18 Aralık 2015

,

İslam’ı Suçlamayın


Charlie Hebdo’ya yönelik saldırı ardından kimi liberaller, katilin İslamî aşırıcılık olduğunu söyleyen muhafazakârların korosuna katıldılar. Artık Batı’nın suçlu olduğuna dair iddialar ahlâkdışı değilse bile, yanlış bulunuyor.

George Packer, “Bugün Paris’teki katiller, Fransa’nın eski sömürgelerinden gelen iki Müslüman göçmen kuşağını asimile edememesinin bir sonucu değil” diyor ve şu değerlendirmeyi yapıyor.

“Saldırıların Fransa’nın Ortadoğu’da IŞİD’e karşı askerî faaliyetleriyle veya onun öncesinde Amerika’nın Irak’ı işgal etmiş olmasıyla bir alakası yok. Bu saldırılar, ekonomisi depresyonda olan, toplumsal açıdan atomize olmuş, ahlaken çökmüş Batı’da, Newtown veya Oslo’nun Paris versiyonunda genel nihilist şiddet dalgasının bir parçası değil. Saldırılar, sorumsuz karikatürcülerin dine yönelik saygısızlıklarına dönük bir tepki olarak ‘anlaşılmalı’. [...] Bu saldırılar, onlarca yıldır terör üzerinden iktidarı elde etmeye çalışan bir ideolojinin indirdiği en son darbeler sadece.”[1]

Bu yaklaşım, 11 Eylül sonrası hâkim olan, Susan Sontag’da da görülen görüşü anımsatıyor. Sontag, o günlerde “saldırı ‘medeniyet’e, ‘özgürlüğe’, ‘insanlığa’ veya ‘özgür dünya’ya yönelik gerçekleştirilmiş ‘korkakça bir saldırı’ değil, kendisini dünyanın tek süper gücü olarak gören ülkesine, Amerika’nın özel ittifakları ve eylemlerinin bir sonucu olarak gerçekleştirilmiş bir saldırıdır” dediği için lanetlenmişti.

O günden beri anaakım medyada birçok yorumcu, “onlar bizden nefret ediyor” ve “İslam’ı suçlayın” korosundan ayrılmış görünüyor. İster saldırının ABD’de gerçekleşmemiş olması olsun, ister ergence bir yaklaşımın ürünü olan “terörle mücadele” söyleminin tartışmalara gölge düşürmesi, isterse nispeten daha fazla sayıda düşünceli yazarın öne çıkması yüzünden olsun, hakikat illaki sızacak bir yol buluyor.

New Yorker’dan Teju Cole şunları söylüyor:

“Bizim tarafın şiddeti hiç dinmeden devam ediyor. Önümüzdeki ay içerisinde daha fazla genç insan Pakistan’da ve başka yerlerde insansız hava aracı saldırılarında öldürülecek. Geçmişteki saldırılara bakarak söylenebilir ki bu insanlar her türlü kabahatten ari, birer masum olacak.”[2]

Bunu gene de bir ilerleme saymak gerek. Örneğin CNN, Noam Chomsky ile bir mülâkat yayınladı. Chomsky orada Obama’nın insansız hava araçlarıyla gerçekleştirdiği cinayetleri “modern zamanların en aşırı terörist harekâtı” olarak niteledi.[3] Seamus Milne’in Guardian’da çıkan makalesi ise başka bir örnek. Milne orada, Paris saldırısı türünden şiddet olaylarının Batı’nın yürüttüğü savaşların bir uzantısı olduğunu söylüyor.[4]

Ama gene de bu örnekler, ABD ve müttefikleri için hâlâ önemsiz. Bu güçler, “kanaat önderleri”nin İslam’ı suçlaması üzerinden şiddeti üretme konusunda Batı’nın oynadığı rolü önemsiz hâle getiriyorlar. Hakikatse şu: ABD’nin şiddet ekibi, ABD’nin düşmanlarının uyguladığı şiddetten daha büyük bir şiddet uyguluyor. İlki ikincisini tetikliyor. Ama Batı hükümetleri ve onlara bağımlı devletler sağcı cihad örgütlerini fiilen güçlendiriyorlar.

Batılı emperyalistler, “İslamî terörizm”i gizemli, bu dine özgü bir virüs olarak resmediyorlar. Neokonlar ve liberal müttefikleri, ırkçılık ve uzun süredir varolan zulmün sebep olduğu sorunlarla ilgili olarak “siyah kültürü” suçluyorlar.[5] İslam’da “terörizm” üreten, ağza alınması mümkün olmayan hiçbir şey bulunmuyor.

ABD, uzun zamandır Müslüman ilahiyatın belirli yönlerini birer silâh olarak kullanmaya çalışıyor. Bu gayret, en geniş bağlam dâhilinde ABD’yi önceleyen Avrupa sömürgeciliğini içeriyor. Amerika’nın ilgili bağlam dâhilinde altına imza attığı savaşlar ve darbeler, sağa sola kaos ve mezhepçilik tohumları ekiyor, ayrıca halkların bölgede kendi kaderlerini tayin hakkını ortadan kaldırıyor.

Esasen Milne, aşina olduğumuz bir çıkış noktası öneriyor: Batı, Ortadoğu’da insanlara muazzam bir şiddet uyguluyor. Ward Churchill’in de tespit ettiği üzere, “bazı insanların geri püskürtülmesi gerekiyor.”[6] Bu doğru. Zohar Çarnayef’ten Times Meydanı’na bomba yerleştirdiği iddia edilen Faysal Şahzad’a dek, İslam adına Batı başkentlerine saldırı gerçekleştirenlerin çoğu, kendilerini harekete geçirenin Batı’nın uyguladığı şiddet olduğunu söylüyor. Açıklamaları sadece genel sağduyu değil, Şikago Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü Robert Pape’in araştırması ile de uyuşuyor. Pape, intihar eylemlerinin en önemli sebebi olarak dış güçlerin gerçekleştirdikleri işgallere işaret ediyor.

Öte yandan Müslümanların çok küçük bir kısmı sağcı cihad örgütlerine katılıyor. İslam’ın doğası gereği şiddete meyilli olduğuna dair iddiasını desteklemek için Bill Maher, birçok Müslüman’ın kadın ve geylerle ilgili gerici görüşlere sahip olduğunu söylüyor, ama bu sözlerin konuyla hiçbir alakası bulunmuyor. Bu türden görüşlere sahip olmak, insanı asla El-Kaide veya IŞİD üyesi yapmıyor.

The Missing Martyrs: Why There Are So Few Muslim Terrorists [“Kayıp Şehitler: Neden Çok Az Sayıda Müslüman Terörist Var?] isimli kitabında Charles Kurzman, cihad çağrısına “yüzde 99”un olumlu cevap vermediğini söylüyor. Batı’nın sivilleri katletmesine karşın Müslüman halkın ekseriyeti sivillere yönelik intikam saldırılarına karşı çıkıyor, hatta taktiği onaylayanların çoğu, ağırlıklı olarak Müslümanları öldüren bir harekete katılma konusunda isteksiz bir tutum sergiliyor.

Desteklemek şöyle dursun Müslümanlar, El-Kaide ve IŞİD’i emperyalizme yönelik meşru bir direniş biçimi olarak görmüyorlar. Aksine birçoğu, bu iki örgütü ABD-Suudi emperyalizminin bir ürünü olarak görüyor.

Çünkü öyleler.

Bu noktada liberallerin asli derdi-sıkıntısı olan tarihe başvurmak gerekiyor. ABD, 1933’te Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler kurdu, ama II. Dünya Savaşı’na dek Ortadoğu’yla ciddi bir biçimde ilgilenmedi. Savaşla birlikte ABD, bölgenin hâkimiyetini Britanya’nın elinden aldı. ABD’nin Suudilerle ilişkisi, Washington, bölgedeki gücünü muhafaza etmeye çalışması sonucu, derinleşti. Soğuk Savaş boyunca Amerikalılar, sağcı militanları Ortadoğu’daki hegemonyasına yönelik iki ana tehdide karşı kullandılar: Sovyetler Birliği ve Arap milliyetçiliği.

Robert Dreyfuss 2006 tarihli, o gözden kaçmış Devil’s Game: How the United States Helped Unleash Fundamentalist Islam [“Şeytan’ın Oyunu: ABD Köktenci İslam’ın Zincirlerini Nasıl Saldı?”] isimli kitabında bu tarihi anlatıyor. Kitabın ana kusuru, neokonların kusuruyla aynı. Her ikisi de “İslamcılık” denilen işe yaramaz terim üzerinden Hamas’tan İran’daki devrimcilere, oradan El-Kaide’ye kadar Müslümanlara has tüm politik pratik yaklaşımları aynı çuvalın içine koyuyor. (Amerika ve İsrail’in Hamas’ın yükseliş sürecine karşı belirli bir serbestiyet tanımış olması önemliyse de bu tespit, sonrasında ortaya çıkan El-Kaide ile ilgili olarak bize bir şey söylemiyor.)

Gene de Dreyfuss, devlete ait kayıtlardan alınan bilgiler üzerinden ikna edici bir çalışma ortaya koyuyor. Esasında şurası neredeyse kesin: ABD sağcı cihad hareketi denilen ateşin kıvılcımının çakılması noktasında kitabın ortaya koyduğu belgelerde belirtilenden daha fazla rol oynuyor, zira yapılan anlaşmalar hâlen gizliliğini koruyor.

Ellilerde ABD’nin karşısına Cemal Abdünnasır diye bir sorun çıkıyor. Bağımsızlık yanlısı tavrı asla kabul görmeyen Mısır’ın bu yeni lideri tehdit olarak görülüyor. Öyle ki Dışişleri Bakanı John Foster Dulles, Eisenhower’ın “Nasır sorunu ortadan kaldırılmalı” ifadesini bir tür suikast talimatı olarak alıyor.

ABD, Nasır’ı zayıflatmak için Müslüman Kardeşler’in desteğini kazanmaya çalışıyor, oysa Müslüman Kardeşler’in devlete karşı terörizm ve şiddete dayalı belirli bir sicili mevcut. Amerika, aynı zamanda dinsellikteki anti-komünist potansiyeli de görüyor. Örgütün baş teorisyeni Seyyid Kutub, o günlerde “ya İslam’ın yolundan yürüyeceğiz ya da komünizmin yolundan” diye yazıyor.

McCarthy döneminde ise Washington kendisini yeni görüşlere açıyor.

1953’te gizli bir ABD bir hükümet programı üzerinden Ortadoğu’daki önde gelen düşünürler ve aktivistler Princeton’a getiriliyor. Bunlardan biri de İhvan’ın kurucusunun oğlu olan Said Ramazan. Ramazan, aynı yıl Beyaz Saray’ı ziyaret ediyor ve muhtemelen CIA’ye çalışmaya başlıyor.

1954’te İhvan’ın Nasır’a yönelik suikast girişimi başarısız oluyor. Nasır, saldırıdan kurtuluyor ve örgüte karşı saldırıya geçerek binlerce üyesini tutukluyor. 1956’da Nasır’ın popülaritesi Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi üzerinden artıyor. Bu girişim, Britanya ve Fransa’nın kanalı işgal etmesine, İsrail’in de Sina Yarımadası’nı istila etmesine sebep oluyor. Üç ülke de geri püskürtülüyor ve Nasır, bölgesel bir kahraman hâline geliyor.

Eisenhower’ın 1957’de Kongre’de yaptığı konuşmasının ana hedefi Nasır. Başkan, o konuşmada Sovyet nüfuzunu kırmak için Arap hükümetlerine parasal yardım yapılacağını söylüyor. “Eisenhower Doktrini” Suudi Arabistan’ı bölgede Amerikan parasından en fazla yararlanan ülkesi hâline getiriyor. (Roosevelt, krallığın savunulmasının hayatî bir milli çıkar olduğunu söylüyor. 2003’e dek Suudi Arabistan’ın bir ABD askerî üssüne ev sahipliği etmesi sağlanıyor.)

Nasır, altmışlarda kalkınmacı programının verdiği güçle daha da popüler bir hâle geliyor. Aynı zamanda İhvan’ı da ezmeyi sürdürüyor. Nasır hükümeti, Seyyid Kutub’u hapse atıyor, ona işkence ediyor ve nihayetinde Kutub’u asıyor. Şehid olarak kabul edilen Kutub’un yazıları, şiddete dayalı bir devrim çağrısında bulunuyor. Bu yazılar sonrasında İslamî militanlara ilham veriyor.

Yaygın bir yanlış algıya göre Arap hükümetleri terörizmle başarıyla başa çıkmışlardır. Esasında hükümetler, terörizmi ülkelerinden çıkartmış ve onu daha da derinleştirmişlerdir. Lawrence Wright’ın aşağıdaki tezi abartılı olsa da kimi doğruları da içermektedir:

“Bir düşünce hattına göre Amerika’da 11 Eylül’de yaşanan trajedinin kaynağı Mısır hapishaneleridir. İnsan hakları savunucularına göre işkence ilkin Seyyid Kutub, ardından Eymen Zevahiri gibi isimler nezdinde intikam konusunda bir isteğin oluşmasına yol açmıştır.”[7]

Altmışlarda Arap milliyetçiliği kalkınma, servetin yeniden dağıtılması, anti-emperyalizm ve siyonizm karşıtlığı konusunda önemli adımlar atar, sadece Mısır değil Cezayir’den Filistin’e oradan da Irak’a dek tüm bölgede ilgi görür. Buna cevap olarak ABD despotik dostuna çevirir yüzünü.

Dreyfuss’a göre,

“ABD Suudilerle pürüzsüz bir ilişki kurar. Burada amaç, ülkenin dış politika silâhı olan Vehhabi köktenciliğinden istifade etmektir. ABD, Suud Kralı ve (sonrasında Kral Faysal olan) Prens Faysal’la güçlerini birleştirir, birlik Kuzey Afrika’dan Afganistan’a ve Pakistan’a uzanan bir İslam bloğu kurmayı hedeflemektedir.”

Bu hedefe ulaşmak amacıyla Suudi Arabistan, dünya genelinde bir dizi kurum oluşturur. Bunlardan biri de Vehhabi Müslüman Dünya Birliği’dir. Ülke, aynı zamanda binlerce cami ve medrese inşa eder.

Seksenlere gelindiğinde ise ABD, Suudilerle birlikte Afgan Mücahidleri’ne para aktarır. Amerika’nın uydurduğu efsane göre, ABD’nin sürece dâhil olmasının sebebi Sovyet işgalidir. Oysa Afgan İhvan’ını ve diğer sağcı vekil güçleri yıllarca destekleyen ABD’dir. Carter’ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin sonrasında kabul ettiği üzere Sovyet işgalini tetikleyenler kendileridir.

1972 gibi erken bir tarihte CIA Afgan savaşçıları fonlamaya başlar. Sürece ileride Mücahidlerin liderleri olacak olan Abdürresul Sayyaf ve Gülbeddin Hikmetyar’ı da dâhil ederler. Bu isimler, hem Usame bin Ladin’le hem de Pakistan Gizli Servisi (ISI) ile sıkı bir ilişki içerisine girerler. 1996’da Ladin’in Afganistan’a iltica etmesini isteyen Sayyaf’tır. Seksenlerde ABD ve Suudi yardımları, başını Hikmetyar’ın çektiği Mücahid grubuna akar. Dreyfuss’un söylediği kadarıyla Hikmetyar, insanların derilerini diri diri yüzme konusunda uzman olan, zorba bir liderdir.

1973’te Serdar Davud dostu olan kraldan iktidarı aldıktan sonra ABD’nin bu türden gruplara yönelik desteği artar. Davud, geleneğe aykırı biçimde kendisini şah değil, seküler demokratik cumhuriyetin cumhurbaşkanı ilân eder. Tarafsız kalması ve hem Washington hem de Moskova’ya mesafeli durması ABD’yi endişeye sevkeder. ABD, bu aşamada Pakistan Gizli Servisi ile birlikte 1974’te başarısız bir darbe girişiminde bulunur. Mısır’da olduğu üzere ABD, seküler, bağımsız bir hükümeti devirmek için sağcı militanlarla iş tutar.

Davud’un bağımsız, az çok ilerici hükümeti ABD için bir sorun iken, Sovyet dostu, komünist bir hükümetin 1978’de işbaşına gelişi tümüyle lanetlenmesi gereken bir olaydır. CIA, hükümet güçleriyle bir araya gelir ve bu güçlere para yardımı yapar. Ocak 1979’da en yakın müttefiki şahı kaybedince Afganistan ABD için daha da önemli hâle gelir. Temmuz’da Başkan Carter, Tufan Operasyonu adı verilen bir programla mücahidlere verilecek yardımı resmiyete kavuşturur.

Sonbahar’da Başbakan Hafızullah Emin, Cumhurbaşkanı Nur Muhammed Terakki’nin öldürülmesi emrini verdikten sonra Afganistan’ın yeni lideri olur. Sovyetler Birliği, darbeyi tezgâhlayanın CIA olduğuna inanmaktadır. Aralık ayında Sovyet birlikleri ülkeye girer, Emin’i öldürür ve başa yeni bir lider getirir.

Eldeki detaylar hâlâ ihtilaflı olsa da, ABD ve Suudilerin Pakistan Gizli Servisi üzerinden mücahidlere ve Arap militanlara para akıttığı sonraki kirli süreç herkesin malumudur. Suudi Arabistan ABD’nin kontrol ettiği bir İsviçre bankası hesabına birkaç yüz milyon dolar para yatırır.

O dönemde Riyad valisi olan yeni Suudi kralı en yüksek tutarda para toplayan isimdir.[9] Kral, “mücahidlere bir ay içerisinde 25 milyon dolar aktarır.” Pakistan’da CIA rehberliğinde hareket eden İngiliz istihbaratı, Afganistan içerisinde savaşçıların eğitim sürecinin başına geçer. ABD ordusu ise Mısır’da, bazı raporlara göre ABD’de Arap savaşçıları eğitir.

Pakistan’da CIA ve bin Ladin arasında kaç görüşme gerçekleştiğini bilmek gizlilik sebebiyle mümkün değil, her iki taraf da bu gerçeği gizlemeyi çıkarına uygun görmüş. Ama biz gene de biliyoruz ki bin Ladin, uzun süre CIA’den destek almış olan Hikmetyar’la bir ittifak kurmuş. Ladin, mücahidlere silâh ve para gönderme konusunda CIA’in kullandığı ana kanal[10] olan Pakistan Gizli Servisi ile de çalışmış, teşkilât bin Ladin’in cephe örgütü ve El-Kaide’nin öncüsü olan Mektebu’l Hidamati’l Mücahidin El Arab’ı [“Arap Mücahidlerine Hizmet Bürosu”nu] da desteklemiş.

11 Eylül’den birkaç hafta sonra Suudi Prensi Bender bin Sultan’ın ifade ettiği kadarıyla bin Ladin, seksenlerde “Amerikalı dostlarımızı ateistlere, yani komünistlere karşı mücadelemizde yardım etmeleri konusunda ikna edip bize katkı sunduğunuz için size teşekkür ederim” demiş.

ABD’nin El-Kaide’nin doğumuna katkı sunduğu açık. Bu, Hillary Clinton’ın sözlerinde açıklık kazandığı biçimiyle, inkâr edilemeyecek bir gerçeklik:

“Bugün mücadele ettiğimiz insanları yirmi yıl önce destekledik, bu desteği Sovyetler Birliği ile mücadeleye kilitlenmiş olmamız sebebiyle verdik. Sovyetler Afganistan’ı işgal etti, biz de onların Orta Asya’nın kontrol etmesini istemedik, işe koyulduk. Başkan Reagan başında Demokratların bulunduğu Kongre ile birlikte hareket etti. Demokratlar o günlerde şunu söylüyorlardı: ‘Biliyor musun? Çok harika bir fikir bu. Pakistan Gizli Servisi ve ordusu ile anlaşalım. Bu mücahidleri saflarımıza katalım. Bunların bir kısmı Suudi Arabistan’dan, diğer kısmı da Sovyetler Birliği’ni yenebilmek için İslam’ın Vehhabi yorumunu ithal eden başka ülkelerden gelsin.’[...]”

Afganistan’daki savaş süresince Batı ve Suudi Arabistan sadece El-Kaide’nin kurulmasına katkı yapmakla kalmaz, ayrıca Libya İslam Savaşçıları Örgütü türünden grupların kuruluşuna da destek sunar. Doğu Libya’da “Afgan Araplar”ca kurulan bu örgüt, 1995-96’da üç kez Kaddafi’yi öldürmeye çalışır. Eski ajan David Shayler’a göre, “bu girişimlerden birinin arkasında İngiliz istihbaratı vardır.” Bu iddiayı eski Fransız istihbaratı ajanları da teyit etmekte, Kaddafi, 1998’de (Interpol’un onayladığı) bir yetki belgesi verdikten sonra bin Ladin’in tutuklanmasına İngilizlerin mani olmalarına neden olanın bu sır olduğunu söylemektedir.[11]

ABD, aynı zamanda Kaddafi’ye karşı bir dizi darbe girişiminde bulunur. Reagan, 1986’da Libya liderini öldürmeye bile çalışır.[12] Ancak 11 Eylül sonrası Kaddafi, “teröre karşı savaş”ta bir müttefik hâline gelir ve ABD, ona düşmanlarını ezmesi konusunda yardım eder. CIA, Libya İslam Savaşçıları Örgütü üyelerini Kaddafi’ye teslim eder. Bu üyeleri ilkin işkenceden geçiren CIA’dir.[13]

Ancak zaman içerisinde, Şubat 2011’de ayaklanma başlar. Batı, Kaddafi’yi gene düşman ilân eder. ABD, Libya İslam Hareketi olarak dövüşen eski Libya İslam Savaşçıları Örgütü’nü de içeren muhalif güçlere destek verir. Uzun yıllar sağcı bir mücahid savaşçı olarak hareket edenler, bir savaşta CIA’den destek görmüş, onun işkencesine maruz kalmış, bir sonraki savaşta tekrar onun desteğini almıştır. ABD’de Libya’daki muhalif güçlerin aşırıcı unsurları da içerdiğini söyleyene pek rastlanmaz.[14] Basın genelde daha cazip kabul edilen gruplara odaklanmaktadır.[15]

CIA’in rolünü tartışmak da pek yaygın bir durum değildir. Bugün bile genelde ABD’nin savaştaki dahlinin sadece hava saldırıları ile sınırlı olduğuna inanılmaktadır. Oysa ilk gösterilerden altı hafta sonra New York Times’da çıkan habere göre, “Batılılara ait gölge gücün parçası olarak Libya’da birkaç haftadan beri CIA ajanları çalışma yürütmektedirler. Obama yönetimi, Albay Kaddafi’ye bağlı ordunun kan kaybetmesini ummaktadır.”[16]

CIA’in sürece dâhil olduğundan bahsetmek, ülke içerisinde bir isyanın olduğu gerçeğini inkâr etmek anlamına gelmez. İki gerçek, her zamanki gibi birlikte gelişme kaydetmiştir. Libya’da rejim değiştikten sonra yaşanan kaos ve katliamda aşırıcı gruplar başrolü oynamaktadırlar. Bunlar arasında doğudaki Derna kentinde bulunan, IŞİD’e bağlı bir grup da vardır. Bu grup sayesinde örgüt, Irak’ta çok sayıda yabancı savaşçıyı konumlandırabilmiştir.

El-Kaide’nin yükselişinde olduğu gibi IŞİD’in yükselişinde de ABD emperyalizminin parmağı vardır. IŞİD’in ABD’nin Irak’a karşı başlattığı savaşın ürünü olduğu açıktır.[17] Anaakım medyadaki analizler bu temel gerçeğin üzerinden atlamaktadır. Irak hükümetinin Sünnileri ezmeleri[18] IŞİD’i beslemiş, bu noktada eski Başbakan Nuri Maliki kolayca günah keçisi ilân edilmiştir. Patrick Cockburn’ün ifadesiyle, “Irak’ı istikrarsızlaştıran, sonrasında da IŞİD’in bölgesel bir güç hâline gelmesini sağlayan, Suriye’deki savaştır.”[19]

ABD’nin Suriye’de 2011 gösterileri öncesi oynadığı rol net değil. Seymour Hersh’ün 2007 tarihli haberi sayesinde Başkan Bush’un Suriye’de Esad’ın, Lübnan’da da Hizbullah’ın altını oymak amacıyla mezhepçi güçleri sahaya sürmesi konusunda Suudileri teşvik ettiğini biliyoruz.[20] Bu sefer asıl hedef Sovyetler Birliği değil, İran. Ama bu sefer de Afganistan taktik tahtası. Aşağı Manhattan’da sürece dâhil olan olaya rağmen Afganistan hâlâ revaçta.

Bu çabanın bir parçası olarak ABD, Suriye İhvan’ı ile bağlar kurdu.[21] Plana Suriye’de kullanılacak gizli kuvvetler eklendi. Bu kuvvetlerin 2011 olaylarını nasıl etkilediğini, bunlara ne tür bir yetki verildiğini, ayaklanmayı savaşa dönüştüren olaylar zincirini bilmiyoruz.

Terim ne kadar ihtilaflı olsa da Suriye devriminin başına ne geldiği konusu hâlâ tartışmalı. Suriye hükümeti solcuları ezince ve dış destekli aşırıcılar ülkeye doluşunca ilerici ayaklanmanın şüpheli bir hâl aldığı açık.

Kendisini “ayaklanmanın güçlü ve kesintisiz destekçisi” olarak tarif eden Gilbert Achcar, muhalefetin Müslüman Kardeşler’le ittifak yaparak büyük bir hata yaptığını söylüyor.[22] Achcar’a göre “Müslüman Kardeşler, Türkiye, Katar ve ABD’ye bağlı bir güç.” Bu ittifakı kurarak muhalefet, “IŞİD’in kuruluşuna yol açan dinî aşırıcılığın yozlaştırıcı diyalektiğine mahkûm hâle geldi.”

IŞİD sürecin demirbaşı hâline gelmesine karşın ABD, Suriye hükümetine karşı ayaklanmayı destekledi. ABD politikası, en iyi hâliyle bu gerçeği kötücül bir biçimde görmezden gelmek üzerine kurulu. Şurası kesin: Amerikalı yetkililer, IŞİD’in yükselişinin farkındalardı. Onlar, örgütün Irak’ta kökleşmesine ses etmediler (burası, ABD’nin terk etmek istediği, cumhurbaşkanının artık desteklenmediği bir ülkeydi). Suriye’de ise örgüte onay verdiler (burası da zarar vermek istedikleri, cumhurbaşkanının görevi bırakmasını, en azından zayıflamasını arzuladıkları ülkeydi).

IŞİD’in bir numaralı düşman hâline gelmesiyle bu süreci unutmak artık çok kolay. IŞİD, Amerikan çıkarlarını tehdit edecek duruma gelince ABD’nin söylemsel ve gerçek silâhları Suriye hükümetine doğrultuldu. ABD’li yetkililer, Suriye’ye dair konuşmalar yaptılar ama IŞİD’den tek kelime bahsetmediler.[23]

Washington, aşırıcılara yönelik Suudi-Katar-Türkiye desteğine örtük olarak arka çıktı.[24] İnternette yayınlanan belgelere göre, Türk istihbaratı IŞİD daha El-Kaide’den ayrılmazdan önce bu örgüte silâh temin etmişti.[25] Joe Biden’ın Ekim 2014’te ABD’nin müttefiklerini IŞİD ve El-Kaide’ye verdikleri destekten ötürü azarlaması, birkaç ay süren sessizliğin daha da belirgin hâle gelmesini sağlamıştı.

Esasında IŞİD’i güçlendiren, ABD’ydi. Hem Obama hem de onun sağa yönelik yaptığı eleştirileri, hükümet karşıtı savaşçıların desteklenmesi noktasında çok az şey yaptığına dair efsaneyi savuşturmayı gündeme getirmeyi hayırlı bulmakta. Esasında ta 2012’de CIA muhalif güçleri eğitmeye başlamıştı bile.[26] Onlara hem ABD’ye[27] hem de müttefiklerine[28] ait silâhları verdi. Birçok silâh El-Kaide ve IŞİD’in eline geçti.

Cockburn, ABD destekli Özgür Suriye Ordusu’nun parçası olan Yermük Tugayı ile ilgili şunları söylüyor:

“Birçok videonun da gösterdiği üzere Yermük Tugayı, El-Kaide’nin resmî kolu olan Nusret Cephesi ile birlikte savaştı. Savaş dâhilinde bu iki grup cephaneliklerini paylaşmaktadır. Washington, en amansız düşmanına silâh aktarımına izin vermektedir.”

ABD’yi beceriksizlikle suçlayanlar, esasında Amerikalıların silâhların El-Kaide’ye ve IŞİD’e gittiğine dair bilgilerden bihaber olduklarını söylemiş oluyorlar. Bu insanlar, düşmanları olarak gördüklerini söyledikleri kesimleri silâhlandırmak istemiş olabilirler mi? Sadece silâhlanmalarını kabul etmek durumunda mı kaldılar? İkisi arasında herhangi bir fark var mı?

Kendi içinde tutarlı bir yapı arz eden Özgür Suriye Ordusu içinde birçok sağcı unsur mevcut. Anaakım basın, sağcı mezhepçi grupların muhalefet içerisinde baskın olduklarını artık kabul ediyor, oysa bu, belirli bir süre geçerli olan bir durumdu. Savaşı inceleme noktasında aylarını heba etmiş olan Nir Rosen daha da ileri gidiyor ve şunu söylüyor: “Ne ideolojik ne de eylemleri açısından, sahada fiilî herhangi bir ılımlı isyancı grup bulunmaktadır.” Esasında süreç içerisinde ÖSO üyesi birçok savaşçı, IŞİD’e ve El-Kaide’ye katılmıştır.

ABD, artık vekil ordusu lehine ÖSO’dan arta kalanlarla ilerleyeceğini iddia ediyor. ABD, savaşçıları eğitmek için Arap ülkeleriyle bir araya geliyor. Suriye politikası, seksenlerde uyguladığı Afganistan politikasına benziyor.

Amerikalı yetkililer, IŞİD’in bu gücün ana hedefi olacağını söylüyorlar, oysa ortaklarının asıl hedefi rejim değişikliği. Herhâlükarda sonuç açık: savaş sürecek, Suriye’nin parçalanma süreci devam edecek. ABD, bugün Suriye devletinin toprak bütünlüğünü yok edecek fiilî bir parçalanma sürecini destekliyormuş gibi görünüyor.

Yeni vekil gücünü cilâlamak için Obama, IŞİD’e karşı savaşının finans alanında işkence uygulayanlara ve diğer savaş suçlularına yönelik yasaktan muaf tutulması yönünde Kongre’ye baskı uygulayıp duruyor. Vermont Senatörü Patrick Leahy’nin ismini alan, Dışişleri’nin ve Savunma Bakanlığı’nın insan haklarını ihlal eden yabancı askerî birimlere yardım etmesini yasaklayan Leahy Kanunu’na atıfta bulunmak cazip görünse de ABD ve müttefikleri Suriye’ye bu türden güçleri gönderecekmiş gibi görünüyor.

Devlet görevlilerinin dediğine göre, “temiz” savaşçılar bulmak zor iş. Buna şüphe yok. Ama hakikat şu ki seksenlerde Afganistan’daki mücahidleri destekleyen öncülleri gibi bugünkü devlet görevlileri de muhtemelen en acımasız katilleri sahaya sürmek istiyorlar. Birkaç yıl içerisinde hükümetimiz, güçlerini IŞİD’le birleştirip Amerika’daki sivilleri katlettiğinde biz de elimize bayrakları alıp yürüyüş yapar, İslam’daki “hastalık”la ilgili olarak feryat figan eder ve bombalar atıldıkça sevinç çığlıkları atarız.

David Mizner
30 Ocak 2015
Kaynak

Dipnotlar:
[1] George Packer, “The Blame for the Charlie Hebdo Murders”, 7 Ocak 2015, New Yorker.

[2] Teju Cole, “Unmournable Bodies”, 9 Ocak 2015, New Yorker.

[3] Noam Chomsky, “Paris Attacks Show Hypocrisy of West’s Outrage”, 20 Ocak 2015, CNN.

[4] Seumas Milne, “Paris is a Warning”, 15 Ocak 2015, Guardian.

[5] Paul Heideman ve Jonah Birch, “The Poverty of Culture”, 16 Eylül 2014, Jacobin.

[6] Ward Churchill, “Some People Push Back”, 3 Şubat 2005, Cryptome.

[7] Lawrence Wright, “The Man Behind Bin Laden”, 8 Eylül 2002, New Yorker.

[8] Jeffrey St. Clair ve Alexander Cockburn, “How Jimmy Carter and I Started the Mujahideen”, 15 Ocak 1998, Counterpunch.

[9] Bruce Riedel, “The Next King of the Saudis”, 14 Nisan 2017, Daily Beast.

[10] Michael Moran, “Bin Laden Comes Home to Roost”, 24 Ağustos 1998, NBC.

[11] Martin Bright, “MI6 Halted Bid to Arrest Bin Laden”, 10 Kasım 2002, Guardian.

[12] Seymour Hersh, “Target Kaddafi”, 22 Şubat 1987, NYT.

[13] “US: Torture and Rendition to Gaddafi’s Libya”, 5 Eylül 2012, HRW.

[14] Praveen Swami, “Libyan Rebel Commander”, 25 Mart 2011, Telegraph.

[15] Tom Malinowski, “Jefferson in Benghazi, 9 Haziran 2011, New Republic.

[16] Mark Mazetti ve Eric Schmitt, “CIA Agents in Libya Aid Airstrikes and Meet Rebels”, 30 Mart 2011, NYT.

[17] Terrence McCoy, “How the Islamic State Evolved in an American Prison, 4 Kasım 2014, Washington Post.

[18] “Iraq: Government Attacking Fallujah Hospital”, 27 Mayıs 2014, HRW.

[19] Patrick Cockburn, “Iraq Crisis”, 13 Temmuz 2014, Independent.

[20] Seymour Hersh, “Redirection” 25 Şubat 2007, New Yorker.

[21] Farah Stockman, Us Bıilding Ties with Syrian Dissidents”, 26 Kasım 2006, NYT.

[22] Gilbert Achcar ve Dina Kabil, “We’re Facing an Important Crossroad”, 26 Ocak 2015, Newpol.

[23] Max Fisher, Samantha Power’s Case for Striking Syria”, 7 Eylül 2013, Washington Post.

[24] Josh Rogin, “America’s Allies Are Funding ISIS”, 14 Nisan 2017, Daily Beast.

[25] Fehim Taştekin, “Turkish Military Says MIT Shipped Weapons to Al-Qaeda”, 16 Ocak 2015, US News.

[26] David S. Cloud ve Raja Abdurrahim, “US Has Secretly Provided Arms Training to Syria Rebels Since 2012”, 21 Haziran 2013, LA Times.

[27] Ernesto Londono ve Greg Miller, “CIA Begins Weapons Delivery to Syrian Rebels, 11 Eylül 2013, Washington Post.

[28] C. J. Chivers ve Eric Schmitt, “Arms Airlift to Syria Rebels Expands”, 24 Mart 2013, NYT.

[29] Patrick Cockburn, “How to Ensure a Thriving Caliphate”, 21 Ağustos 2014, Tom Dispatch.

0 Yorum: