05 Aralık 2015

,

Kısa IŞİD Tarihi


Paris’te, 13 Kasım’da yaşanan saldırılardan hemen sonra solun büyük bölümü, IŞİD’in yükselişini Ortadoğu’da emperyalist şiddetin giderek derinleşmesine bağladı.

Bir yandan savaş ve emperyalizmin, diğer yandan cihadî terörizmin ulaştığı menzilin şiddet ve yıkımla karşılıklı bağlantı içerisinde olduğu söyleniyor. Paris saldırılarından kısa bir süre sonra Fransız Yeni Antikapitalist Parti [NPA] “emperyalist zorbalık ve İslamcı zorbalık birbirini besliyor” diyor. Bu ölüme dair nihilistik anlayıştan kopmak için bizim dış müdahaleye itiraz etmemiz, emperyalist şiddete son vermemiz ve Ortadoğu, Afrika ve diğer yerlerdeki ülkelerden servetin yağmalanmasına dönük çabaları durdurmamız gerek.

Şüphesiz ki bu argümanın dayandığı basit mantık gayet sağlam. Ama izah edicilik açısından bu türden bir analiz, bizi çok ileri götürmüyor. Bu tip bir argüman, genellik ve soyutluktan muzdarip ve bize bir hareket olarak IŞİD’in yapısı veya bu özel momentin özgüllüğü hakkında çok az şey söylüyor. IŞİD ile emperyalizm arasında bir tür otomatik ilişki kurmakla ya da arada doğal bir ayna olduğunu varsaymakla bizler, örgütün bu denli çarpıcı bir hızla yaşadığı yükselişi biçimlendiren tüm önemli bağlamı ve tarihi gözden kaçırıyoruz.

Batı’nın Irak, Suriye ve bölgedeki diğer ülkelere yönelik bu saldırganlığına ve buralardaki vahim durumlara dönük cevap, neden özel bir ideolojik ve politik form üretiyor? IŞİD’in Arap dünyasında ve Avrupa’da bulduğu desteği nasıl izah edeceğiz? Peki bunlar neden şimdi, bu şekilde yaşandı?

IŞİD’in yükselişinin gerçek menşeinin 2011 ve 2012’de patlak veren Arap ayaklanmaları ekseninde ele alınması gerekli. Bu ayaklanmalar, bugün de savunulmaya devam edilmesi gereken muazzam bir umudu temsil ediyorlardı. Ayaklanmalar, baskı ve sürecin terse çevrilmesine dönük gayretlerle karşılandılar, her türden köklü değişim anlayışı dâhilinde ilerleme imkânı bulamadılar. İslamcı gruplar da tam olarak bu yarıkta varlık imkânı buldular, onlar ayaklanmalar ve onlardaki halkçı demokratik arzulara karşı saldırıya göre biçim alarak, yükselme fırsatı yakaladılar.

Esasen bu, hiç de kaçınılmaz bir süreç değildi. Aksine ayaklanmaların yüzleştikleri güçlükler, başkalarınca doldurulması gereken bir boşluk doğurdular.

IŞİD’in dünya görüşü, bu yeni gerçekliğin ideolojik bir ifadesidir. Daha açık ifade etmek gerekirse, IŞİD’in yükselişi, birçok Batılı yorumcunun kanaat getirdiği gibi, sadece ideoloji veya dinin bir sonucu olarak izah edilemez. Örgütün yaşadığı büyümeyi izah eden alabildiğine gerçek toplumsal ve politik kökler mevcuttur.

Ama ideolojik ifadeyi ciddiye almak, mezhepçiliğin yıkıcı bir biçimde yayılması, Suriye ve Irak’ta her şeyi toza dumana katan baskı süreci, Ortadoğu’da farklı bölgesel ve uluslararası güçlerin çıkarları gibi muhtelif, birbiriyle kesişen faktörlerin IŞİD’in yükselişi için gerekli zemini teşkil ettiğini anlamamıza yardım edecektir.

Bu, ricatın diyalektiğidir: IŞİD’in büyümesi, bölge çok katmanlı, giderek derinleşen krizlerin içine sürüklendikçe, hem eşzamanlı olarak 2011’deki arzuların gerçekleştirilmesi becerisinin ortadan kaldırılması sürecini perçinlemiş, hem de bu süreçten beslenmiştir. IŞİD’in bu krizleri içine yerleştirdiği ideolojik çerçevenin hatalı olduğu açıktır, ama gene de örgüt, tüm çıplaklığı ile yaşanan kaos ve yıkımın ayrımına varan bir dünya kavrayışını ve canlı bir deneyimi belirli kesimler nezdinde dile getirmiştir. Bu sürecin karşılıklı birbirini perçinleyen yönleri, mevcut durumun bu denli tehlikeli bir noktaya ulaşmasını sağlamışlardır.

2011’in Hayaletleri

2010 ve 2011’de Tunus ve Mısır’daki gösterilerle başlayan ayaklanmalar, ardından bu ayaklanmaların tüm bölgeye yayılması, Ortadoğu’nun son elli yıldan fazla bir zamandır tanık olduğu en önemli gelişmedir. Bu hareketlerin belirli bir süre kimileri için vaatler sunduğunu hatırda tutmak gerekmektedir. Zira o dönemde bu hareketler, başından itibaren lanetlenmiş, görmezden gelinmiş, daha da beter biçimde, yabancı komplo odaklarının uygulamaya soktuğu bir tür fesat olarak değerlendirilmişlerdir.

Bu protestolar, ilk kez farklı kuşakları kütleler hâlinde politik eyleme dâhil etmiş, Batı’nın müttefiki olan baskıcı rejimlerin boyunduruğunu ve müesses devlet yapılarını ciddi bir biçimde sarsmışlardır. Daha da önemlisi bu hareketler, kapsam itibarıyla bölgesel niteliklidirler ve Ortadoğu genelinde insanların ortak deneyimlerine ve müşterek yanlarına seslenmişlerdir. Ayaklanmaların politik bilinç ve örgütlenme formları üzerindeki tesiri, dünya genelinde hâlen hissedilmeye devam etmektedir.

Bu ayaklanmaların başından beri, birçok yorumcunun varsaydığı biçimiyle, “diktatörlüğe karşı demokrasi” denilen basitleştirici, karikatür yaklaşımın ötesine geçtiği açıktır. İnsanları sokaklara döken, onlarca yıl süren neoliberal ekonomik yeniden yapılandırma süreci, küresel krizlerin etkisi ve Arap devletlerinin Batılı güçlerce uzun süredir desteklenen otokratik polisiye ve askerî rejimlerce yönetilme tarzları türünden temel sebepler, bölgedeki kapitalizm formlarıyla derinlemesine bağlantılıdır.

Bu faktörlerin belirli bir bütünlük içerisinde ele alınması gerekmektedir. Bunlar, ayrı ayrı veya birbirlerinden ayrıştırılabilir sebepler değildir. Protestocular, bu bütünlüğü öfkelerinin nedeni olarak, açık biçimde dillendirmemiş olabilirler, bu temel gerçeklik Arap dünyasının yüzleştiği kapsamlı sorunların tekil otokratların basit manada iktidardan uzaklaştırılması yoluyla neden çözüme kavuşturamadığını izah etmektedir.

Politik ve ekonomik yapılara dönük her türden itiraza mani olmak amacıyla Batılı güçler ve bölgedeki müttefiklerin destekledikleri elitler, değişim olasılığını ezmek amacıyla hızla hamle yapmışlardır. Bu süreç, her bir ülkede farklı işleyen karşı-devrim süreçlerini biçimlendirmek için devreye giren bir dizi politik faille birlikte, muhtelif araçlar üzerinden gerçekleşmiştir.

Ekonomi siyaseti düzeyinde çok az değişiklik yaşanmıştır. Uluslararası finans kuruluşları ve Batılı bağış kurumları Mısır, Tunus, Fas ve Ürdün gibi yerlerde neoliberal reform paketlerinin sürekliliği konusunda ısrarcı olmuşlardır. Ekonomik sürekliliğin verdiği destekle, bu süreklilik için bir önkoşul olarak protestoları, grevleri ve politik hareketleri yasaklayan olağanüstü hâller ve yeni kanunlar devreye sokulmuştur.

Bu dönemde eşzamanlı olarak bir de bölgede politik ve askerî müdahaleler de yaygınlaşmıştır. Batı’nın askerî müdahalesi sonrası Libya’nın parçalanması ve Suudilerin önderliğinde Bahreyn’deki ayaklanmanın bastırılması, ilgili sürecin iki önemli momentidir. Mısır’da Temmuz 2013’te yaşanan askerî darbe de eski devlet yapılarının yeniden inşasında kritik bir dönüm noktasıdır; bu olay, Mısır’daki devrimci sürecin bastırılmasında Körfez Ülkeleri’nin oynadığı kötü rolü teyit etmektedir.

Belki de en önemli husus, 2011’deki ilk iyimserliğin yerini alan bölge genelindeki ümitsizlik havasını pekiştiren, sınırlar dâhilinde ve ötesinde milyonlarca insanın yersiz yurtsuzlaşması ve binlerce insanın öldürülmesine sebep olan, Suriye’de Esad rejimine karşı başlatılan toplumsal ve fiziksel yıkım harekâtıdır.

IŞİD ve önceki hâlleri, temelde 2011 boyunca tüm Arap ülkelerini sarsmış olan bu ayaklanmalarla, kitlesel gösterilerle, grevlerle ve yaratıcı protesto hareketlerinin ilk aşamalarıyla ilişkisizdir. Esasında o dönemde Irak İslam Devleti olarak bilinen IŞİD’in güç toplamasına sebep olabilecek tek yorum, Hüsnü Mübarek’in devrilmesi sonrası yayınladığı insanları sekülerizm, demokrasi ve milliyetçiliğe karşı uyardığı, Mısırlıları “kötü olanın yerine iyisini getirmeleri” konusunda teşvik eden bildiride içerilmektedir.

Oysa gerçek değişime dönük ilk arzular dağılmış, IŞİD ve diğer cihadî gruplar sürecin bu şekilde terse dönmesinin birer semptomu olarak ortaya çıkmış, söz konusu örgütler kargaşa ve devrimci süreçteki ricatın bir ifadesi olarak somutluk kazanmışlardır. Sürecin neden bu şekilde geliştiğini daha iyi anlamak için IŞİD’in ideolojisine ve dünya görüşüne kısa bir bakış atmak gerekecektir.

Hakikilik, Barbarlık, Ütopya

İslamî köktencilik, sıklıkla ihtişamlı geçmişe ait yol ve yöntemlerin tekrar uygulanması isteği olarak tanımlanmaktadır. İhtişamlı geçmiş ise (Sünnilere göre) Hz. Muhammed’in vefatı sonrası iktidara gelen ilk İslamî yönetici kuşağı üzerinden modellendirilmektedir. IŞİD, toplumsal pratik ve şeriat konusunda ilgili döneme işaret etmektedir.

Ama IŞİD’i yedinci yüzyıla has yayılmacılığa [irredantizme] indirgemek, ciddi bir hata olacaktır. Örgüt, bugün kontrol altında tuttuğu bölgelerde muhtelif mali, hukukî ve idarî yapılar kurma yönünde çabalar ortaya koymakta, devlet kurma projesini gayet ciddiye almaktadır. Her ne kadar bu bölgelerin sınırları sürekli değişse de ve “kontrol”ün manası konusunda farklı değerlendirmeler yapılsa da IŞİD, kimilerinin tahminine göre, on milyondan fazla insanı yönettiği belirli bir bölgesel genişliğe ulaşmış durumdadır.

Bu alabildiğine modernist projenin parçası olarak örgüt, gelişkin medya ve propaganda ağı geliştirme meselesine yüksek öncelik vermekte, televizyonla süslenmiş ağaçlara ve bilgisayarların “idam edilmesine” dair doksanlara ve iki binlerin başlarına ait imajlarıyla Taliban kontrolündeki Afganistan türünden diğer İslamî yönetim örneklerinden niteliksel olarak oldukça farklı bir görüntü sunmaktadır.

Bir araştırmacının tahminine göre, IŞİD medya birimi her gün medya için kırk ayrı çalışma yapmakta, bu çalışmalar video, fotoğraflı makale, denemeler ve farklı dillerde sesli programları içermektedir. Bu program, her türden TV şebekesiyle yarışacak düzeydedir ve rehine tutulan habercilerle istihbarat ajanlarının saçmalıklarına gebe kalıp Afganistan dağları üzerinden El-Cezire’ye kaçırılan bozuk, kumlu VHS kasetlerine dayalı eski El-Kaide modeliyle karşıtlık arz etmektedir.

IŞİD propagandasının yayılma imkânı bulduğu merkezsiz ağın kendisi de özgül bir üründür. Bu ağ justpaste.it ve archive.org gibi anonim web siteleri ile Twitter hesaplarından istifade etmektedir. IŞİD içindeki isimler üzerinden örgüte dair değerlendirme sunan Arap gazeteci Abdulbari Atvan’ın iddiasına göre örgüt, yüz bin kadar Twitter hesabını kontrolünde tutmakta, her gün elli bin civarında tweet atmaktadır. Bu türden sosyal medya formları, IŞİD’in hem insan örgütlediği hem de mesajlarını yaydığı kanallardır.

IŞİD’in teknolojiyi takip eden yanı herkesin kabul ettiği bir husustur. Kısa süre önce Obama, ucuz bir tanıma başvurarak, IŞİD üyelerini “iyi bir sosyal medyaya sahip bir katil sürüsü” olarak nitelemiştir. Ama IŞİD’in teknolojiyi ve sosyal medyayı etkin kullanıyor olması gerçeği, teknik bir beceriden çok gizlilik ve gözetim koşullarına dönük bir cevap olarak görülmelidir. IŞİD’in sosyal medyaya ve teknolojiye yüksek öncelik vermesi, örgütün edimselliği ve kendini takdim edişi konusunda takıntılı olduğunun bir ifadesidir.

Esasında IŞİD haricinde dış dünyaya kendisiyle ilgili bir imaj sunma ve “marka oluşturma” meselesini ciddiye alan başka bir politik veya dinî yapıdan söz etmek mümkün görünmemektedir.

Bu ideolojik mesaj aktarımı dâhilinde üç önemli mecaz öne çıkmaktadır. İlki, her türden köktenci hareketin belirgin özelliği olan dinî hakikilik ya da dinî metne sadakat gösterme, sadık kalındığını sürekli iddia etme ihtiyacıdır. Bu bağlamda “hakikiliği” teşkil eden, rakip görüşler karşısında daima öne sürülmesi, icra edilmesi ve savunulması gereken bir husustur.

IŞİD’in bu meseleyle nasıl meşgul olduğuna dair çok sayıda örnek verilebilir. Örneğin birçok yorumcu, örgütün Kuzey Irak’taki küçük ve pek önem arz etmeyen Dabık kasabasına tuhaf bir vurgu yaptığı üzerinde durmaktadır. Dabık’ta tek bir askerî tesis ya da doğal kaynak yoktur. Gene de IŞİD’in internetten yayın yapan dergisi, bu kasabanın adını taşımaktadır. Örgüt, kasabayı almak için savaş başlattığını ilân ettiğinde, örgüte ciddi bir akın yaşanmıştır.

Bunun sebebi nedir? Dabık, İslamî eskatolojide özel bir yer tutmaktadır. Burası, kıyametin başlangıcını haber verecek olan kâfir ordularıyla ileride yaşanacak savaşın gerçekleşeceği yerdir. Bu küçük Suriye kasabasını elinde tutarak IŞİD, kendisini yüzlerce yıl önce haber verilen bir yolu imanla takip eden güç olarak takdim etme imkânı bulmaktadır. Aynı şekilde örgütün Rakka şehrini Batı’daki karargâhı olarak ilân etmesi de Arap Müslümanlar arasında güçlü bir karşılık bulmuştur. Şehir, Harun Reşid’in sarayının bulunduğu yerdir. Dönemi İslam’ın altın çağı olarak değerlendirilen Harun Reşid, Abbasi Hanedanı’nın beşinci halifesidir.

IŞİD propagandasının ikinci merkezî özelliği ise herkesin bildiği “barbarlık” memidir: insanların canlı canlı başlarının kesilmesi, idamlar ve diğer şoke edici eylemler grubun tüm dünyada televizyonlar ve bilgisayar ekranları üzerinden tanınmasını sağlamıştır. Kasten dehşete düşürücü bir içeriğe sahip bu malzeme medyada şöhretin hızla artmasının güvencesidir.

Bu durum, herkesin bildiği bir örgüt olana dek onlarca yıl geçen, ancak 11 Eylül saldırıları ile tanınma imkânı bulabilen El-Kaide’nin durumu ile kıyaslanabilir. Barbarlık, sadece manşetleri süsleyen bir olgu değildir. O, aynı zamanda korkuya yol açmak için bile isteye kullanılan bir yöntemdir.

Bu strateji, oldukça başarılı olmuştur. IŞİD, Haziran 2014’te Musul şehrine yaklaştığında Irak ordusu dağılmış, silâhlarını bırakıp kaçmış, cihadîlerin muazzam silâhlara ve askerî nakliye araçlarına sahip olmasını sağlamıştır. IŞİD, bu saldırıda ayrıca Irak Merkez Bankası’ndan 400 milyon dolar almıştır (bu, sonrasında itiraz edilen bir iddiadır.).

Son ve belki de en önemli husus ise şiddetin bu denli yaygın bir biçimde tatbik ediliyor oluşudur. IŞİD, bu durumu “kutuplaştırma” stratejisi olarak tarif etmektedir. Burada amaç, IŞİD’in bölge genelinde yayılma sürecini destekleyecek kanlı mezhep savaşlarına yol açmaktır.

Gene de Batı medyasının kullandığı klişenin aksine, IŞİD propagandasının ana içeriği, örgütün daha iyi tanınmasını sağlayan şiddetin kendisinden çok daha dünyevîdir. Örgütün ideolojik mecazlarının üçüncüsü, “hilafet”te sivil hayata ait zevkleri göstermeyi amaçlayan ütopik temalardır. Bunlar, cömert bir ekonomik faaliyeti, güzel sahneleri ve istikrarlı bir hayatı içermektedir.

2015 Temmuz’unun ortasından Ağustos’un ortasına dek örgüt tarafından üretilmiş tüm medya ürünlerini belgeleyen yorucu bir çalışmadaki tespite göre, malzemenin yarısından fazlası, bu tip ütopya temalarına odaklanmaktadır. Aynı şekilde Dabık dergisi de bu konuları ele almaktadır. Bu, grubun kendisini Arap dünyasına nasıl sunduğuna dair en fazla yanlış anlaşılan ve en önemli yönüdür. Bu tip ütopya temsilleri ile esasta Araplara seslenilmektedir.

IŞİD’le bağlantılı Arapça Twitter hesaplarına baktığımızda, mesajların İslam Devleti’nde gündelik hayatın sıkıcı ve anlamsız oluşuna dair vurgular içerdiği görülmektedir. Su boruları tamir edilmekte, pazarlar meyve ve sebzelerle dolup taşmakta, yeni dişçi klinikleri açılmaktadır.

Bu gözlem üzerinden, IŞİD’in kendisini kaos, savaş ve karışıklıkla yüklü bir bölgenin ortasında barış ve istikrar adası olarak takdim etmektedir. Örgütün halkın belirli katmanlarını kendisine nasıl çektiğini anlama noktasında bu tür gözlemler önemlidir. Krizin derinleştiği koşullarda belirli bir güvenlik düzeyini vaat etmek, IŞİD’i cazip kılan (ya da en azından ehven-i şer bir seçenek hâline getiren) unsurlardan birisidir.

Bu ütopik vaadi kabul etmek, geçen zaman içerisinde örgütün nasıl genişleme kaydettiğini anlama noktasında önemli bir ipucu sunar. Ama bu, bilhassa mezhepçi şiddeti üzerinden IŞİD’in zorba veya baskıcı olmadığı anlamına gelmez. Ütopik vaadindeki kofluk, belirli miktarda umudu da içermektedir.

“Vahşi Kaos”u Yönetmek

Hakikilik, barbarlık ve ütopya üzerine kurulu bu üç kademeli IŞİD propagandası, daha kapsamlı bir eskatolojinin bir yansımasıdır: bu eskatoloji, zamanın sonunun yaklaştığı iddiasına dayanan bir gelecek tasavvurunu ve bir tarihsel dönemselleştirmeyi içermektedir. Bu, IŞİD ile El-Kaide gibi diğer cihadî gruplar arasındaki ana farklılıktır.

El-Kaide’den farklı olarak IŞİD, önceden kehanetle haber verilmiş momentlerle bağlantılı olarak, kendisini ardı ardına ele veren tarihsel aşamalara vurgu yapar (Dabık örneği, buna ilişkin bir resim sunmaktadır). Hakikiliğin örgütün propagandasında önemli bir yer tutmasının sebebi budur. Ancak daha az görünür olan diğer bir husus ise söz konusu eskatolojinin aynı zamanda hem barbarlık hem de ütopyaya dair mecazlar konusunda bir izahat sunuyor oluşudur.

Bunun en net karşılığı, cihadî strateji için popüler bir referans noktası teşkil eden Vahşetin İdaresi: İslam Ümmetinin İçinden Geçeceği En Önemli Aşama isimli kitaptır. Kitap, ilkin 2004’te internette Arapça olarak, Ebubekir Naci müstear adıyla yayınlanmıştır. Kitabın (bazı gazetecilerin değerlendirmelerinde rastlandığı üzere) cihadî örgütler için her şeyi adım adım ele alan bir taktik çalışması veya strateji el kitabı olarak düşünülmemesi gerekmektedir. Çalışma, esasında ilgili mahfillerde cihadî düşünceye yön veren dünya görüşü hakkında kimi hususları açıklığa kavuşturan oldukça popüler bir metindir.

Kitabın ana hedefi, İslamî ilkelere göre bir devlet kurmak ve bölge genelinde (ABD gibi) “büyük güçler”in hâkimiyetine son vermek için atılması gereken adımları izah etmektir. Kitap, İslam devletinin kurulmasından önce içinden geçilmesi gereken iki ayrı tarihsel aşama belirlemektedir.

İlki, “can sıkıntısı ve bitkinlik” aşamasıdır. Yazarın kanaatine göre, Arap dünyası iki binlerin başında, yani kitabın yazıldığı dönemde, böylesi bir aşamadan geçmektedir. Söz konusu aşamada görev, düşmanı kimi operasyonlarla kızdırmak ve destabilize etmektir. Bu noktada (özellikle petrolle bağlantılı) ekonomik açıdan önemli bölgelerde ve turistlerin kaldıkları otellerde bombalar patlatılacaktır.

Bu eylemler, Arap hükümetlerini güvenlik güçlerini daha geniş bir sahaya yaymaya zorlayacak, böylesine pahalı bir girişimin ardından yeni hedefler kaçınılmaz olarak korunaksız kalacaktır. Bunun dışında grupların hiçbir ceza almaksızın bu türden eylemleri gerçekleştirme becerileri bir tür propaganda işlevi görecek ve yeni insanların kazanılmasına katkı sunacaktır.

Bu türden operasyonların nihai amacı, devlet yapılarını parçalamak ve bir kargaşa durumu yaratmaktır. Yazara göre bu, “vahşi kaos” aşamasıdır. İlgili döneme bir de her türden toplumsal şiddette artış, temel toplumsal yardımlardan mahrumiyet, bireysel ve toplumsal güvensizlik hâli denk düşecektir. Bu, devlet yapılarının geri çekilmesi ve çöküşünün doğal bir sonucu olarak gerçekleşecektir. Bunun dışında böylesi bir aşama, cihadî grup için olumlu kabul edilmektedir. Kaosun içine dalmak suretiyle cihadî unsurlar, durumun sorumluluğunu üstlenecek ve “mevcut vahşeti yönetme ya da idare etme”ye çalışacaklardır.

Somutta bu, “gıda, tıbbi tedavi, vahşetin hüküm sürdüğü bölgelerde yaşayan insanlar arasında güvenliğin ve adaletin sağlanması gibi hizmetlerin verilmesini ifade etmektedir. Buna ek olarak vahşet bölgesine saldırmaya çalışan herkesi caydırmaya dönük olarak sınırlar korunacak, ayrıca savunma amacıyla bu sınırlar tahkim edilecektir.”

“Vahşetin yönetilmesi” meselesinin bu yönü, IŞİD’in Arap dünyasında (özellikle Irak ve Suriye’de) kendi mevcut rolünü nasıl ele aldığını göstermekte ve bize ütopik temanın propagandasında ne denli önemli olduğunu anlamamıza yardımcı olmaktadır.

Bunun dışında yukarıda bahsedilen kitaptaki şema dâhilinde şiddetin rolü temel niteliktedir. IŞİD’in şiddet uygulama yöntemlerini yankılayan bu çalışma, şiddetin kasten aşırı ve alabildiğine edimsel, performansa dayalı olmasını önermektedir. “Düşmanı katletmek ve onu korkutmak düşmanı saldırmadan önce bin kez düşünmeye itecektir.” Bu da sonraki intikam saldırılarından düşmanı korkutarak caydırmak amacını güden “bedel ödetme” eylemlerini içermektedir.

Aynı şekilde tüm eylemlerin amacı, orantısız şiddet kullanımı üzerinden toplumsal “kutuplaştırma”ya yol açmak olmalıdır. Yazarın ifadesiyle:

“Kitleleri savaş alanına çekmek, itiraza yol açacak, her bir bireyin desteklediği tarafa isteyerek ya da gönülsüzce gitmesini sağlayacak, insanları savaş alanına girmeye itecek daha fazla eyleme ihtiyaç duyar. Bizim bu savaşı çok şiddetli yürütmemiz gerekir, öyle ki ölüm her an kapıda olduğunu hissettirsin ve iki grup, bu savaşa girmenin çoğunlukla ölüme yol açtığını anlasın.”

Bu formülün kaçınılmaz sonucu şudur: durum ne kadar kötüleşirse o kadar iyi olacaktır. Yazar, kendini bir biçimde doğrulayan bu mantığı kabul edip onaylamakta, cihadî örgüt, vahşetin kısa süreli idaresinde başarısız olsa bile elde edilecek sonuçların gene de olumlu olacağını söylemektedir: kitaba göre hata, “meselenin sona erdiği anlamına gelmez, aksine bu hata vahşette bir artışa yol açacaktır.”

Burada alabildiğine olumsuz durumlar dâhilinde gelişip serpilen, kaçınılması mümkün olmayan, müesses bir teleoloji söz konusudur. Bu teleoloji dâhilinde birbirini karşılıklı olarak perçinleyen ve giderek kötüleşen şiddet çevrimleri, şemanın doğruluğunun birer delili gibidirler.

Mezhepçilik ve İşgal Sonrası Irak

IŞİD’in dünya görüşü ile mezhepçiliğin bölge genelinde felâketlere yol açan yükselişi arasındaki bağ çok açık. Vahşetin İdaresi: İslam Ümmetinin İçinden Geçeceği En Önemli Aşama isimli kitabın yazarı ve ilk dönem cihadî örgütlerin liderleri, Müslümanlara yönelik şiddet konusunda dikkatli olup diğer Müslümanları kasten hedef almayı mahkûm etseler de 2000’lerin ortasında Irak’ta El-Kaide’nin ortaya çıkışıyla birlikte bu yaklaşım değişti.

Ürdünlü Ebu Musab Zerkavi’nin başını çektiği Irak El-Kaide’si, kutuplaştırma siyaseti konusunda en etkin araç olarak dinî törenleri ve kurumları bombalama üzerinde duruyordu. Irak’ta Zerkavi, Şiilere yönelik saldırılar aracılığıyla Şii ve Sünni kesim arasında bir iç savaş başlatmaya çalıştı.

“Katliamlar Şeyhi” unvanını kendisine kazandıran dehşet verici kafa kesme videolarının eşlik ettiği bu türden faaliyetler, Usame bin Ladin ve Eymen Zevahiri’nin başını çektiği eski El-Kaide içinde öfkeye sebep oldu. Bu isimler 2005’te Zerkavi’yi azarlayan bir mektup kaleme aldılar ve “rehinelerin katledilme sahneleri”nin ve Irak’taki Şiilere yönelik saldırıların El-Kaide’yi ihtiyaç duyduğu destek kitlesinden mahrum edecek taktikler olduğunu söylediler.

Zevahiri’nin itirazlarına karşın Zerkavi, bir dizi sebepten ötürü mezhepçilik konusunda bereketli bir ortam buldu. İlk etken, 2003’te Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesi sonrası devreye sokulan ülkenin Baas’tan arındırılması siyasetiydi, ama bu siyaset, ülkedeki Sünni nüfusun marjinalleşmesine neden oldu. Söz konusu siyaset üzerinden bir zamanlar Saddam Hüseyin’in Baas Partisi’ne üye olmuş herkes işten atıldı, kamuda işe alınmadı, emekli maaşlarını alamadı.

O dönemde birçok analizcinin de işaret ettiği üzere, bu, felâket için hazırlanmış bir reçeteydi. Baas partisi üyeliği, eskiden devletteki her iş için önemli bir husus iken, Baas’tan arındırma siyaseti, binlerce öğretmenin, doktorun, polisin ve alt kademe memurun işten atılmasına neden oldu. Devletin içini bu şekilde temizleyerek, ABD temel sosyal hizmetlerin çökmesini sağladı ki bu, yirmi yıldan fazla bir süredir yaptırımlar ve savaşın içinden geçmiş bir toplum için büyük felâketlere yol açacak bir gelişmeydi.

Sünnilerin marjinalleştirilmesi, ekonomik alanda pek hissedilmedi. Amerikan güçleri, Sünni köy ve kasabalara sık sık saldırılar düzenlediler, binlerce insan tecrit edildikleri, işkenceye maruz kaldıkları ABD idaresindeki hapishanelere kondu. “Taylorcu hapishane bürokrasisi”, olağan hâliyle mevcut işgale payanda oldu.

Bu konuda en fazla kötü şöhrete sahip hapishane, Ebu Gureyb Cezaevi idi. Cezaevi, ABD’li ordu personelinin tutsaklara işkence ettiğine dair fotoğrafların 2003’te Batı gündemine gelmesiyle ön plana çıktı. Skandalın patlak vermesi sonrası birçok mahkûm Bucca Kampı’na aktarıldı. Burada, sonradan Ebubekir Bağdadî olarak tanınacak olan bir mahkûm, Ebu Gureyb’de kalmış eski Baasçı subaylardan oluşan bir grupla güçlü ilişkiler kurdu.

Bugün IŞİD’in lideri Bağdadî, söz konusu Baasçı subaylar da onun en yakın vekilleri ve danışmanları olarak iş görüyor. Dolayısıyla ABD ordusunun elinde mahkûm olan bu Sünni mahkûmlar, ülkede ortaya çıkan mezhepsel ayrılıkları iyice derinleştirmekle kalmadılar, ayrıca somutta İslam Devleti’ni yarattılar.

Mezhepsel çatlaklar, 2006 sonrası alabildiğine büyüdü, zira İran’la zımni bir anlaşmaya varan ABD, Şii milislerin desteklediği, Şii hâkimiyetindeki bir devletin kurumsallaşmasına katkı sundu. Bu olgu, 2011’de ABD birliklerinin Irak’tan çekilmesi sonrası mevcut durumu daha da kötüleştirdi. Sosyo-ekonomik güvensizliğin eşitsiz düzeyde seyrettiği koşullarda Sünnilerin marjinalleştirilmesi, IŞİD’e yönelik beğenileri dinî veya ideolojik faktörlerin ötesine uzanan gerçek bir toplumsal tabanın oluşmasını sağladı.

IŞİD’in orta kademe kadrolarının büyük bir kısmı, kısmen ekonomik teşvikler üzerinden örgüte kazanılmış olan eski Baasçı memurlardır. Sıradan üyelerin örgüte çekilmesi konusunda mali ödüllere başvurulmaktadır. Örneğin bir IŞİD savaşçısına Irak ordusunda verilen maaşın iki katından fazla para verilmekte, bu tutar aylık 300 ilâ 400 doları bulmaktadır. Bugün IŞİD’in ürettiği petrolü Suriye’den Irak’a geçiren kamyon şoförleri ve kaçakçıları asıl motive eden, geçimini sağlama imkânıdır. Din konusunda ortaya koyduğu tüm iddialara karşın IŞİD’in devlet kurma projesi, maddî temellere sahiptir.

Irak konusunda kalem oynatan birçok yorumcu, bu sonucu Bush idaresinin kibrine ve aptallığına, ardı ardına gelen bir dizi politik hataya bağlayarak aklayıcı bir tutum sergilemektedir. Böylesi bir yaklaşıma göre ABD, aslında istikrarlı ve birleşik bir Irak talep etmektedir.

Oysa güçlü bir halk desteğine sahip bir hükümetin yönettiği, mezhepçi olmayan, birleşik bir Irak ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları için bir felâket anlamına gelecektir. Bu olasılık doğmamış olsaydı bile, ta başından beri Irak’ın mezhepsel ayrımlar üzerinden bölünmesi esas olarak ABD işgalinin bir sonucudur (bunda özel olarak İran’ın çıkarlarının da payı vardır). Sömürgeci hâkimiyet politikası, her daim böl-yönet kuralına uygun hareket etmektedir.

Bölgedeki mevcut mezhepsel sapmanın maddî ve politik kökleri bu şekildedir. IŞİD, Suudi Arabistan veya İran ne tür bir iddiada bulunursa bulunsun, mezhepçilik, her zaman var olan, bugüne dek değişmeden varlığını korumuş, kadim öğretisel veya etnik ayrımların bir sonucu değildir.

Lübnanlı komünist Mehdi Amil’in de onlarca yıl önce ifade ettiği üzere yönetici sınıflar, meşruiyetlerini ve toplumsal tabanlarını modern bir politik iktidar tekniği, buna dair bir araç üzerinden tesis etmiş, diğer yandan da her türden halk muhalefeti potansiyelini parçalamaya çalışmıştır. İşgal sonrası Irak ve IŞİD’in devam eden süreçte yükselişe geçişi, bu tezi trajik bir biçimde teyit etmektedir.

Suudi Arabistan, Suriye ve İslam Devleti

Elbette bölgede dünyevî güçlerin desteklenmesi noktasında dinden istifade etmenin uzun bir geçmişi mevcuttur. Yaygın kabule göre, (IŞİD’in öncüllerini de içerecek biçimde) İslamî köktenci hareketlerin örgütsel kökleri ABD ve Körfez Devletleri’nin, bilhassa Suudi Arabistan’ın altmışlar ve yetmişler boyunca kurduğu ittifaka dayanmaktadır.

Bölgede solun ve milliyetçi politik hareketlerin yükselişi karşısında İslamcılığın destekçileri, mukabil ağırlık oluşturma konusunda etkin bir unsur olacağını düşünmüşlerdir. Seksenlerle birlikte bu politika, ABD ve Suudilerin Afganistan’daki Arap İslamcı savaşçılara sundukları destek üzerinden sistematik bir biçimde tatbik edilmiştir. Silâhlı cihad, ilk pratik canlanma konusunda gerekli hazırlıkları bu ülkede yapmıştır.

İslamcı köktenciliğin bu şekilde, uzun süredir araçsallaştırılması, kimi gözlemcilerin IŞİD’in Körfez Devletleri’nin bir aracı olduğunu söylemeye itmiştir. İlk bakışta bu türden iddialar anlamlıymış gibi görünebilir. İdeolojik açıdan Suudi rejimi ile İslam Devleti arasında müşterek kimi yanlar mevcuttur. Her ikisi de İslamî ceza yöntemleri (hudud) konusunda benzer, sınırlı bir yorumu paylaşmaktadır. Esasında IŞİD kontrolündeki bölgelerde imza niyetine kafa, kol kesme Suudi Arabistan dışında bölgede başka bir yerde karşımıza çıkmayan bir durumdur. IŞİD’in yönettiği bölgelerde bulunan okullarda kullandığı ders kitaplarına bakıldığında, sadece Suudi Arabistan menşeli kitapların kullanıldığı görülmektedir.

Suudi halkının büyük bir kesiminde IŞİD’e karşı yoğun bir sempati söz konusudur. Bu kesim, harekete mali açıdan katkı sunmakta, gönüllüler göndermektedir. Oysa IŞİD’in elindeki silâhlar, Suudilerin (ve Katar’ın) Suriye’deki gruplara temin ettiği silâhlardır. Bunlar, çoğunlukla firar eden veya ele geçirilen askerlerden alınmaktadır. IŞİD’in doğrudan Suudilerce veya herhangi bir Körfez devletince doğrudan fonlandığı ya da silâhlandırıldığına dair ikna edici kanıta pek rastlanmamaktadır.

İki tarafın söylemlerine bakıldığında IŞİD ile Suudiler birbirini sevmemekte, hatta aralarında bir tür nefret ilişkisi bulunmaktadır. IŞİD, Suudi krallığını en aşağılık düşmanlarından biri olarak görmekte, iktidardaki Suud ailesini devirmenin ana amaçlarından biri olduğunu söylemektedir. Suudi krallığı ise küresel İslam’ın liderliği konusunda başka bir gücün talip olmasına karşı çıkmakta ve IŞİD’in iktidarına karşı savurduğu tehditlerden korkmaktadır.

Diğer yandan IŞİD’in artan gücü, Suriye ayaklanmasına karşı Esad hükümetince yönlendirilen baskı harekâtı ile bağlantılıdır. Ayaklanmanın başlamasından birkaç ay sonra Esad (aralarında iyi eğitimli cihadî unsurların da bulunduğu) yüzlerce mahkûmu serbest bırakmış, bunların büyük bir kısmı, İslamî köktenci gruplar içerisinde savaşçı ve lider hâline gelmiştir. Suriye istihbaratı içerisinde eskiden üst düzey görevlerde yer almış isimlerin iddiasına göre, bu, rejimin ayaklanmayı mezhepçi manada bölme ve ona İslamcı bir boya çalma amacını gütmektedir.

Esad hükümetinin bu türden grupları maniple etme konusunda eski tarihlere uzanan güçlü bir sicile sahip olduğu bilinmektedir. Hükümet, 2000’lerin başında mahkûmları serbest bırakmış, binlerce gönüllü cihadî unsurun Irak’taki Zerkavi ağı ile birleşmesini sağlamıştır. Esasında 2010 Şubat’ında Suriye istihbaratı, bölgede ABD ile kurulan güvenlik işbirliğini derinleştirme konusunda gerekli bir zemin olarak cihadî gruplara sızma ve onları maniple etme girişimlerini pazarlamaya çalışmıştır.

Suriyeli protestocuların varil bombaları, tanklar ve ayrım gözetmeyen hava saldırılarıyla karşılaşmış olmalarında şaşırtıcı bir yan yoktur. Süreç içinde sıra, iyi eğitimli, savaşın çelikleştirdiği cihadî gruplara gelmiştir. Bu gruplardan biri de Nusret Cephesi’dir. Bu örgüt, 2011 sonunda Irak’ta İslam Devleti dağıtılınca buradaki askerlerin Suriye’ye geçmesi sonrası kurulmuş, kamuoyu önüne ise Ocak 2012’de çıkmıştır.

2013’te şiddet ve insanların yerlerinden edilme sürecinin daha da berbat bir hâl almasıyla Nusret Cephesi, stratejik yönelim konusunda kardeş örgütle bir ayrışma yaşamıştır. Buradaki tartışma ise mezhepsel ayrımlara yoğunlaşıp yoğunlaşmama, Suriye ordusuyla çatışmaya odaklanıp odaklanmama, tüm diğer örgütlerle kutuplaşma stratejisi üzerinden şeriat temelli olarak bölgesel kontrolü öne alıp almama üzerine kuruludur. Irak’taki İslam Devleti ilk yolu tutmuş, 9 Nisan 2013’te Nusret Cephesi’nin itaatsiz kadrolarının kovulduğunu ve yeniden biçimlendirilmiş bir yapı olarak IŞİD’in kurulduğunu duyurmuştur.

Bu türden stratejik önceliklere vurgu yapan IŞİD, yaygın kanaatin aksine, Esad hükümetiyle doğrudan çatışma içine girmekten büyük ölçüde kaçınmıştır. Bunun yerine Irak ve Suriye sınırlarını, ayrıca kaçakçılık güzergâhlarını kontrol altına alan (böylelikle stratejik derinliği ve geri çekilmenin güvenliği üzerinden diğer tüm silâhlı örgütlere karşı çıkma imkânı bulan) IŞİD öncelikli olarak elindeki toprakları genişletme yoluna gitmiştir.

Bu çaba dâhilinde Bucca Kampı’ndan gelen eski Baasçı generallerin oluşturdukları askerî konsey, örgütün başarısında kilit bir rol oynamış, bu noktada sabit mevzilerde kalmak yerine stratejik ağları birbirine bağlayan erişim ve tedarik yollarına hâkim olmaya, petrol sahalarının güvenliğini sağlamaya ve merkezî altyapıyı (bilhassa su ve elektrik üretimini) kontrol altında tutmaya odaklanmıştır.

Bu strateji (petrol satışından günde 1,5 milyon doların üzerinde gelir elde etmesini sağlayan Suriye ve Irak’taki en az dokuz kârlı petrol sahasını elinde tutan) örgütün sadece muazzam bir zenginliğe ulaşmasını sağlamamış, ayrıca Suriye topraklarının (hükümetin veya muhalefetin kontrolünde olan) geri kalan kısmını enerji ve güç ihtiyacı konusunda ağırlıklı olarak IŞİD’e bağımlı hâle getirmiştir.

Adam kaçırma, gasp, antik eserlerin satışı, kaçakçılık ve vergilerle muazzam para elde eden IŞİD, Ortadoğu’daki zengin, mali açıdan kendine yeterli belki de tek devlet durumundadır. Örgüt, yirminci yüzyıl başında sömürgeci güçlerce çizilmiş sınırları kasten çiğnemekte, bu sınırlar boyunca belirli operasyonlar düzenlemektedir.

Daha Fazla Müdahale Gerçekleşecek mi?

Bu koşullarda Batı’nın bölgeye dönük askerî müdahalesini daha da yoğunlaştırmasına dönük çağrılar, sadece örgütün daha fazla ayakta kalması için gerekli gıdayı temin edeceklerdir. Esasında örgütün büyümesi için gerekli verimli toprak, savaş ve işgalin bizatihi kendisidir. Müdahalenin yoğunlaştırılması, durumu daha da kötüleştirmekten başka bir şeye yaramayacaktır. Kutuplaştırma stratejisine uygun olarak son IŞİD saldırılarının amacı da bu yönde gerçekleştirilmiş saldırılardır. Burada hedeflenen, kriz ve kaos hissini derinleştirmek için Batı’nın bölgeye yönelik müdahalesini bir araç olarak kullanmaktır.

Dış müdahaleye itiraz, basit manada ABD veya Avrupalı devletlere sunulması gereken bir talep değildir. IŞİD’i hedef aldığına dair resmî ifadelerine karşın Rusların Suriye’de 30 Eylül’den beri gerçekleştirdikleri hava bombardımanı, büyük ölçüde IŞİD’in kontrolündeki bölgelerden uzak durmakta, temelde IŞİD dışı muhalif grupların konumlandıkları bölgelere odaklanmaktadır.

Sahada Hizbullah, İran birlikleri, Iraklı Şii milisler ve Suriye ordusunca desteklenen bu Rus saldırılarının esas amacı, Suriye’deki ana bölgesel ve uluslararası oyuncular arasında yeni oluşacak anlaşmaya kadar Esad’ın konumunu güçlendirmektir. Bu bağlamda IŞİD’in varlığı, fiiliyatta Esad’ın “terörizme direnme” iddiasını desteklemeye yaramakta, böylelikle Esad, kendi hükümetini gerekli bir kötülük olarak gören bir dizi Batılı devletin desteğini almak istemektedir.

Elbette Rusların askerî yönelimi, Sina, Beyrut ve Paris saldırıları sonrası değişmişse de gerçek şu ki İslam Devleti ile Esad hükümeti arasında uzun süredir dile dökülmeyen yumuşama, bugünden itibaren her iki tarafın çıkarlarına hizmet edecekmiş gibi görünmektedir.

Bu koşullarda solun kolayca verebileceği cevapların sayısı çok azdır. Evet, bize gereken, demokratik talepler, toplumsal ve ekonomik adalet ve mezhepçiliğe reddiye üzerine kurulu, alternatif, radikal görüşlerdir. Ama aynı zamanda solun, son birkaç yıldır nerelerde hata yaptığına dair bir muhasebe çıkartması ve mevcut güçler dengesi konusunda makul bir değerlendirme yapması gerekmektedir.

IŞİD’in yükselişine, ayrıca savaş ve emperyalizmin entrikalarına bir tür otomatik refleksle tepki geliştirmenin ürünü olan analizler konusunda da dikkatli olmak gerekmektedir. Elde edilen sonucun kaçınılmaz olduğu doğru değildir. Bu sonuç, 2011 ayaklanmalarının güzergâhının terse çevrilmesi üzerinden elde edilmiş, ayaklanmalar otokratik yöneticilere köklü bir itiraz geliştirememiş, bu sayede IŞİD gelişip serpileceği bir ortam bulmuştur.

Politika boşluk kabul etmez. Dolayısıyla son üç yıl içinde halk hareketlerinin ve demokrasi mücadelelerinin yaşadığı başarısızlıklarla birlikte İslam Devleti, yaşanan ricatın meyvelerini olgunlaştıran güçlerden birisidir. Asalaklara özgü tarzda bu örgüt, bölgedeki tüm ülkelerde yöneticilerin mezhepsel şiddeti beslediğini kavramış, bu konuda önce Irak, ardından da Suriye’de kendisine yer bulmuştur. Her iki devlette de örgüt, “vahşetin idaresi” programına epey uygun düşen (örgütün varolmasına katkı sunacak) bir gerçeklikle karşılaşmıştır.

Mevcut durum ne kadar ümitsiz olursa olsun, gene de ümide hâlâ yer vardır. Yereldeki güçler, İslam Devleti’ne olağanüstü zor koşullarda karşı koymaktadırlar. Bu güçler içerisinde en önemlileri (bir yandan da Türk hükümetinin baskılarıyla yüzleşen) Kürd hareketleri ve Suriye’deki IŞİD dışı muhalif güçlerdir.

Öte yandan Irak, Suriye, Lübnan, Mısır ve diğer yerlerde mezhepçiliğin mantığına karşı çıkan cüretkâr toplumsal ve politik hareketler mevcuttur. Bu hareketler, ilerici bir seçenek için verilen mücadelenin hâlâ canlı olduğunu göstermektedir.

IŞİD, ütopik manada bir tür istikrar ve refah vaat edebilir, ama sahaya baktığımızda bu vaadin gerçeklikle bir alakasının bulunmadığı görülmektedir. Geçmişte İslamî “devletler”in de örneklediği biçimiyle, örgütün iç isyanlara tanık olacağı kesindir.

Bunun dışında eğer IŞİD’in yükselişini Arap coğrafyasındaki ayaklanmalar sonrası yaşanan ricat üzerinden anlarsak, büyük bir güvenle, örgütün bölgedeki mevcut kördüğüme etkin herhangi bir çözüm sunamayacağını da görürüz. IŞİD, anti-emperyalist herhangi bir cevap sunmamakta, yerel veya yabancı güçlerin baskı ya da hâkimiyetinden arındırılmış bir Ortadoğu için desteklenebilecek bir yol önermemektedir.

Son birkaç yılda yaşanan başarısızlıklara rağmen hakiki bir sol alternatifin gelişme imkânı, tümüyle ortadan kalkmamıştır. Daha da önemli olan gerçekse şudur: böylesi bir alternatif, bugün artık daha fazla gereklidir.

Adam Hanieh
3 Aralık 2015
Kaynak

0 Yorum: