09 Aralık 2015

, ,

Kahramanca Eylem


Kahramanca Eylem: Mit ve Devrim
Efsaneye göre, öldürülmesi öncesi Che Guevara’nın son sözleri şu şekildeydi: “Vur beni korkak, sen sadece bir insanı öldüreceksin.” Che’nin burada kastettiği şuydu: devrim davası, o davayı güdenin ölümüne karşın sürecektir. Bu ister bir efsane olsun ister olmasın, buradaki anlam dünya genelinde devrimcilere ilham vermiştir. Birçok yönden Che’yi kuşatan mit, hakikatin kendisi kadar önemli olmuştur. Esasında mitler, harekete geçme konusunda ideolojiye ve topluma gerekli desteği sağlarlar. Mitler, sadece toplumda değil, radikal politik hareketlerde de önemli bir rol oynarlar. Bu, Fransız sendikacı Georges Sorel ve Perulu komünist Jose Carlos Mariategui’nin kabul ettiği bir husustur. Solun büyük bir kısmında hüküm süren bilimsellik iddialarına karşın mitler, aynı zamanda mücadele sürecinde militanlara ilham, tutku ve iman temin ederler.
I. Mit
Solda mitin rolünü irdelemeden önce dünyada mitlerin nasıl iş gördüğüne dair belirli bir fikre sahip olmamız gerek. Uzun süre mitler üzerine çalışmalar yapmış bir isim olan Joseph Campbell’a göre, mitoloji insan toplumlarında dört işlev görmektedir. İlk işlev, mistisizmdir. Burada “mit dünyayı sır boyutuna, tüm formların temelinde olan sırrın gerçekleşmesine açar.”[1] Karşısında huşu, saygı ve korku içerisinde durduğumuz kâinat merak, haşmet ve esrarla yüklüdür. Bu esrar, insanî tecrübe alanının ötesindedir ve sıradan bir dil dâhilinde kavranamaz. Mitolojiye ait semboller ve ritler, bizim kavrayışımızın ötesinde duran bu gerçekliği ele alma ve anlamlandırma yöntemimizdir.
Campbell’ın ifadesiyle, mitin ikinci işlevi kozmolojiktir. Bu anlamda mit, bir tür önbilim formu olarak düşünülebilir; o, mevsim değişiklikleri, insan hayatının kökeni, dünyanın yaratılması gibi konularda izahat sunarak, kâinatın nasıl işlediğini öne çıkartır. Modern toplumda kozmolojinin yerine getirdiği işlevi büyük ölçüde bilim üstlenmiştir. Campbell’ın ifadesiyle, mitler ve bilim çatışmaz, aksine bilim, esrarın mevcut sınırını ileri iter, hayatın kaynağı türünden hiçbir zaman bilinemeyecek olan alana çeker.
Campbell, mitin yerine getirdiği üçüncü işlevin “belirli bir toplumsal düzenin desteklenmesi ve geçerli kılınması ile ilgili” sosyolojik işlev olduğunu söyler.[2] Mitin bu noktada sahip olduğu amaç, toplumlara göre farklılık arz eder. Feodal toplumda tefeciliği ve kâr peşinde koşmayı büyük birer günah olarak görmesi doğalken, kapitalist toplumun bunları birer fazilet kabul etmesi de o ölçüde kaçınılmazdır. Doğalında kapitalizm gibi toplumsal düzene egemen olma imkânına ait mitler, sistemi ve sisteme ait değerleri desteklerler. Farklı kapitalist toplumlarda mitin rolü de farklılaşır. Bu hususu daha kapsamlı ele almakta fayda var.
Örneğin ABD’de hâkim mitler, bireyciliği, Amerikan rüyasını ve beyaz üstünlüğünü destekler. Kurucu mite göre, Amerikan Devrimi ülkeye “özgürlük ve demokrasi” getirmiştir. Oysa bu “devrim”, fiiliyatta istisnacılık, soykırım ve köleliğe dayanan yeni bir yönetici sınıfın idaresini sağlamlaştırmayı amaçlayan kimi kurumlar üretmiş (esas olarak beyaz ve erkeklerle) sınırlı bir halk katılımının izlerini taşıyan bir olaydır. Amerikan Devrimi’nin bu mirası işçi sınıfında karşılığını bulan, kapitalist topluma ait hâkim değerleri destekleme noktasında Amerikalı liderlerce iştahla kullanılmıştır. Amerikan Devrimi’nin gerçekliği pratikte eşitlikçi bir değişimi savunanlarca kolay kolay benimsenmemiştir.
Diğer yandan kapitalist olan Fransız toplumu ABD’deki işçi sınıfına kıyasla daha fazla ekonomist bir sınıf bilincine sahiptir. Modern Fransa 1789 Devrimi’ne dayanır. Bu devrim, burjuva liderliğiyle çatışan radikal değişimlere yol açmış (Amerikan Devrimi’ni aşacak nitelikte) kütlesel bir toplumsal başkaldırıdır. Fransa’da toplumsal nizama egemen olma sürecinin izleri 1789’a dek takip edilebilir. Yönetici sınıf devrimin değerlerini benimseme konusunda belirli bir ikirciklik içindedir. Politik isimler “Cumhuriyet”e hürmet etmekteyse de (ABD’de görülen) “kurucu babalar”a yönelik bu hürmete denk düşen bir hayranlık söz konusu değildir. Muhafazakârlar üç renkli bayraklarına bürünseler de “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganına sosyalistler, komünistler ve anarşistler gibi kapitalizmin muhalifleri de kolaylıkla sahip çıkabilmektedir.
Mitoloji, tıpkı ideoloji gibi, bireylerin özne olmaları konusunda önayak olma ve onları çağırmak suretiyle özne kılma noktasında belirli bir rol oynar. Amerikan rüyası veya Hristiyan değerleri gibi toplumda onlarla bağlantılı egemen mitler birer “yanlış bilinç” örnekleri ya da hatalı fikirler değildir. Onlar (okul veya kilise gibi) maddî pratikler dâhilinde varolurlar. Louis Althusser’e göre, “İdeoloji ‘ruhanî dünya’ olarak kavranan ‘fikirler dünyası’ içinde varolmaz. İdeoloji, kurumlar ve onlara has pratikler içinde varolur. Daha açık ve cazip bir yaklaşımla, şu bile söylenebilir: ideoloji aygıtlar ve onlara has pratikler içinde varolur.”[3] Mitler gibi ideoloji de kiliseler, okullar, aileler vb. türünden özel olmasına karşın Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) aracılığıyla varolurlar ve ideoloji aracılığıyla hâkim sınıfın idarî hükmünü pekiştirirler. Bunu Hristiyan köktenciliği örneğinde görmek mümkündür. Bu akımın taraftarları sadece Tanrı’ya iman edip dua etmekle ve kiliseye gitmekle yetinmezler. Althusser’in ifadesiyle, “Eğer insan vecibeye iman ediyorsa, o ‘doğru ilkeler uyarınca’ uygulanan rit pratikleri dâhilinde tescil edilmiş mukabil davranışlara sahip olacaktır.”[4] Böylelikle bir Hristiyan köktenci bayrak sallayan bir Amerikan vatanseveri hâline gelecek, çocuklarını (aile değerlerine uygunluk arz ettiği ölçüde) kurumlara ve ülkenin kanunlarına hürmet etmeleri yönünde yetiştirecek, askerliğini yapacaktır vb.
Althusser’e göre, feodal toplumda hâkim unsur kilise ise modern toplumda ana DİA olarak okul öne çıkar.[5] Okulda öğrenciler okuma-yazma gibi beceriler öğrenmekle kalmazlar, aynı zamanda toplumun hâkim değerleri ve kültürü dâhilinde sosyalleşirler ve böylelikle nihayetinde “iyi” ve “itaatkâr” birer yurttaş hâline gelirler. Başka bir deyişle okullar birçok öğrenciyi toplumun mitlerini ve değerlerini kabul eden, hayat dâhilinde sahip oldukları ikincil konumu doğal diye ona ses etmeyen itaatkâr birer işçi olarak hazırlamaya yarar.
İdeolojilerin bireyleri DİA’lar aracılığıyla özne olarak çağırması meselesini insanî failliğin inkârı olarak görmemek gerekir (ki bu, Althusser’in esas olarak itiraz ettiği bir husustur). DİA’lar (her ne kadar son tahlilde hâkim nizamın iktidarına dayansalar da bu) iktidarın sürdürülmesi konusunda baskı gücü olması değil, ayrıca sınıflar mücadelesinin hiçbir vakit sona ermemesi sebebiyle önem arz eder. “Sınıflar mücadelesi hiçbir vakit sona ermediğinden, hâkim sınıfın mevcut ideolojik unsurları ve formları birleştirme mücadelesi de asla sona ermez. Bu, hâkim ideolojinin her biri sınıflar mücadelesinin birer yansıması olan kendi çelişkilerini tümüyle çözüme kavuşturmayacağını söylemekle aynıdır, oysa ideolojinin işi bu çelişkileri çözmektir.”[6] İdeoloji ve mitler her daim savaş alanındaki konumunu korurlar. Hristiyan köktenciler, hür teşebbüse inanan birer vatansever Amerikalı olduklarını düşünseler de bir gün greve gittiklerinde grev kırıcıların düşmanca saldırılarına tepki koyarken bulacaklarına hiç şüphe yoktur. Bu, “hakiki” Amerikan değerlerine ihanet ettiğini veya bu değerlerden uzaklaştığını düşündükleri nispeten “liberal” veya “sosyalist” bir hükümeti protesto etmek için Çay Partisi’nin düzenlediği bir yürüyüşe katılan köktenciler için de geçerlidir.
Marksist olmayan Campbell’a göre, hâkimler, başkanlar ya da generaller türünden devlete mensup isimlerde önemli olan onların bireysel manada kim oldukları değildir. Bir başkanın zinaya bulaşması veya el altından işler çevirmesi de önemsizdir. O gene de toplumda oynadığı rol gereği saygı ve sevgi görür. Campbell’ın ifadesiyle, başkanlara saygı gösterdiğinizde “siz onların şahsiyetlerine tepki geliştirmiş olmazsınız, tepkiniz esas olarak onların mitolojik rolleriyle ilgilidir.”[7] Campbell’a göre, başkan yolsuzluk yapmamalı, kendisinden beklenen mitolojik rolü yerine getirmesi gerektiğini anlamalı, “bugün gösterge düzeyinde temsil ettiği role dönük yaşamsal sorumluluklarını yerine getirip şahsi arzularından feragat edebilmelidir.”[8] Başkanın mitolojik rolü Washington ve Jefferson veya Abraham Lincoln gibi sonraki başkanlar gibi “kurucu babalar”ın gördüğü hürmette karşılık bulmaktadır.
Adayların başkanlık kampanyalarında bile mitoloji belirli bir rol oynamaktadır. Bush, Clinton ya da Sanders gibi isimler “Amerika”yı temsil eden, onun için mücadele eden kişiler olarak takdim edilmektedir (takdimde anlam bakımından sadece ufak farklılıklar mevzubahistir). Burada önemli olan tüm bunların fabrikasyon olması değil, başkanın bireysel özelliklerinden bağımsız olarak oynadığı rolün Amerika’daki mitlerin ve ideolojilerin teşvik edilmesinde ve toplumsal kaynaşmada belirli bir güç teşkil etmesidir. Böylelikle başkan mitolojik rolünü ifa edecek, yurttaşları birer özne olarak çağırıp bu mitolojiyi onlara kabullendirecek ve ülkenin iyiliği için o yurttaşların talep ve ihtiyaçlarını pekiştiren aday olarak kendisini sevdirecektir. Bu sayede başkan ulusun düz manada bir tecessümü hâline gelecektir.
Campbell’ın tanımladığı mite ait son işlev pedagojik roldür: Bu rol, “bir insan ömrünün belirli koşullarda nasıl yaşanacağı ile ilgilidir. Mit, insana o koşullarda yaşamayı öğretir.”[9] İnsanlar içinde yaşadıkları toplumdan bağımsız olarak ömrü dâhilinde farklı aşamalardan, çocukluktan evlilik ve aileyi de içeren yeni sorumluluklara sahip yetişkinliğe geçerler. Toplumun sorumlu ve ahlaklı bir üyesi olarak nasıl hareket edileceğini öğreten farklı dinî törenler ve ritler mevcuttur. Üniversiteden mezun olma, komünyona veya bar mitzvaha [Yahudilerde yetişkinliğe kabul töreni -çn] katılma bu türden tören ve ritlerdir. Öğretilen değerlere rengini veren sınıftır. Dolayısıyla feodalitede bir kiliseye ait ritler işletme okulundaki ritlerden farklı olacaktır.
Campbell’ın mitle ilgili belirlediği dört işlev sosyalist hareketlere de tatbik edilebilir. Sonraki bölümlerde görüleceği üzere, sosyalizm materyalist ve bilimsel ilkeler üzerine kurulu olsa da mitler, semboller ve ritler militanların komünist ülkü için birer yoldaş olarak nasıl yaşayacakları, nasıl dövüşecekleri ve nasıl ölecekleri noktasında önemli roller oynarlar.
II. Georges Sorel
Mariategui’nin Marksizmine ve mit anlayışına en fazla etki eden husus, Fransız sendikacı, teorisyen Georges Sorel’in çalışmasıdır. Mariategui, Sorel’i över ve onu “Marx’ın çalışmasının yenilenmesi ve süreklileştirilmesi düzleminde Marksizmi gerçek bir revizyona tabi tutma”[1] konusunda Lenin’e denk görür. Sorel’e dönük övgünün bir nedeni de onun sosyalizmi “reformist sosyalizm içinde yerleşik olan parlamentarist pasifleşme ve burjuvalaşmış sosyalizme karşı bir protesto manasında ilk sınıf mücadelesi anlayışına” geri dönmesidir. Mariategui son olarak Sorel’e dair şunu söyler: “Devrimcilerin gücü bilimden değil, imandan, tutkudan ve iradeden kaynaklanır. Devrimcilik dinî, mistik ve ruhanî bir güçtür.”[2] Mariategui dogmatik olmayan, yaratıcı Marksizmi konusunda bir malumat sunmak amacıyla Sorel’in mit ve iradeci değerler sistemine başvurur. Ancak bu noktada Sorel hayli ihtilaflı bir isimdir. Şiddet Üzerine Düşünceler isimli çalışmasında açık biçimde dile getirdiği mitin gücü ve şiddet savunusu sadece Mariategui ve Gramsci gibi Marksistlere değil Mussolini gibi faşistlere de ilham vermiştir.
Esasında mühendislik eğitimi almış olan Sorel 1890’larda emekli olması ardından Marksist politikaya yüzünü döner. Bir dizi Marksist dergiye katkı sunar ve yanlışlıkla vatana ihanetle suçlanmış olan Yahudi subay Alfred Dreyfus’un desteklenmesine dönük kampanyaya dâhil olur. Ancak Sorel tarihi ve insanların davranışını onların ekonomik motifleri üzerinden izah eden İkinci Enternasyonal içerisindeki determinizme asla bağlı kalmaz. Sorel Marksizmi onu kabalaştıranlara karşı savunur. Ona göre Marksizmin ahlakî içeriği çok önemlidir.[3] Sorel, Marksist teorinin ekonomi, ahlak ve insan eylemi anlayışı bağlamında yenilenmesi ve gözden geçirilmesi gerektiği kanaatindedir.
Bu amaç doğrultusunda Sorel İtalyan Marksist Antonio Labriola ve bir miktar da revizyonizm tartışması süresince Alman Eduard Bernstein’ın çalışmalarına bakar. Ona göre Labriola tarihsel materyalizm savunusu ve bir eylem teorisi olarak Marksizm anlayışı noktasında övülmesi gereken bir isimdir.[4] Sorel Labriola’yı Marksizmdeki ekonomik determinizmden kopup ahlakın önemine vurgu yapması sebebiyle takdir eder.[5] Kendi revizyon girişimi dâhilinde şu sonuca ulaşır: “Emek-değer teorisi artık bilimsel açıdan faydalı değildir ve birçok yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermektedir.”[6] Labriola ise kendi yazılarının Marksist ekonominin hükümsüzleştiğini iddia etmek için kullanılabilecek çalışmalar olmadığını söyler ve Sorel ile ilişkilerini kopartır.
Sorel’in Dreyfus savunusunda asli unsur hakikat ve adalet anlayışlarını savunmaya dönük ahlakî bir arzudur. Aynı ahlakî kaygı Şiddet Üzerine Düşünceler isimli çalışmasına da yansır, aynı zamanda mitlerin mücadele içerisinde seferber edilmesi meselesinde de karşılığını bulur.
Dreyfus’un temize çıkması ardından Sorel, elde edilen sonuç oportünist, kariyeristler ve parlamentarist sosyalistler lehine olduğu için, ihanete uğramış gibi hisseder kendisini. Sorel Jean Jaures ve Alexander Millerand’ın reformizmi üzerinden hezimete uğrar. Millierand “cumhuriyetçi savunma” hükümetine girer. Bu noktada Sorel hükümette yerleşik olan devletçilik ve Jakobenizm konusunda paniğe kapılır. Ona göre sosyalizmin özerkliği burjuva politikasındaki yozlaşma ve oportünizmin o hızla kayan kumu içinde yitip gitmektedir.[7] Süreç proletaryanın devrimci şevkini artırmak şöyle dursun, aksine boğmuştur. Sorel’in kanaatine göre her türden devrim medeniyeti çöküşe götüren liberal demokrasiye ait kurumları ve değerleri yok etmelidir.
Sorel’ İkinci Enternasyonal partilerinde mevcut olan parlamentarizm, tedricilik, oportünizm ve reformizm üzerinden şu sonuca ulaşır: “Anarşistler, burjuva kurumlara dâhil olarak devrimcilerin bu kurumların ruhunu benimsediklerini söylerken haklılar. Tüm milletvekilleri burjuvazinin temsilcisi ile proletaryanın temsilcisi arasında çok az fark olduğu konusunda uzlaşma içerisindeler.”[8] Sorel’in resmî Marksizme ait baskın kitabîliğe yönelik eleştirisi ona karşı gelişen muhalefet dâhilinde ilerleme kaydeden sendikalist hareketlerde de yankılanır. Fransa’da devrime öncülük etmek amacıyla işçilerin başlattığı genel greve ve doğrudan eyleme dayanmaktan ve her türden politik eylemden kaçınan Genel İşçi Konfederasyonu (CGT) gibi sendikalist yapılar ortaya çıkar. 1906 sonrası posta, demiryolu ve başka sektörlerdeki işçilerin greve çıkmasına neden olan belirli bir huzursuzluk ortamı oluşur. 1909’da grevler eski blankist Georges Clemenceau’nun bulunduğu hükümeti orduyu göreve çağırmaya mecbur eder. Askerler işçilere ateş ederler.[9]
Bu dönemde Sorel sendikalizmi benimsemiş ve hareketi Şiddet Üzerine Düşünceler isimli çalışmasında teorize etmeye çalışmıştır. Bu çalışmada Sorel Marksizme dönük özgül revizyon girişimini belirli bir sonuca bağlar ve kapitalizmin yasalarını anlama yöntemi olarak kullanımına veya determinizme dair her türden izi Marksizmden söküp atar. Sorel ayrıca bu aşamada Henri Bergson’un sezginin gücü ve irrasyonel ile ilgili teorilerini benimser, bunlara bir de Nietzsche’nin yerleşik ahlakı aşağılayan yaklaşımlarını ve isyan ahlakı da eşlik eder. Sorel’e göre, Marksizm sınıf mücadelesine indirgenmiştir ve merkezî vasıfları birer mit olarak yorumlanmalıdır.
“Geveze ve bol bol yalan söyleyen parlamentarist sosyalistler”in aksine Sorel sendikalist hareketi över ve onun “toplumun gelecekle ilgili çalışma konusunda elinde bulunan mükemmel bir eğitici güç” olduğunu söyler.[10] Sendikalizmin merkezinde devrimci genel grev düşüncesi durmaktadır. Bu düşünce “bugünün insanlarını yarın hiçbir efendinin bulunmadığı atölyelerde çalışan özgür birer üreticiye dönüştüren tümüyle epik bir zihinsel durum”a yol açmaktadır.[11] Bu işçiler modern fabrikaların “ekonomik epiği” içerisinde çelikleşip savaş için proletaryanın kendisini örgütlediği genel grevlere katılarak ve kendisini tarihin büyük motivasyon gücü olarak görüp ulusun diğer kısımlarından ayırmak suretiyle dönüşmektedir. Tüm diğer toplumsal kanaatler mücadeleye dair kanaatlere tabi hâle gelmektedir. Militan yaklaşımındaki kahramancılık ve tarihsel rolüyle bağlantılı ihtişamı konusunda net bir bilince sahiptir artık. O cesaretinin tüm ölçüsüne dair belirli bir kanıt sunacak olan nihai mücadeleye dönük yoğun bir hasret içerisindedir.[12]
Bu kahraman işçilerin devlet iktidarının alınması mücadelesi konusunda herhangi bir plana ihtiyacı yoktur. Onların zaferi ve sermayenin çöküşü işçi sınıfının içerisinde şiddete dönük tutku ve kahramanlığa dair zihniyetin ortaya çıkışının bir sonucu olacaktır. Bu zihniyete gerekli ilhamı genel grev miti verecektir. O dehşet verici savaşın ardından işçiler birer üreticiye dönüşecek, kendi küllerinden doğan yeni medeniyeti kuracaklardır. Sorel’e göre, burjuvazi “hâlâ büyük çoğunluğu elinde tutmaktadır, ona can veren fetihçi, doymak bilmez, acıma nedir bilmeyen ruhtur. Bu ruh modern çağın başından beri yeni sanayileri yaratanlara ve bilinmeyen toprakları keşfedenlere ana niteliğini vermiştir. Bugünse iyice yozlaşmış ve on sekizinci yüzyılın asilliği ölçüsünde aptallaşmıştır.”[13]
Sorel’in argümanı mitin “genel grev dâhilinde tüm sosyalizmi kuşattığı”na dair kanaate dayanır. Ona göre “her bir grev bağrında büyük nihai ayaklanma için bir sınav, bir model ve bir hazırlık çalışmasını barındırır.”[14] Rosa Luxemburg gibi diğer Marksist genel grev teorisyenleri proletaryayı savaşa hazırlama konusunda genel grevin sahip olduğu ahlakî gücü görürler. Luxemburg için genel grev özel bir taktiktir ama evrensel bir devrim teorisi değildir. Ayrıca Luxemburg proletarya için Marksist teorinin gerekli olduğu fikrine karşı çıkar ve şiddetin fetişleştirilmesine itiraz eder.
Sorel ise genel grevin geçerliliğini pratikte veya tarihsel düzlemde çürütmenin bir yolu bulunmadığını düşünür. Zira genel grev “her tür çürütme çabasından azade” bir mittir.[15] Bilimin veya eleştirinin ne kadar geçerli olduğunun bir önemi yoktur. Din veya genel grev türünden mitlere dönük inancı sarsmak imkânsızdır. Bir mit, “temelde hareketin diline ait bu türden kanaatlerin ifadesi olarak bir grubun kanaatlerine denk olduğu için çürütülemez. Sonuçta mit tarihsel açıklamalar düzlemine yatırılabilecek, parçalarına ayrılıp analiz edilebilecek bir şey değildir.”[16] Mit aklın ve analizin ötesindedir. Genel grev türünden mitler Sorel için önemlidir, zira bunlar “neredeyse saf birer gerçekliktir ve bizim son mücadeleye girme konusunda kitleleri hazırlayan, onlara ait faaliyetleri, duyguları ve fikirleri anlamamızı sağlayan hususlardır. Mitler şeylere dönük birer açıklama değil, eyleme geçme iradesinin birer ifadesidir.”[17] Dolayısıyla modern dünyada mit mevcut düzeni yok etmek konusunda insanlara ilham veren bir savaş aracıdır.
Gene de Sorel mitle ütopyayı ayrıştırma gereği duyar. Ütopya, hukukçular gerçek kurumlara dair kanaat bildirsinler diye, o kurumlara dönük yeterli bir dizi analojiye sahip, muhayyel kurumlardan oluşan bir zihinsel üründür. Ütopya parçalara ayrılabilen, bu parçaların her birinin ileride oluşacak yasama erkine uygun (birkaç değişiklikle) uygun kılındığı bir yapıdır.[18]
Bir ütopyanın “modern üretime ait gerekli koşullara uygun düşmediğini göstermek suretiyle çürütülmesi mümkündür.”[19] Bu nedenle Sorel Marksizmi her türden toplum analizinden ve rasyonaliteden ayırır ve teorinin yerine kıyametvari şiddete yol açmak için gereken devrimci mitleri koyar. Sorel’de sosyalizmle, insanlar arasında yeni bir ahlakı teşvik eden bir din arasında çok az fark vardır.[20] Devrimci mitler bu ahlakı sağlarlar, oysa akıl ve Marksist materyalizm sağlayamaz. Genel grev miti yeni ritlerin, sembollerin, efsanelerin ve proleterleri aşkın, ebedi bir şeye bağlayan, öyle olmasını sağlayan bir yaratım için bir tür katalizör görevi gören bitmek tükenmek bilmeyen bir diriliş kaynağıdır.
Sorel sendikalist harekette sınırsız bir iman ve güven bulmasına karşın hareket beklentilerini karşılayacak kadar yaşama imkânı bulamaz. Sorel sendikalizmden ve proletaryadan kopar, Fransız aşırı sağıyla flört etmeye başlar. 1922’de ölmesinden önce Sorel’in politik tutkuları (kendisine ilham veren isim olduğunu söyleyen) Mussolini ve Lenin eliyle yeniden alevlendirilir.
Avrupa ve ABD’deki sendikalist hareketler büyük grevler gerçekleştirmesine karşın burjuva devletini yıkmayı becerememiştir. I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı güçlüklerden sendikalist hareket kurtulmayı başaramamış, hareket ya vatansever duygulara teslim olmuş ya da ezilmiştir. Sendikalizm aynı zamanda devlet iktidarı meselesi ve partinin rolü konusunda yetersiz olduğunu ispatlamıştır. Sonuçta hiçbir yerde genel grev sermaye düzenini yıkamamış, böylelikle sendikalizm güç sınavını geçememiştir. 1917’de Marksizmi yeniden dirilten, devrimci komünistlerin örgütlediği Bolşevik Parti olur. Parti Rusya’da iktidarı başarıyla ele geçirip yeni bir düzen tesis eder. Bolşeviklerin başarısı esas olarak teoriyle pratiğin birliğine, devrimci bir parti anlayışına ve sovyetlerin mevcut örnekliğine dayanmaktadır. Mariatuegui gibi dünya genelindeki komünistlere ilham veren işte bu fikirlerdir.[21]
Mariategui Marksizmi bir yöntem ve öğreti olarak ele alır. Sorel’in mitle ilgili düşünceleri onun determinizmle mücadelesinde katkı sunmuş, proletarya arasında kahramanlara özgü, devrimci bir eylemi teşvik etmesini sağlamış, nihayetinde yozlaşmış burjuva toplumu üzerine yeni bir sosyalist dünya kurmaları konusunda işçilere ilham vermiştir.
III. Mariátegui
José Carlos Mariátegui 14 Temmuz 1894’te (Bastille Günü’nde) Moquegua, Peru’da mütevazı bir liberal babanın ve (kendisini yetiştiren) dindar bir Katolik annenin altıncı çocuğu olarak dünyaya gelir. Mariátegui’nin gençliği dedesinin deri atölyesinde, oraya uğrayan emekçilerin hikâyelerini, büyük çiftliklerdeki serfliğe benzer çalışma ve yaşam koşullarına dair anlatılanları dinleyerek geçer. Sekiz yaşında geçirdiği kazanın ardından Mariátegui’nin sol bacağında kalıcı sorunlar ortaya çıkar. 1924 yılında bacağı kesilince geri kalan hayatını tekerlekli sandalyede geçirmek zorunda kalır.
Ailesinin yoksul olması yüzünden Mariátegui sekizinci sınıfta okulu bırakır ve ailesine destek olmak için işe girer. On beşinde Peru’da çıkan La Presna gazetesinde linotipçi olarak çalışmaya başlar. Gazetecilikte hünerini gösterince gazetede yazarlık ve editörlük yapmaya başlar. On altı yaşında sosyalizmle ilgilenir. Sonrasında ömrü kısa süren emek yanlısı iki gazete çıkartır. 1919’da işçi ve öğrencilerin taleplerini desteklemekle kalmaz, ayrıca kongreyi dağıtıp diktatörleşen Peru Cumhurbaşkanı Leguia’ya yönelik eleştirilerini de yoğunlaştırır. Hükümet kendisini eleştiren gazeteleri kapatır ve Mariátegui’yi “enformasyon temsilcisi” kılıfı altında Avrupa’ya sürgün eder.
Mariátegui 1919-23 arası dönemde Avrupa’da kalır. Burada edindiği tecrübe Marksist olarak olgunlaşmasına katkı sunar. Öncelikle Fransa ve İtalya’da yaşayan Mariátegui buralarda Antonio Gramsci, Benedetto Croce, Romain Rolland, Henri Barbusse gibi bir dizi aydın ve sosyalistle karşılaşır. İtalya’da iken ülkeyi sosyalist devrimin eşiğine getiren 1919-20’deki [biennio rosso] fabrika işgallerine tanık olur. Mariátegui 1921’de o ünlü Livorno kongresinde İtalyan Komünist Partisi’nin kuruluşunda da bulunur. Bu ülkede bir İtalyan kadınla tanışır ve onunla evlenir. Dört oğlu olur. Sonrasında Peru’ya dönen Mariátegui artık kendisini Marksizme adamış, çok yönlü bir isimdir.
Peru’da Mariátegui bir dizi politik çalışma içerisine girer. Perulu anarşist düşünür González Prada [1844-1918] adına kurulan Universidad Popular González Prada’da [González Prada Halk Üniversitesi] işçilere dersler verir. Peru Genel İşçi Konfederasyonu ile ölümü ardından Komünist Parti’ye dönüşecek olan Peru Sosyalist Partisi’nin kurulması amacıyla işçiler, sosyalistler ve sendikacılarla birlikte çalışmalar yürütür. Ayrıca Peru ve Latin Amerika genelinde sol ve sosyalist düşünceleri yaymak amacıyla Emek ve Amauta (Bilge Öğretmen) isminde iki yayın çıkartır. Ömrü boyunca üç kitabın altına imza atar. İlki Güncel Sahne, muhtelif dergilerde çıkan makalelerinden oluşmaktadır. İkinci ve en ünlü çalışması Peru Gerçekliği Üzerine Yedi Açıklayıcı Deneme Marksist analizin Peru’ya yaratıcı ve özgün bir tarzda tatbikini içermektedir. Mariátegui kitapta kültür, tarih ve eğitimle ilgili görüşlerinin yanısıra, devrim için yerlilerin önemine dair bir vurguyu içermektedir. Kitap Latin Amerika genelinde övgüler alır ve sadece Che Guevara gibi isimleri değil, yerli hareketleri ve kurtuluş teologlarını da etkiler. Yayınlanan son eseri bizim bu yazıda belirlediğimiz amaçlara en uygun olanıdır. Ölümünden sonra yayınlanan Marksizm Savunusu revizyonizm eleştirisini ve Leninist perspektiften devrimci marksizme yönelik bir savunuyu içerir. Mariátegui’nin yazıları nesnel değil alabildiğine taraflıdır: “Bir kez daha tekrarlamam gerekir ki ben tarafsız, nesnel bir eleştirmen değilim. Ulaştığım hükümler ülkülerim, duygularım ve tutkularımdan beslenmektedir. Aleni ve kararlı bir hırs ve tutku ile yazıyorum: amacım Peru sosyalizminin oluşturulmasına katkı sunmak.”[22] Maalesef sağlığının kötüleşmesine bağlı olarak Mariátegui otuz altı yaşında iken, 16 Nisan 1930 tarihinde vefat eder.
Mariátegui Marksizm Savunusu’nda Marksizme yönelik dogmatik olmayan, determinizm karşıtı bir yaklaşım sergiler ve (Sorel’den ilhamla) mitlerin, ahlakın ve sembollerin önemini tartışır. Ama Sorel’den farklı biçimde Mariátegui esas olarak Marksist teorinin önemine vurgu yapar ve “Proletarya bugün her zamankinden daha fazla olmak üzere, dünyada olanbiteni bilmeye ihtiyaç duymaktadır” der.[23] Ona göre proletaryaya rehberlik edecek yegâne teori de Marksizmdir: “Sosyalizm Marx ile başlayarak yeni bir sınıf anlayışı, kapitalizme dair çalışmadan tiksinerek bu türden bir çalışmayı reddedenlerin romantizmi ile hiçbir müşterek yanı olmayan bir teori ve hareket olarak ortaya çıkmıştır.”[24] Mariátegui’ye göre, bir Marksist görüş sadece hedef konusunda bir netlik, vuzuh temin etmekle kalmaz, ayrıca o hedefe ulaşmak için gerekli devrimci politik eylem olarak işgörür.
Ancak Marksizm, gene de sosyal demokratlara has revizyonizmde mündemiç olan aşamacı evrimcilik de değildir. Aksine onun işçi sınıfını eyleme teşvik etmek için ona devrimci bilinci aşılaması gerekir. “Devrimci olması gereken, bu nedenle bu adı alan Marksizm hiçbir zaman pasif ve kaba bir determinizme itaat etmemiştir.”[25] Mariátegui’nin ifadesiyle, kapitalizm kendi başına yıkılmaz, bunun için sömürülenlerin bilinçli gayreti gerekir. Kapitalizmden kurtulmanın bundan başka bir yolu yoktur. Marx’ın eleştirisi kapitalizm var oldukça geçerliliğini koruyacaktır. O dünyanın dönüştürülmesine dönük kesintisiz mücadelenin içindedir. Bu mücadele proletaryanın kitlesel eylemleri ya da Marksist teorinin sürekli yenilediği sosyalizmin inşası dâhilinde süren bir mücadeledir. Teori ile pratiğin yenileyici etkileşimi olmaksızın Marksizm sönümlenmeye ve ölmeye mahkûmdur. “Sosyalizm ya da başka bir ifadeyle, kapitalist toplumsal düzeni kolektivist bir düzene dönüştürme mücadelesi bu eleştiriyi diri tutar, sürdürür, teyit eder ve düzeltir. Onu basit bir bilimsel teori olarak kategorize etmeye dönük her türden gayret nafiledir, zira Marksizm kitle hareketinin yöntemi ve temel öğretileri olarak tarih içerisinde işlemeye devam eder.”[26]
Ortada saf ve devrimci olduğu düşünülen, bu “kutsal metinler”in tefsirinin geleceğe uzanan yolun tek gerçek haritasını sunacağına inanan “Marksist” teoriler mevcuttur. Bu insanlar fitili tutuşan devrimin olayların nasıl seyredeceğine dair ortodoks anlayışlarından ayrıştığını ya da halkın barikatlara doluştuğunu gördüğünde devrimin şeytanın iğvasına kapıldığını düşünürler. Bu türden isimler beklenmeyen devrimin içinden şeytanı çıkartmak için kendi seçtikleri Marksist alıntılardan oluşan “kutsal su”yu serpip dururlar. Onların tutkuyla bekledikleri “gerçek devrim”e birilerinin halel getirmesine izin verilmemelidir. Doğru sure ve doğru ayet dile dökülür dökülmez papazın önerdiği kefaret de ödenmiş olur. Devrim kapı dışarı edilebilecek bir şeydir, bu sayede saflık yanlısı bu isimler beklemeye kaldıkları yerden devam ederler. Oysa mücadelenin ateşinden beslenmeyen bir Marksizm ne türden devrimci arzuları olursa olsun esasında çürümekte olan bir cesettir. Mariátegui’nin tespit ettiği üzere, devrimcilerin görevi Marksizmi Peru’nun (ve daha geniş manada dünyanın) somut gerçekliğine dönük bir inceleme gerçekleştirmek amacıyla, mevcut duruma tatbik etmektir. Gerekli stratejiler ve eylemler ancak böylesi bir analiz üzerinden geliştirilebilir.
Sorel’in izinden giden Mariátegui burjuva toplumu çöküşle aşılacağından proletaryanın bir devrim yapmasının zorunlu olduğunu söyler. Bu çöküşün izlerini sanatta, edebiyatta ve aydınlarda bulmak mümkündür. Burjuvazi vizyona ve belirli bir hedefe sahip genç, yiğit ve yükselişte olan bir sınıftı ama her şey değişti. Modern burjuvazi kralları devirip cumhuriyetler kurmuş olan Jakoben atalarına kıyasla soluk bir gölge gibidir. Üretici güçleri, bilimi ve aklı ile burjuva toplumu bugün tüm dünyayı kaplamış ve feodalizmle dinî inanca ait tüm bağları kopartmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı felâket ve Rus Devrimi’nin ardından Mariátegui şu sonuca ulaşır: “Burjuva medeniyeti mit, iman ve umuttan mahrumdur, asıl muzdarip olduğu husus da budur.”[27] O sunakları harap etmiş ama yerine bir şey koymamıştır. Mariátegui’nin kanaatine göre bilim ve akıl dinin eski mitlerinin yerine ikame edilme noktasında yetersizdir: “İnsanda varolan sonsuzluk ihtiyacını ne Bilim ne de Akıl karşılayabilir. Akla çeşitli itirazlar gerçekleştirilmiştir, bu da onun insanlık nezdinde yetersiz olduğunu ortaya koymaktadır.”[28]
Akıl ve bilim ancak belirli bir yere kadar idare edebilir. Bunlar mitlerin doldurduğu yoldan, insan ruhundaki boşluğu kapatamaz. “İnsanlığın en derinindeki nefsin tatmini denilen o kıymetli fazilete sadece mit sahiptir.”[29] Burjuva medeniyeti mukaddes olan her şeyi lime lime etmiş, insanları bitmek tükenmek bilmeyen bir kâr hırsı ile hiçbir kimliği ve niteliği olmayan piyasanın yönettiği atomize edilmiş bireylere dönüştürmüştür. Burjuva kültürünün her yerine büyük ölçüde şovenizm, bayağılık, ırkçılık, cinsellik ve bencillik nüfuz etmiştir. İngiliz Marksist Christopher Caudwell’in de tespitiyle burjuva kültürü ölmekte olan bir kültürdür. İnsanların montaj bandında konuşan birer alete, sömürgelerdeki kölelere hangi vampirlerin yöneteceğini tayin etmek amacıyla yürütülen siper savaşlarında toplu biçimde kıyıma tutulan birer askere indirgenmesi bu kültürün doğal bir sonucudur. Bu, herhangi bir ülkünün değil, ölmeyi hak eden, yozlaşmış ve hastalıklı bir toplumdur.
O hâlde mitlerden mahrum olan burjuva dünyanın yerine ne konulmalıdır? Mariátegui’ye göre insan “metafizik bir hayvandır. O metafizik bir hayat anlayışı olmaksızın üretken bir tarzda yaşayamaz. İnsanı tarih içerisinde hareket ettiren mittir. Mit olmadan insanlık tarihinin bir anlamı kalmaz.”[30] Burjuvazinin kırılan putları yerine ancak yeni bir mit konulabilir. Bu yeni mit komünist devrimdir. Proletarya bu mit için “tutku ve aktif bir imanla” dövüşür.[31] Mariátegui’ye göre kapitalizm insanlığa “proletaryanın tasvip edebileceği” hiçbir şey sunamaz.[32]
Proletaryanın kahramanca eylemler içerisine girebilmesi için onun bilincinin dönüştürülmesi gerekir. Proletarya pastadan alacağı büyük bir dilimle tatmin olamaz, dünyanın mevcut gidişatını asla kabul edemez. Devrimci bir sınıf bu gidişatı reddeder ve onu değiştirmek için mücadeleye girer. Bu amaç doğrultusunda işçilere lazım gelen, “alabildiğine antisosyal olan, anarşizme özgü bireyci ve bencil ruh hâlini aşmaktır. Bu ruh hâli eski burjuva liberalizminin soysuzlaştırılmış, azdırılmış bir hâlinden başka bir şey değildir. Proletaryanın aşması gereken ikinci şeyse korporatizm, işkolu ve meslek kategorisine has ruh hâlidir.”[33] Sınıf bilincinin gerçek manada gelişip olgunlaşması için işçilerin dar ve gündelik ufuklarının, işkollarının sınırlarının ötesine bakmaları, dünya genelinde dost işçilerle paylaştıkları müşterek konumu görmeleri gerekir. Daha da önemlisi komünist bilinç Lenin’in halk kürsüsü olarak adlandırdığı ülküyü kuşatmalı, “nerede ortaya çıktığına, halkın hangi katmanını veya sınıfını etkilediğine bakmadan, zulmün ve zorbalığın her somut dışavurumuna tepki koyabilmelidir.”[34] Bu da kendi yurttaşlarınca birer “hain” olarak görülseler bile, sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketleriyle ve Fransa, Britanya veya ABD’deki devrimcilerle dayanışma içerisinde olmayı gerekli kılar. Esasen bu türden bir ihanet devrime ve insanlığa sadakatin bir tecellisidir. Halk kürsüsü nezdinde kadın hakları mücadelesi, ırkçılık karşıtlığı veya homofobiye karşı mücadele dikkati dağıtan birer olgu” veya “bölücü birer müdahale” değil, müşterek kurtuluş mücadelesinin birer parçasıdır.
Gene de belirtmek gerek: sınıf bilinci bunun ötesine geçer ve sadece ezilen-sömürülenle dayanışma içinde olmayı ifade etmez. Bu bilincin güç ve yönelim kazanması için disipline ve örgüte ihtiyacı vardır. “Sizlere öncü proletaryaya gerçekçi bir tarih anlayışı yanında yaratım ve uygulama için gerekli kahramanca iradeyi vermenin gerektiğini söylemek istiyorum. Durumunu düzeltmeye dönük arzu ve esenlik konusunda belirli bir iştah duymak kâfi değildir.”[35] Proletaryanın ateşi yeni toplum vizyonu ile yakıldığında işçiler bu toplumun “ekonomi yasaları”nın değiştirilmesi mümkün olmayan gelişimi sonucu gökten zembille inmeyeceğini, örgütlenme ve aktif mücadele yoluyla gerçekleştirileceğini bileceklerdir. Bu mücadele öncünün sömürü ve zulümden azade, yeni bir eşitlikçi toplum “mit”inden ilham almasını gerekli kılar. Devrimcilerin hapishanelerden dimdik çıkmalarını, barikatlarda savaşılmasını, her şeyi imkânsızmış gibi gösteren gerçekliğe karşı birlikte şarkılar söyleyip yürümeyi mümkün kılan Marksist teori veya bilime ait metinler değil, işte bu ülküdür. Bu mitin peşinden gitmekle “yoldaş” kelimesi bir kelime olmanın ötesine geçer, somutlaşır, böylece Enternasyonal Marşı’nın sözleri ulaşılacak birer ülkü hâlini alır. “Devrimciler kudretini bilimden değil, imanlarından, tutkularından ve iradelerinden alırlar. Bu dinî, mistik, ruhanî bir güçtür. Bu, mitin gücüdür.”[36]
Nihayetinde bugün proletarya bir mit değil, yeni ve üstün bir medeniyet yaratmak için mücadele ediyor. Mariátegui’nin ifadesiyle, “Biz Amerika’da sosyalizmin taklit ve kopya edilerek uygulanmasını kesinlikle istemiyoruz. O kahramanca bir yaratım olmalıdır.”[37] Burada kahramancılık proletaryanın tarihsel misyonunun farkında olmasını, yönetici sınıfın kölelik zincirlerini kırmasını, insanlığın kaderini eline almasını ve sosyalizmi kurmasını ifade eder. “Yükselişine ait tüm ulvi ve kahramanca unsurları kendi içinde barındıran sınıf mücadelesinde proletarya kendisini ‘üreticiler’ ahlakı ile donatmalı, ‘kölelik ahlakı’ndan ve onun uygulanması için işgüzar bir biçimde çalışma yürüten, bu ahlakın materyalizminden korkan, bedavaya ahlak çalışıp duran profesörlerinden uzaklaşıp ayrışmalıdır. Yeni bir medeniyet, kölelik ve sefaletten başka bir meziyeti veya marifeti bulunmayan zavallı kölelerin acıklı ve aşağılanmış dünyasından doğmayacaktır.”[38]
Oysa reformistler bu türden bir vizyonu ütopik bulmaktadırlar, zira kapitalist devletin devrimci manada yıkılması kaçınılmaz olarak üretimin aksamasına, kitlesel başkaldırılara yol açacak, böylesi bir sosyalizm burjuva topluma kıyasla daha düşük bir üretim düzeyinden işe başlayacaktır. Muhtemelen Mariátegui de bizimle aynı fikirdedir, zira o “tüm dünyadaki devrimciler şiddetin mağdurları ya da şiddeti kullanma arasında tercih yapmak zorundadırlar.” demektedir.[39] Bir devrimin her şeyi aksatması gayet doğaldır. Başka ne beklenebilir ki? Ancak öte yandan bir de her bir devrimde rastlanabilecek kahramanlara özgü destanlara tanık olunmaktadır. Rusya’da on dört ordudan kovulup Kızıl Ordu’da birleşen yoksul askerler, beş yıllık plan esnasında yeni fabrikaların inşasına dönük o inkâr edilemez coşku, sanatın halka taşınması, ayrımcılıktan veya teslimiyetten azade yeni ritüellerin, kültürün ve değerlerin üretilmesi bu tip destansı gelişmelere örnektir. Tüm bu eylemler artık enkaz altında olabilir ama yeni bir sosyalist dünya bu enkazın yerinde yükselecek ve kurtuluşa ermiş insanlığın çıkarlarına hizmet edecektir. Muhtemelen Mariátegui devrimci iyimserliğini ifade eden İspanyol anarşist Buenaventura Durruti’nin şu ifadesine onay verecektir: “Biz işçiyiz. Onların yerine başka binalar inşa edebiliriz. Üstelik daha iyilerini. Enkazın varlığından asla korkmuyoruz. Tüm dünya bizim mirasımız. Burjuvazi tarih sahnesinden çekilmezden önce dünyayı tahrip ve mahvedebilir. Biz burada, kalplerimizde taşıyoruz yeni dünyayı. Bu dünya şu dakika büyüyor içimizde.”[40]
Mitler konusunda Sorel’e itiraz eden Mariátegui’ye göre onlar Marksist teori ve analizin yerini alamazlar ama Marksizm için gerekli bir tamamlayıcıdırlar. Devrimci proletarya dünyayı değiştirmek için onu bilmelidir ama bu yeterli değildir. İşçi sınıfının gerçek bir sınıf bilincine kavuşması ve yeni bir düzen kurması için onun devrimci mitlerden ilham alması gerekir. Mitler proletaryanın daha gelişkin bir hayat anlayışına kavuşmasını sağlar ve ona kendisini bekleyen tehlikeler ve çilelerle yüzleşmesi için gerekli imanı verir. Ama gene de Mariátegui devrimci mitlerin gücünün uzaktaki bir ülküye dönük imanla sınırlı olmadığını, onun kitlelerin komünizm “mit”ini gerçekliğe dönüştürmelerine imkân sağlayacağını söyler.
IV. Harekete Ait Mitler[41]
Marksizmin, sosyalizmin ve komünizmin bilimsellik ve sekülerlik iddialarına karşın bizim hareketimiz mitlerin, sembollerin ve ritüellerin gücünden bağışık değildir. Mitler ve “yanlış bilinç” kabul edilmesi gereken maddî bir varoluş zeminine sahiptir. Esasında kitle politikası imgeler ve mitler olmaksızın kavranamaz. Sosyalist politika sadece gazete satarak ya da (her ne kadar teori kesinlikte gerekli ise de) altyapı ile üstyapı veya emek-değer teorisini izah ederek halkın kafasındaki “yanlış bilinç”le rasyonel biçimde mücadele etmek suretiyle yapılamaz. Sosyalizmin ve komünizmin politikası birçok düzeyde işler. Bir yandan yanlış fikirlere karşı rasyonel bir mücadele yürütür bir yandan da sembolleri ve mitleri içeren bir mücadele verir.
Rahiplerin kandırılmış, kolayca maniple edilen insanlar olduğuna inanan en rasyonalist ve en seküler komünist hareketlerde bile mit ve semboller önemli bir rol oynamışlardır. İsyancı Louis-Auguste Blanqui’nin başını çektiği, on dokuzuncu yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan Blankici komünistler buna örnektir. Blanqui’ye göre “komünizme ancak aydınlanmanın mutlak zaferiyle ulaşılabilir.” Blankicilerin istifade ettikleri yöntemlerden biri, yönetici sınıfa “manevi destek” sunan Katolik Kilisesi’ne saldırmak amacıyla çıkarttıkları din karşıtı gazetelerdir. Bu sayede insanları uyandıracaklarına inanmışlardır. Blankiciler nihayetinde devrimin zafere ulaşması için gerekli olanın örgütlü bir komplo olduğuna inanmış, bu komploya aydınlanmış elit bir kesimin öncülük edeceğini düşünmüşlerdir. Dolayısıyla hareket isyan konusunda işçi kitlelerine güvenmemiş, yönetici sınıfın ve rahiplerin etkisi altında olmaları sebebiyle bu kitlelerin isyanının imkânsız olduğuna kanaat getirmiştir. Blankici darbe eski düzeni yıkma noktasında başarılı olduğu takdirde Blankiciler halkı seküler ve cumhuriyetçi değerlere göre eğitme görevini ifa edecek “aydınlanmış bir diktatörlük” kuracaklardır.
Oysa seküler Blankiciler bile ritüellerin, sembollerin ve mitlerin hükmü altındadırlar. Bir üye gizli derneğe katıldığında oldukça detaylı bir kabul törenine tabi tutulmakta, bu törende gözleri bağlı olan kişi cumhuriyet için dövüşmeye, aristokratlarla krallardan sonsuza dek nefret edeceğine yemin etmektedir. Bu yemini bozmanın cezası ise ölümdür. Blankicilerin kabul töreni ritüellerini icat eden kendileri değildir, Masonlar ve Karbonariler gibi başka seküler hareketlerden taklit edilmiştir. Devrimci komplo faaliyetine kabul töreni Katolik Kilisesi’nin onay verdiği türden bir kutsal ayine benzemektedir.
Blankiciler cumhuriyet kurmak için yemin ederlerken, bu terimin anlamı bile onlar için muğlâktır. Komplo örgütünün birçok üyesi gençtir ve hiçbir vakit bir cumhuriyette yaşamamışlardır. “Cumhuriyet”, tarih okumaları veya Robespierre’in konuşmaları üzerinden ağızdan ağza aktarılan bir mit ve bir ülküdür. Ama gene de devrimin nihai zaferi için hayatlarını riske ederken işte bu cumhuriyet mitinden ilham alırlar. Dahası Blanqui’nin ismi bile sadece örgütün üyeleri değil, Fransız işçiler için de bir sembol ve mittir. Blanqui’nin teorik zayıflığı veya devrime dönük yaklaşımının yaşadığı iflasa karşın şu söylenmelidir: o teslim olmaksızın işkenceye direnmiş, ömrünün yarısını hapishanede geçirmiş bir kişidir. Milyonlar için o, zulme direnmenin ve komünist ülküye bağlılığın temsilidir. Alain Badiou’nün ifadesiyle, “özgürlükçü politika temelde isimsiz kitlelerin politikasıdır. O, faniliğin sınırlarını zorlamanın bir kanıtı olarak kişinin ayrıksı ve şanlı bireyselliğinin aracı oluşunu keşfeden Blanqui (veya Che ve Lenin) gibi uygun isimler aracılığıyla gerçekleşir. Aslında temsil edilemez olan milyonlarca militan, isyancı ve savaşçının anonim eylemi tek basit, güçlü bir uygun isimde meczolur ve o isimle anılır.”[42] Rasyonalist ve ateist Blanqui’nin hem mitin hem de sembolün gücünü yüklenmesinin sebebi budur.
Tıpkı dinler gibi işçi hareketleri, anarşist hareketler, sosyalist ve komünist hareketler de kendi sanatını, sembollerini, eğitimini geliştirirler ve bir cemaat anlayışı sunarlar. Başkaları ne türden eleştiriler yöneltirlerse yöneltsinler Fransız Komünist Partisi (FKP) ve Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) sırf meclise gönderilmiş temsilcilerden ibaret değildir. Her iki parti de üyelerine ve işçi sınıfına alternatif yaşam tarzları sunmuşlardır. SPD üye ve sempatizanları için kütüphaneler, spor ligleri, korolar ve satranç kulüpleri kurmuştur. Bir işçi FKP veya SPD’nin üyesi olmasa bile cemaat anlayışına içerilmiş, partilerin destekledikleri alt kültür dâhilinde işçi sınıfı mücadelesinin ve sosyalizmin ortak değerlerine destek sunmuştur. Bu da militanlara ve partiyi dışarıdan destekleyenlere hâkim burjuva ideolojisi ve kültürünün saldırılarına tahammül etme noktasında gerekli olan ortak “inancı” geliştirme imkânı sunmuştur. Parti militanları ve sempatizanlar burjuva ideologlarının argümanlarını çürütme imkânına sahip değillerdir. Ama sosyalizme ikna edildiklerinde ve proleter mücadele ve partinin oluşturduğu kültür içerisinde buldukları ortak mitler, ritüeller ve sembollerin beslediği inancı edindiklerinde bükülmesi imkânsız bir bilince sahip olurlar. Bu sayede sosyalist hareketler bir tarikat değil, politik, ekonomik, ideolojik, kültürel ve toplumsal hayatın tüm yönlerini kucaklayan, ortak bir inanca sahip bir militanlar cemaati hâline gelirler.
Hareketler ayrıca kendi estetiklerini ve giyim tarzlarını geliştirirler. Örneğin İç Savaş esnasında Bolşevik Parti militanları devrimci coşkunluğu sembolize etmek anlamında deri ceket ve asker botları giyerler. Bolşevikler ayrıca sanatta avangard yaklaşımı benimserler. “Kızıl Kamayla Beyazları Yenin” isimli çalışmadaki sembolik imge bunun bir örneğidir. Devrimci davaya ait değerleri komünistlere, sanatçılara ve işçilere taşıma noktasında orak-çekiç amblemi de güçlü bir temsil olarak iş görmüştür. Ayrıca devrimci hareketler hareketin değerlerini semboller, hikâyeler ve imgeler yoluyla aktarma imkânları sunmuşlardır. Bu amaçla karikatür, afiş, proleter edebiyat, sloganlar, şarkılar, tiyatro oyunları ve şiirden istifade edilmiştir. Her bir hareketin estetiği zamana göre değişmekte ve kendine özel bir nitelik arz etmektedir. Örneğin her iki hareket radikal bir estetik üretmişse de Kara Panterler’in beresi ve silâhları ile 1840’larda Alman radikallerinin uzun sakalları birbirinden farklıdır.
Kabul etmek gerek ki tıpkı dinler gibi mitler, ritüeller ve sembollerin de sosyalist ve komünist hareketleri kötü etkileyen bir yanı vardır. Herhangi bir bahaneye sığınmaksızın, FKP’nin esasen Katolik Kilisesi’nin seküler muadili olduğunu söylemek gerekir. İkisi arasında dogma, kitabî yaklaşımlar, azizler, şehidler, sapkınlıklar ve şeytanî isimler konusunda belirli bir paralellik mevcuttur. Partiden uzaklaştırılan Troçkist ve Maoist muhalifler partiden dışlanmış, görmezden gelinmiş hatta fizikî saldırılara maruz kalmışlardır. Militanların Sovyetler Birliği’nin sosyalist referanslarını veya dış siyasetteki ani dönüşlerini sorgulamalarına izin verilmez, zira bu, işçilerin moralini bozacak ya da onların devrimci davaya olan inançlarını kıracaktır. FKP içerisindeki Louis Althusser gibi aydınlar partiye dönük eleştirilerini ya örtük veya gizli bir dille ifade etmişler ya da tümüyle susmuşlardır. Aksi takdirde bu isimlerin partiden ihraç edilmesi ve (partiyle ifa edilecek) büyük tarihsel misyona katılma şansını yitirmesi kaçınılmazdır. Ayrıca dava için çalışmayan komünist militanların kaderi ölümden bile beterdir.
Örneğin Sovyetler Birliği’nde ister meşru eleştiri isterse farklı çizgileri savunmak suretiyle olsun, davaya dönük “inanç eksikliği” gösterdiği düşünülenler sadece “sadık bir muhalif” değil, ayrıca bir hain olarak görülmüşlerdir. Lider üzerine şüphe düşürmek veya onu sorgulamaksa yabancı sınıf güçleri veya faşizmle işbirliği yapmak demektir. Esasında otuzların büyük tasfiye mahkemeleri (teyit eden ya da kanıtlayan her türlü unsurdan mahrum olsa da) legalite ve hukuk sisteminin tuzaklarına rağmen, sapkınlığın ihanet ve inançsızlıkla eşanlamlı görüldüğü bir mahkemeden çok Katolik engizisyonu gibi işlemişlerdir. Nihayetinde suçlananların suçlarının tek kanıtı onların itiraflarından ibarettir. Sovyet mahkemelerindeki yöntemlerin Engizisyon’daki yöntemlere yönelik benzerliğini suçlanan isimlerden biri olan Nikolai Buharin şu şekilde ifade etmektedir: “Esas olan suçlanan kişinin itirafı. Bu ise Ortaçağ’daki hukuk sisteminin bir ilkesi.”[43]
V. Sonuç
Radikal hareketlerde mitlerin benimsenmesi dogmalara ve bu tür Engizisyon’a has sorgulamalara yol açsa da onları içermeyen bir politikayı tahayyül etmek imkânsızdır. Mitlerin varoluşunda “yalnış bilinç” meselesini ele alan rasyonalist teorilerin kabul etmedikleri maddî bir gerçeklik mevcuttur. Radikalizmin mitleri, sembolleri ve ritüelleri geçmişi anımsama, geleceği tahayyül etme tarzımızın bir parçasını teşkil ederler ve komünist ülkü için nasıl yaşayıp nasıl öleceğimizi bilmemizi sağlayacak, dayanışmaya ait müşterek bir bağ kurarlar.
Doug Enaa Greene
6 Ağustos 2015
Dipnotlar
[1] Joseph Campbell, The Power of Myth (New York: Anchor Books, 1991), s. 38.
[2] A.g.e., s. 39.
[3] Louis Althusser, On the Reproduction of Capitalism (New York: Verso Books, 2014), s. 156.
[4] A.g.e., s. 259.
[5] A.g.e., s. 251.
[6] A.g.e., s. 220.
[7] Campbell 1991, s. 14.
[8] A.g.e.
[9] A.g.e., s. 39.
[10] Jose Carlos Mariátegui, Seven Interpretive Essays on Peruvian Reality (Austin: University of Texas Press, 1971), s. xxxiv.
[11] Mariátegui, “The World Crisis and the Peruvian Proletariat,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 296.
[12] Mariátegui, “The Heroic and Creative Sense of Socialism,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 212.
[13] Mariátegui, “Marxist Determinism,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 208.
[14] Mariátegui, “Modern Philosophy and Marxism,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 194.
[15] Mariátegui, “Man and Myth,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 383.
[16] A.g.e.
[17] A.g.e.
[18] A.g.e., s. 384.
[19] A.g.e., s. 387.
[20] A.g.e.
[21] Mariátegui, “Message to the Workers’ Congress,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 181.
[22] V. I. Lenin, “What is to be Done?”, Marxists Internet Archive.
[23] Mariátegui, “Message to the Workers’ Congress,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 185.
[24] Mariátegui, “Man and Myth,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 387.
[25] Mariátegui, “Anniversary and a Balance Sense,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 130.
[26] Mariátegui, “Heroic and Creative Sense of Socialism,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 212-3.
[27] Jose Carlos Mariategui, “Ethics and Socialism,” Marxists Internet Archive.
[28] Abel Paz, Durruti in the Spanish Revolution (Oakland: AK Press, 2007), s. 478.
[29] Jose Carlos Mariátegui, “Henri de Man and the Crisis of Marxism” Jose Carlos Mariátegui: An Anthology içinde, ed. Harry E. Vanden ve Marc Becker (New York: Monthly Review Press, 2011), s. 189.
[30] Mariategui, “Man and Myth,” Mariategui: An Anthology içinde, 2011, s. 387.
[31] Zeev Sternhell, The Birth of Fascist Ideology (Princeton: Princeton University Press, 1994), s. 40.
[32] Bkz.: John L. Stanley ed., From Georges Sorel: Essays in Socialism and Philosophy (New Brunswick: Transaction Publishers, 2002) s. 30-1 ve 154-5; ve Sternhell 1994, s. 21, 39-40.
[33] “The Ethics of Socialism” From Georges Sorel içinde, 2002, s. 106; Sternhell 1994, s. 43-46.
[34] Aktaran: Sternhell 1994, s. 42.
[35] Bkz.: From Georges Sorel 2002, s. 10.
[36] Georges Sorel, Reflections on Violence (New York: Cambridge University Press, 2004), s. 34.
[37] Bkz.: “How anarchists, syndicalists, socialists and IWW militants were drawn to Bolshevism: four case studies” isimli makalem: LINKS International Journal of Socialist Renewal.
[38] Sorel 2004, s. 112 ve 243.
[39] A.g.e., s. 250 ve 238.
[40] A.g.e., s. 249 ve 161.
[41] A.g.e., s. 75 ve 72.
[42] A.g.e., s. 110.
[43] A.g.e., s. 30.
[44] A.g.e., s. 29.
[45] A.g.e., s. 28.
[46] A.g.e.
[47] A.g.e., s. 29.
[48] A.g.e., s. 30.
[49] Bkz.: How anarchists, syndicalists, socialists and IWW militants were drawn to Bolshevism: four case studies” (dipnot 9).
[50] Ayrıca Mike Ely’nin şu iki makalesinden istifade ettim: “Sing our own song: “Igniting a communist aesthetic renaissance,” Kasama Project ve “Communist foreshocks: Words, ritual and symbols,” Kasama Project.
[51] Alain Badiou, The Communist Hypothesis (New York: Verso, 2010), s. 249-50.
[52] Robert C. Tucker ve Stephen Cohen, ed. The Great Purge Trial (New York: Grosset and Dunlap Publishers,1965), 667. Ayrıca bkz.: Isaac Deutscher ve David King, The Great Purges (New York: Basil Blackwell Publisher, 1984).

0 Yorum: