen El-Kaide’nin
durumu ile kıyaslanabilir. Barbarlık, sadece manşetleri süsleyen bir olgu
değildir. O, aynı zamanda korkuya yol açmak için bile isteye kullanılan bir
yöntemdir.
Bu strateji, oldukça başarılı olmuştur. IŞİD, Haziran
2014’te Musul şehrine yaklaştığında Irak ordusu dağılmış, silâhlarını bırakıp
kaçmış, cihadîlerin muazzam silâhlara ve askerî nakliye araçlarına sahip
olmasını sağlamıştır. IŞİD, bu saldırıda ayrıca Irak Merkez Bankası’ndan 400
milyon dolar almıştır (bu, sonrasında itiraz edilen bir iddiadır.).
Son ve belki de en önemli husus ise şiddetin bu denli
yaygın bir biçimde tatbik ediliyor oluşudur. IŞİD, bu durumu “kutuplaştırma”
stratejisi olarak tarif etmektedir. Burada amaç, IŞİD’in bölge genelinde
yayılma sürecini destekleyecek kanlı mezhep savaşlarına yol açmaktır.
Gene de Batı medyasının kullandığı klişenin aksine,
IŞİD propagandasının ana içeriği, örgütün daha iyi tanınmasını sağlayan
şiddetin kendisinden çok daha dünyevîdir. Örgütün ideolojik mecazlarının
üçüncüsü, “hilafet”te sivil hayata ait zevkleri göstermeyi amaçlayan ütopik
temalardır. Bunlar, cömert bir ekonomik faaliyeti, güzel sahneleri ve
istikrarlı bir hayatı içermektedir.
2015 Temmuz’unun ortasından Ağustos’un ortasına dek
örgüt tarafından üretilmiş tüm medya ürünlerini belgeleyen yorucu bir
çalışmadaki tespite göre, malzemenin yarısından fazlası, bu tip ütopya
temalarına odaklanmaktadır. Aynı şekilde Dabık dergisi de bu konuları
ele almaktadır. Bu, grubun kendisini Arap dünyasına nasıl sunduğuna dair en
fazla yanlış anlaşılan ve en önemli yönüdür. Bu tip ütopya temsilleri ile
esasta Araplara seslenilmektedir.
IŞİD’le bağlantılı Arapça Twitter hesaplarına
baktığımızda, mesajların İslam Devleti’nde gündelik hayatın sıkıcı ve anlamsız
oluşuna dair vurgular içerdiği görülmektedir. Su boruları tamir edilmekte,
pazarlar meyve ve sebzelerle dolup taşmakta, yeni dişçi klinikleri
açılmaktadır.
Bu gözlem üzerinden, IŞİD’in kendisini kaos, savaş ve
karışıklıkla yüklü bir bölgenin ortasında barış ve istikrar adası olarak takdim
etmektedir. Örgütün halkın belirli katmanlarını kendisine nasıl çektiğini
anlama noktasında bu tür gözlemler önemlidir. Krizin derinleştiği koşullarda
belirli bir güvenlik düzeyini vaat etmek, IŞİD’i cazip kılan (ya da en azından
ehven-i şer bir seçenek hâline getiren) unsurlardan birisidir.
Bu ütopik vaadi kabul etmek, geçen zaman içerisinde
örgütün nasıl genişleme kaydettiğini anlama noktasında önemli bir ipucu sunar.
Ama bu, bilhassa mezhepçi şiddeti üzerinden IŞİD’in zorba veya baskıcı olmadığı
anlamına gelmez. Ütopik vaadindeki kofluk, belirli miktarda umudu da
içermektedir.
“Vahşi Kaos”u Yönetmek
Hakikilik, barbarlık ve ütopya üzerine kurulu bu üç
kademeli IŞİD propagandası, daha kapsamlı bir eskatolojinin bir yansımasıdır:
bu eskatoloji, zamanın sonunun yaklaştığı iddiasına dayanan bir gelecek
tasavvurunu ve bir tarihsel dönemselleştirmeyi içermektedir. Bu, IŞİD ile
El-Kaide gibi diğer cihadî gruplar arasındaki ana farklılıktır.
El-Kaide’den farklı olarak IŞİD, önceden kehanetle
haber verilmiş momentlerle bağlantılı olarak, kendisini ardı ardına ele veren
tarihsel aşamalara vurgu yapar (Dabık örneği, buna ilişkin bir resim
sunmaktadır). Hakikiliğin örgütün propagandasında önemli bir yer tutmasının
sebebi budur. Ancak daha az görünür olan diğer bir husus ise söz konusu
eskatolojinin aynı zamanda hem barbarlık hem de ütopyaya dair mecazlar
konusunda bir izahat sunuyor oluşudur.
Bunun en net karşılığı, cihadî strateji için popüler
bir referans noktası teşkil eden Vahşetin İdaresi: İslam Ümmetinin İçinden
Geçeceği En Önemli Aşama isimli kitaptır. Kitap, ilkin 2004’te internette
Arapça olarak, Ebubekir Naci müstear adıyla yayınlanmıştır. Kitabın (bazı
gazetecilerin değerlendirmelerinde rastlandığı üzere) cihadî örgütler için her
şeyi adım adım ele alan bir taktik çalışması veya strateji el kitabı olarak
düşünülmemesi gerekmektedir. Çalışma, esasında ilgili mahfillerde cihadî
düşünceye yön veren dünya görüşü hakkında kimi hususları açıklığa kavuşturan
oldukça popüler bir metindir.
Kitabın ana hedefi, İslamî ilkelere göre bir devlet
kurmak ve bölge genelinde (ABD gibi) “büyük güçler”in hâkimiyetine son vermek
için atılması gereken adımları izah etmektir. Kitap, İslam devletinin
kurulmasından önce içinden geçilmesi gereken iki ayrı tarihsel aşama
belirlemektedir.
İlki, “can sıkıntısı ve bitkinlik” aşamasıdır. Yazarın
kanaatine göre, Arap dünyası iki binlerin başında, yani kitabın yazıldığı
dönemde, böylesi bir aşamadan geçmektedir. Söz konusu aşamada görev, düşmanı
kimi operasyonlarla kızdırmak ve destabilize etmektir. Bu noktada (özellikle
petrolle bağlantılı) ekonomik açıdan önemli bölgelerde ve turistlerin
kaldıkları otellerde bombalar patlatılacaktır.
Bu eylemler, Arap hükümetlerini güvenlik güçlerini
daha geniş bir sahaya yaymaya zorlayacak, böylesine pahalı bir girişimin
ardından yeni hedefler kaçınılmaz olarak korunaksız kalacaktır. Bunun dışında
grupların hiçbir ceza almaksızın bu türden eylemleri gerçekleştirme becerileri
bir tür propaganda işlevi görecek ve yeni insanların kazanılmasına katkı
sunacaktır.
Bu türden operasyonların nihai amacı, devlet
yapılarını parçalamak ve bir kargaşa durumu yaratmaktır. Yazara göre bu, “vahşi
kaos” aşamasıdır. İlgili döneme bir de her türden toplumsal şiddette artış,
temel toplumsal yardımlardan mahrumiyet, bireysel ve toplumsal güvensizlik hâli
denk düşecektir. Bu, devlet yapılarının geri çekilmesi ve çöküşünün doğal bir
sonucu olarak gerçekleşecektir. Bunun dışında böylesi bir aşama, cihadî grup
için olumlu kabul edilmektedir. Kaosun içine dalmak suretiyle cihadî unsurlar,
durumun sorumluluğunu üstlenecek ve “mevcut vahşeti yönetme ya da idare etme”ye
çalışacaklardır.
Somutta bu, “gıda, tıbbi tedavi, vahşetin hüküm
sürdüğü bölgelerde yaşayan insanlar arasında güvenliğin ve adaletin sağlanması
gibi hizmetlerin verilmesini ifade etmektedir. Buna ek olarak vahşet bölgesine
saldırmaya çalışan herkesi caydırmaya dönük olarak sınırlar korunacak, ayrıca
savunma amacıyla bu sınırlar tahkim edilecektir.”
“Vahşetin yönetilmesi” meselesinin bu yönü, IŞİD’in
Arap dünyasında (özellikle Irak ve Suriye’de) kendi mevcut rolünü nasıl ele
aldığını göstermekte ve bize ütopik temanın propagandasında ne denli önemli
olduğunu anlamamıza yardımcı olmaktadır.
Bunun dışında yukarıda bahsedilen kitaptaki şema
dâhilinde şiddetin rolü temel niteliktedir. IŞİD’in şiddet uygulama
yöntemlerini yankılayan bu çalışma, şiddetin kasten aşırı ve alabildiğine
edimsel, performansa dayalı olmasını önermektedir. “Düşmanı katletmek ve onu
korkutmak düşmanı saldırmadan önce bin kez düşünmeye itecektir.” Bu da sonraki
intikam saldırılarından düşmanı korkutarak caydırmak amacını güden “bedel
ödetme” eylemlerini içermektedir.
Aynı şekilde tüm eylemlerin amacı, orantısız şiddet
kullanımı üzerinden toplumsal “kutuplaştırma”ya yol açmak olmalıdır. Yazarın
ifadesiyle:
“Kitleleri
savaş alanına çekmek, itiraza yol açacak, her bir bireyin desteklediği tarafa
isteyerek ya da gönülsüzce gitmesini sağlayacak, insanları savaş alanına
girmeye itecek daha fazla eyleme ihtiyaç duyar. Bizim bu savaşı çok şiddetli
yürütmemiz gerekir, öyle ki ölüm her an kapıda olduğunu hissettirsin ve iki
grup, bu savaşa girmenin çoğunlukla ölüme yol açtığını anlasın.”
Bu formülün kaçınılmaz sonucu şudur: durum ne kadar
kötüleşirse o kadar iyi olacaktır. Yazar, kendini bir biçimde doğrulayan bu
mantığı kabul edip onaylamakta, cihadî örgüt, vahşetin kısa süreli idaresinde
başarısız olsa bile elde edilecek sonuçların gene de olumlu olacağını
söylemektedir: kitaba göre hata, “meselenin sona erdiği anlamına gelmez, aksine
bu hata vahşette bir artışa yol açacaktır.”
Burada alabildiğine olumsuz durumlar dâhilinde gelişip
serpilen, kaçınılması mümkün olmayan, müesses bir teleoloji söz konusudur. Bu
teleoloji dâhilinde birbirini karşılıklı olarak perçinleyen ve giderek
kötüleşen şiddet çevrimleri, şemanın doğruluğunun birer delili gibidirler.
Mezhepçilik ve İşgal Sonrası Irak
IŞİD’in dünya görüşü ile mezhepçiliğin bölge genelinde
felâketlere yol açan yükselişi arasındaki bağ çok açık. Vahşetin İdaresi:
İslam Ümmetinin İçinden Geçeceği En Önemli Aşama isimli kitabın yazarı ve
ilk dönem cihadî örgütlerin liderleri, Müslümanlara yönelik şiddet konusunda
dikkatli olup diğer Müslümanları kasten hedef almayı mahkûm etseler de
2000’lerin ortasında Irak’ta El-Kaide’nin ortaya çıkışıyla birlikte bu yaklaşım
değişti.
Ürdünlü Ebu Musab Zerkavi’nin başını çektiği Irak
El-Kaide’si, kutuplaştırma siyaseti konusunda en etkin araç olarak dinî
törenleri ve kurumları bombalama üzerinde duruyordu. Irak’ta Zerkavi, Şiilere
yönelik saldırılar aracılığıyla Şii ve Sünni kesim arasında bir iç savaş
başlatmaya çalıştı.
“Katliamlar Şeyhi” unvanını kendisine kazandıran
dehşet verici kafa kesme videolarının eşlik ettiği bu türden faaliyetler, Usame
bin Ladin ve Eymen Zevahiri’nin başını çektiği eski El-Kaide içinde öfkeye
sebep oldu. Bu isimler 2005’te Zerkavi’yi azarlayan bir mektup kaleme aldılar
ve “rehinelerin katledilme sahneleri”nin ve Irak’taki Şiilere yönelik
saldırıların El-Kaide’yi ihtiyaç duyduğu destek kitlesinden mahrum edecek
taktikler olduğunu söylediler.
Zevahiri’nin itirazlarına karşın Zerkavi, bir dizi
sebepten ötürü mezhepçilik konusunda bereketli bir ortam buldu. İlk etken,
2003’te Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesi sonrası devreye sokulan ülkenin
Baas’tan arındırılması siyasetiydi, ama bu siyaset, ülkedeki Sünni nüfusun
marjinalleşmesine neden oldu. Söz konusu siyaset üzerinden bir zamanlar Saddam
Hüseyin’in Baas Partisi’ne üye olmuş herkes işten atıldı, kamuda işe alınmadı,
emekli maaşlarını alamadı.
O dönemde birçok analizcinin de işaret ettiği üzere,
bu, felâket için hazırlanmış bir reçeteydi. Baas partisi üyeliği, eskiden
devletteki her iş için önemli bir husus iken, Baas’tan arındırma siyaseti,
binlerce öğretmenin, doktorun, polisin ve alt kademe memurun işten atılmasına
neden oldu. Devletin içini bu şekilde temizleyerek, ABD temel sosyal
hizmetlerin çökmesini sağladı ki bu, yirmi yıldan fazla bir süredir yaptırımlar
ve savaşın içinden geçmiş bir toplum için büyük felâketlere yol açacak bir gelişmeydi.
Sünnilerin marjinalleştirilmesi, ekonomik alanda pek
hissedilmedi. Amerikan güçleri, Sünni köy ve kasabalara sık sık saldırılar
düzenlediler, binlerce insan tecrit edildikleri, işkenceye maruz kaldıkları ABD
idaresindeki hapishanelere kondu. “Taylorcu hapishane bürokrasisi”, olağan
hâliyle mevcut işgale payanda oldu.
Bu konuda en fazla kötü şöhrete sahip hapishane, Ebu
Gureyb Cezaevi idi. Cezaevi, ABD’li ordu personelinin tutsaklara işkence
ettiğine dair fotoğrafların 2003’te Batı gündemine gelmesiyle ön plana çıktı.
Skandalın patlak vermesi sonrası birçok mahkûm Bucca Kampı’na aktarıldı.
Burada, sonradan Ebubekir Bağdadî olarak tanınacak olan bir mahkûm, Ebu
Gureyb’de kalmış eski Baasçı subaylardan oluşan bir grupla güçlü ilişkiler
kurdu.
Bugün IŞİD’in lideri Bağdadî, söz konusu Baasçı
subaylar da onun en yakın vekilleri ve danışmanları olarak iş görüyor.
Dolayısıyla ABD ordusunun elinde mahkûm olan bu Sünni mahkûmlar, ülkede ortaya
çıkan mezhepsel ayrılıkları iyice derinleştirmekle kalmadılar, ayrıca somutta
İslam Devleti’ni yarattılar.
Mezhepsel çatlaklar, 2006 sonrası alabildiğine büyüdü,
zira İran’la zımni bir anlaşmaya varan ABD, Şii milislerin desteklediği, Şii
hâkimiyetindeki bir devletin kurumsallaşmasına katkı sundu. Bu olgu, 2011’de
ABD birliklerinin Irak’tan çekilmesi sonrası mevcut durumu daha da
kötüleştirdi. Sosyo-ekonomik güvensizliğin eşitsiz düzeyde seyrettiği
koşullarda Sünnilerin marjinalleştirilmesi, IŞİD’e yönelik beğenileri dinî veya
ideolojik faktörlerin ötesine uzanan gerçek bir toplumsal tabanın oluşmasını
sağladı.
IŞİD’in orta kademe kadrolarının büyük bir kısmı,
kısmen ekonomik teşvikler üzerinden örgüte kazanılmış olan eski Baasçı
memurlardır. Sıradan üyelerin örgüte çekilmesi konusunda mali ödüllere
başvurulmaktadır. Örneğin bir IŞİD savaşçısına Irak ordusunda verilen maaşın
iki katından fazla para verilmekte, bu tutar aylık 300 ilâ 400 doları
bulmaktadır. Bugün IŞİD’in ürettiği petrolü Suriye’den Irak’a geçiren kamyon
şoförleri ve kaçakçıları asıl motive eden, geçimini sağlama imkânıdır. Din
konusunda ortaya koyduğu tüm iddialara karşın IŞİD’in devlet kurma projesi,
maddî temellere sahiptir.
Irak konusunda kalem oynatan birçok yorumcu, bu sonucu
Bush idaresinin kibrine ve aptallığına, ardı ardına gelen bir dizi politik
hataya bağlayarak aklayıcı bir tutum sergilemektedir. Böylesi bir yaklaşıma
göre ABD, aslında istikrarlı ve birleşik bir Irak talep etmektedir.
Oysa güçlü bir halk desteğine sahip bir hükümetin
yönettiği, mezhepçi olmayan, birleşik bir Irak ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları
için bir felâket anlamına gelecektir. Bu olasılık doğmamış olsaydı bile, ta
başından beri Irak’ın mezhepsel ayrımlar üzerinden bölünmesi esas olarak ABD
işgalinin bir sonucudur (bunda özel olarak İran’ın çıkarlarının da payı
vardır). Sömürgeci hâkimiyet politikası, her daim böl-yönet kuralına uygun
hareket etmektedir.
Bölgedeki mevcut mezhepsel sapmanın maddî ve politik
kökleri bu şekildedir. IŞİD, Suudi Arabistan veya İran ne tür bir iddiada
bulunursa bulunsun, mezhepçilik, her zaman var olan, bugüne dek değişmeden
varlığını korumuş, kadim öğretisel veya etnik ayrımların bir sonucu değildir.
Lübnanlı komünist Mehdi Amil’in de onlarca yıl önce
ifade ettiği üzere yönetici sınıflar, meşruiyetlerini ve toplumsal tabanlarını
modern bir politik iktidar tekniği, buna dair bir araç üzerinden tesis etmiş,
diğer yandan da her türden halk muhalefeti potansiyelini parçalamaya
çalışmıştır. İşgal sonrası Irak ve IŞİD’in devam eden süreçte yükselişe geçişi,
bu tezi trajik bir biçimde teyit etmektedir.
Suudi Arabistan, Suriye ve İslam Devleti
Elbette bölgede dünyevî güçlerin desteklenmesi
noktasında dinden istifade etmenin uzun bir geçmişi mevcuttur. Yaygın kabule
göre, (IŞİD’in öncüllerini de içerecek biçimde) İslamî köktenci hareketlerin
örgütsel kökleri ABD ve Körfez Devletleri’nin, bilhassa Suudi Arabistan’ın
altmışlar ve yetmişler boyunca kurduğu ittifaka dayanmaktadır.
Bölgede solun ve milliyetçi politik hareketlerin
yükselişi karşısında İslamcılığın destekçileri, mukabil ağırlık oluşturma
konusunda etkin bir unsur olacağını düşünmüşlerdir. Seksenlerle birlikte bu
politika, ABD ve Suudilerin Afganistan’daki Arap İslamcı savaşçılara sundukları
destek üzerinden sistematik bir biçimde tatbik edilmiştir. Silâhlı cihad, ilk
pratik canlanma konusunda gerekli hazırlıkları bu ülkede yapmıştır.
İslamcı köktenciliğin bu şekilde, uzun süredir
araçsallaştırılması, kimi gözlemcilerin IŞİD’in Körfez Devletleri’nin bir aracı
olduğunu söylemeye itmiştir. İlk bakışta bu türden iddialar anlamlıymış gibi
görünebilir. İdeolojik açıdan Suudi rejimi ile İslam Devleti arasında müşterek
kimi yanlar mevcuttur. Her ikisi de İslamî ceza yöntemleri (hudud) konusunda
benzer, sınırlı bir yorumu paylaşmaktadır. Esasında IŞİD kontrolündeki
bölgelerde imza niyetine kafa, kol kesme Suudi Arabistan dışında bölgede başka
bir yerde karşımıza çıkmayan bir durumdur. IŞİD’in yönettiği bölgelerde bulunan
okullarda kullandığı ders kitaplarına bakıldığında, sadece Suudi Arabistan
menşeli kitapların kullanıldığı görülmektedir.
Suudi halkının büyük bir kesiminde IŞİD’e karşı yoğun
bir sempati söz konusudur. Bu kesim, harekete mali açıdan katkı sunmakta,
gönüllüler göndermektedir. Oysa IŞİD’in elindeki silâhlar, Suudilerin (ve
Katar’ın) Suriye’deki gruplara temin ettiği silâhlardır. Bunlar, çoğunlukla
firar eden veya ele geçirilen askerlerden alınmaktadır. IŞİD’in doğrudan
Suudilerce veya herhangi bir Körfez devletince doğrudan fonlandığı ya da
silâhlandırıldığına dair ikna edici kanıta pek rastlanmamaktadır.
İki tarafın söylemlerine bakıldığında IŞİD ile
Suudiler birbirini sevmemekte, hatta aralarında bir tür nefret ilişkisi
bulunmaktadır. IŞİD, Suudi krallığını en aşağılık düşmanlarından biri olarak
görmekte, iktidardaki Suud ailesini devirmenin ana amaçlarından biri olduğunu
söylemektedir. Suudi krallığı ise küresel İslam’ın liderliği konusunda başka
bir gücün talip olmasına karşı çıkmakta ve IŞİD’in iktidarına karşı savurduğu
tehditlerden korkmaktadır.
Diğer yandan IŞİD’in artan gücü, Suriye ayaklanmasına
karşı Esad hükümetince yönlendirilen baskı harekâtı ile bağlantılıdır.
Ayaklanmanın başlamasından birkaç ay sonra Esad (aralarında iyi eğitimli cihadî
unsurların da bulunduğu) yüzlerce mahkûmu serbest bırakmış, bunların büyük bir
kısmı, İslamî köktenci gruplar içerisinde savaşçı ve lider hâline gelmiştir.
Suriye istihbaratı içerisinde eskiden üst düzey görevlerde yer almış isimlerin
iddiasına göre, bu, rejimin ayaklanmayı mezhepçi manada bölme ve ona İslamcı
bir boya çalma amacını gütmektedir.
Esad hükümetinin bu türden grupları maniple etme
konusunda eski tarihlere uzanan güçlü bir sicile sahip olduğu bilinmektedir.
Hükümet, 2000’lerin başında mahkûmları serbest bırakmış, binlerce gönüllü
cihadî unsurun Irak’taki Zerkavi ağı ile birleşmesini sağlamıştır. Esasında
2010 Şubat’ında Suriye istihbaratı, bölgede ABD ile kurulan güvenlik
işbirliğini derinleştirme konusunda gerekli bir zemin olarak cihadî gruplara
sızma ve onları maniple etme girişimlerini pazarlamaya çalışmıştır.
Suriyeli protestocuların varil bombaları, tanklar ve
ayrım gözetmeyen hava saldırılarıyla karşılaşmış olmalarında şaşırtıcı bir yan
yoktur. Süreç içinde sıra, iyi eğitimli, savaşın çelikleştirdiği cihadî
gruplara gelmiştir. Bu gruplardan biri de Nusret Cephesi’dir. Bu örgüt, 2011
sonunda Irak’ta İslam Devleti dağıtılınca buradaki askerlerin Suriye’ye geçmesi
sonrası kurulmuş, kamuoyu önüne ise Ocak 2012’de çıkmıştır.
2013’te şiddet ve insanların yerlerinden edilme
sürecinin daha da berbat bir hâl almasıyla Nusret Cephesi, stratejik yönelim
konusunda kardeş örgütle bir ayrışma yaşamıştır. Buradaki tartışma ise
mezhepsel ayrımlara yoğunlaşıp yoğunlaşmama, Suriye ordusuyla çatışmaya
odaklanıp odaklanmama, tüm diğer örgütlerle kutuplaşma stratejisi üzerinden
şeriat temelli olarak bölgesel kontrolü öne alıp almama üzerine kuruludur.
Irak’taki İslam Devleti ilk yolu tutmuş, 9 Nisan 2013’te Nusret Cephesi’nin
itaatsiz kadrolarının kovulduğunu ve yeniden biçimlendirilmiş bir yapı olarak
IŞİD’in kurulduğunu duyurmuştur.
Bu türden stratejik önceliklere vurgu yapan IŞİD,
yaygın kanaatin aksine, Esad hükümetiyle doğrudan çatışma içine girmekten büyük
ölçüde kaçınmıştır. Bunun yerine Irak ve Suriye sınırlarını, ayrıca kaçakçılık
güzergâhlarını kontrol altına alan (böylelikle stratejik derinliği ve geri
çekilmenin güvenliği üzerinden diğer tüm silâhlı örgütlere karşı çıkma imkânı
bulan) IŞİD öncelikli olarak elindeki toprakları genişletme yoluna gitmiştir.
Bu çaba dâhilinde Bucca Kampı’ndan gelen eski Baasçı
generallerin oluşturdukları askerî konsey, örgütün başarısında kilit bir rol
oynamış, bu noktada sabit mevzilerde kalmak yerine stratejik ağları birbirine
bağlayan erişim ve tedarik yollarına hâkim olmaya, petrol sahalarının
güvenliğini sağlamaya ve merkezî altyapıyı (bilhassa su ve elektrik üretimini)
kontrol altında tutmaya odaklanmıştır.
Bu strateji (petrol satışından günde 1,5 milyon
doların üzerinde gelir elde etmesini sağlayan Suriye ve Irak’taki en az dokuz
kârlı petrol sahasını elinde tutan) örgütün sadece muazzam bir zenginliğe
ulaşmasını sağlamamış, ayrıca Suriye topraklarının (hükümetin veya muhalefetin
kontrolünde olan) geri kalan kısmını enerji ve güç ihtiyacı konusunda ağırlıklı
olarak IŞİD’e bağımlı hâle getirmiştir.
Adam kaçırma, gasp, antik eserlerin satışı, kaçakçılık
ve vergilerle muazzam para elde eden IŞİD, Ortadoğu’daki zengin, mali açıdan
kendine yeterli belki de tek devlet durumundadır. Örgüt, yirminci yüzyıl
başında sömürgeci güçlerce çizilmiş sınırları kasten çiğnemekte, bu sınırlar
boyunca belirli operasyonlar düzenlemektedir.
Daha Fazla Müdahale Gerçekleşecek mi?
Bu koşullarda Batı’nın bölgeye dönük askerî
müdahalesini daha da yoğunlaştırmasına dönük çağrılar, sadece örgütün daha
fazla ayakta kalması için gerekli gıdayı temin edeceklerdir. Esasında örgütün
büyümesi için gerekli verimli toprak, savaş ve işgalin bizatihi kendisidir.
Müdahalenin yoğunlaştırılması, durumu daha da kötüleştirmekten başka bir şeye
yaramayacaktır. Kutuplaştırma stratejisine uygun olarak son IŞİD saldırılarının
amacı da bu yönde gerçekleştirilmiş saldırılardır. Burada hedeflenen, kriz ve
kaos hissini derinleştirmek için Batı’nın bölgeye yönelik müdahalesini bir araç
olarak kullanmaktır.
Dış müdahaleye itiraz, basit manada ABD veya Avrupalı
devletlere sunulması gereken bir talep değildir. IŞİD’i hedef aldığına dair
resmî ifadelerine karşın Rusların Suriye’de 30 Eylül’den beri
gerçekleştirdikleri hava bombardımanı, büyük ölçüde IŞİD’in kontrolündeki
bölgelerden uzak durmakta, temelde IŞİD dışı muhalif grupların konumlandıkları
bölgelere odaklanmaktadır.
Sahada Hizbullah, İran birlikleri, Iraklı Şii milisler
ve Suriye ordusunca desteklenen bu Rus saldırılarının esas amacı, Suriye’deki
ana bölgesel ve uluslararası oyuncular arasında yeni oluşacak anlaşmaya kadar
Esad’ın konumunu güçlendirmektir. Bu bağlamda IŞİD’in varlığı, fiiliyatta
Esad’ın “terörizme direnme” iddiasını desteklemeye yaramakta, böylelikle Esad,
kendi hükümetini gerekli bir kötülük olarak gören bir dizi Batılı devletin
desteğini almak istemektedir.
Elbette Rusların askerî yönelimi, Sina, Beyrut ve
Paris saldırıları sonrası değişmişse de gerçek şu ki İslam Devleti ile Esad
hükümeti arasında uzun süredir dile dökülmeyen yumuşama, bugünden itibaren her
iki tarafın çıkarlarına hizmet edecekmiş gibi görünmektedir.
Bu koşullarda solun kolayca verebileceği cevapların
sayısı çok azdır. Evet, bize gereken, demokratik talepler, toplumsal ve
ekonomik adalet ve mezhepçiliğe reddiye üzerine kurulu, alternatif, radikal
görüşlerdir. Ama aynı zamanda solun, son birkaç yıldır nerelerde hata yaptığına
dair bir muhasebe çıkartması ve mevcut güçler dengesi konusunda makul bir
değerlendirme yapması gerekmektedir.
IŞİD’in yükselişine, ayrıca savaş ve emperyalizmin
entrikalarına bir tür otomatik refleksle tepki geliştirmenin ürünü olan
analizler konusunda da dikkatli olmak gerekmektedir. Elde edilen sonucun
kaçınılmaz olduğu doğru değildir. Bu sonuç, 2011 ayaklanmalarının güzergâhının
terse çevrilmesi üzerinden elde edilmiş, ayaklanmalar otokratik yöneticilere
köklü bir itiraz geliştirememiş, bu sayede IŞİD gelişip serpileceği bir ortam
bulmuştur.
Politika boşluk kabul etmez. Dolayısıyla son üç yıl
içinde halk hareketlerinin ve demokrasi mücadelelerinin yaşadığı
başarısızlıklarla birlikte İslam Devleti, yaşanan ricatın meyvelerini
olgunlaştıran güçlerden birisidir. Asalaklara özgü tarzda bu örgüt, bölgedeki
tüm ülkelerde yöneticilerin mezhepsel şiddeti beslediğini kavramış, bu konuda
önce Irak, ardından da Suriye’de kendisine yer bulmuştur. Her iki devlette de
örgüt, “vahşetin idaresi” programına epey uygun düşen (örgütün varolmasına
katkı sunacak) bir gerçeklikle karşılaşmıştır.
Mevcut durum ne kadar ümitsiz olursa olsun, gene de
ümide hâlâ yer vardır. Yereldeki güçler, İslam Devleti’ne olağanüstü zor
koşullarda karşı koymaktadırlar. Bu güçler içerisinde en önemlileri (bir yandan
da Türk hükümetinin baskılarıyla yüzleşen) Kürd hareketleri ve Suriye’deki IŞİD
dışı muhalif güçlerdir.
Öte yandan Irak, Suriye, Lübnan, Mısır ve diğer
yerlerde mezhepçiliğin mantığına karşı çıkan cüretkâr toplumsal ve politik
hareketler mevcuttur. Bu hareketler, ilerici bir seçenek için verilen
mücadelenin hâlâ canlı olduğunu göstermektedir.
IŞİD, ütopik manada bir tür istikrar ve refah vaat
edebilir, ama sahaya baktığımızda bu vaadin gerçeklikle bir alakasının
bulunmadığı görülmektedir. Geçmişte İslamî “devletler”in de örneklediği
biçimiyle, örgütün iç isyanlara tanık olacağı kesindir.
Bunun dışında eğer IŞİD’in yükselişini Arap
coğrafyasındaki ayaklanmalar sonrası yaşanan ricat üzerinden anlarsak, büyük
bir güvenle, örgütün bölgedeki mevcut kördüğüme etkin herhangi bir çözüm
sunamayacağını da görürüz. IŞİD, anti-emperyalist herhangi bir cevap
sunmamakta, yerel veya yabancı güçlerin baskı ya da hâkimiyetinden arındırılmış
bir Ortadoğu için desteklenebilecek bir yol önermemektedir.
Son birkaç yılda yaşanan başarısızlıklara rağmen
hakiki bir sol alternatifin gelişme imkânı, tümüyle ortadan kalkmamıştır. Daha
da önemli olan gerçekse şudur: böylesi bir alternatif, bugün artık daha fazla
gereklidir.
Adam Hanieh
3 Aralık 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder