Ankara İletişim’de solcu öğrencilere sağcılar
saldırıyorlar. Medya düzleminde bu olay, mutat bir şekilde, gene “oruç ve
Ramazan” üzerinden takdim ediliyor ve solculara oruç tutmadıkları için
saldırıldığı haberleri yapılıyor.
Bina içine, helikopterin düşmesi sonucu ölen
askerlerin isimlerinin yazıldığı bir pankart ve Türk bayrağı asılıyor. Sağcılar, aslında solcuların bunları indirdiği iddiası üzerine saldırıyorlar.
Olayla ilgili sosyal medyada paylaşılan bir videoda,
oruç tutmayanlara saldıranların “şehitler ölmez vatan bölünmez” diye
bağırdıkları, solcu gençlerinse, üç gün önce Yüksel direnişçilerinin üzerine
plastik mermi yağdıran polislerden yardım istedikleri görülüyor. Bir yandan da
bazı sol yapılar, helikopterin düşmesi sonucu ölen komutanlardan birinin Deniz
Gezmiş ile ilişkisine dair yazılar paylaşıyor. Fiiliyatta düzlem din ve
gericilik olunca, devlet içerisinden birilerinden yardım talep etmek de mümkün
hâle geliyor. Oysa bu tür gerçekdışı propaganda yöntemleriyle bir yere
varılamıyor.
Bu ortamda Metin Çulhaoğlu, solun sağa laf
anlatmasının anlamsızlığına vurgu yapıyor.[1] Bu noktada aklında tabii ki
parlamentarizm ve seçim var, ölçüyü buradan çekiyor, aklı sadece buna yetiyor. Çulhaoğlu
yazısında, sağ tabana hitap etmenin sağın “demek ki bugüne kadar hep doğru yerde
durmuşuz” demesine neden olacağı uyarısında bulunuyor. Doğruda durmanın
filozofu, kendi mandırasında hep “doğru”ya ve “durma”ya vurgu yapıyor.
“Duran filozof”, duran adam gibi, geri çekilmeyi vaaz
ediyor. Kendi yoldaşlarının gözyaşları içinde Mülkiye Marşı okumalarına ses
etmiyor, “Beklesin Türk Oğlunun azminden, kuvvet bulmayan/Sel durur, yangın
söner, elbette bir gün ey vatan” demelerini o “vatanseverlere hitap” olarak
değerlendiriyor ve onların doğru yerde durduklarını örtük olarak söylemiş
oluyor. Buradan da Türk Oğlu’nun bugün okula yönelik saldırısına laf etme
imkânını doğalında yitiriyor. Yoldaşları “Mahir Çayan’ı Ahmet Taner Kışlalı’ya
ve Uğur Mumcu’ya bağlıyor”. Demek ki bu solcular, Kışlalı ve Mumcu’yu da solcu
kabul ediyorlar ve aslında onlara “siz doğru yerde duruyorsunuz” demiş
oluyorlar.
Bu, Suat Parlar’ın yazısında bahsini ettiği, siyaset
içi gerilimlerde solun hiçbir zaman farklı bir konumu dikkate almamasının bir
sonucu.[2] Tepede filler tepişirken, sol onlara öykünüyor, üzerine binebileceği
günün hayalini kuruyor, ama sonuçta o filler, sola çimen olduğunu her fırsatta
hatırlatıyorlar. Sol ise fil olmak yerine, onları telef eden birer ebabil kuşu
olmayı hiç akletmiyor, başka bir güce, başka bir zemine hiç bakmıyor.
* * *
Binyılın başında Çulhaoğlu’nun eski bir yoldaşının
eline bir belge geçiyor. Ali Ata isimli bu kişiyle o günlerde tanışıklığı olan
arkadaşın anlatımıyla bu belge, Nâzım Hikmet ile alakalı. Güya işten atılmış
bir nüfus müdürlüğü çalışanı, “bir tür intikam” niyetine, bu gizli belgeyi
sızdırıyor. Kaynağı böylesi bir yalana dayandırılan bu belge, Nâzım Hikmet’in hâlâ daha vatandaş olduğunu kanıtlayan,
nüfus sicil kaydı. Muhtemelen belgenin sızdırılması, Suat Parlar'ın “Nâzım'ı
sosyalistlerin elinden gasp etmeye niyetliler” dediği CHP ile ilgili. Bu işin
taşeronluğunu bir SİP’liye yaptırıyorlar. Çünkü aynı dönem, Nâzım’ın
kitaplarının bir bankaya satıldığı dönem.
O günlerde Mernis Projesi ile herkese bir vatandaşlık
numarası verilmiş ve bu belgede görüldüğü kadarıyla, Nâzım da bir numara almış,
üstelik o, kütükte hâlâ yaşıyor görünüyor. Anlaşıldığı kadarıyla Nâzım,
vatandaşlıktan alelacele ve hukuka aykırı olarak çıkartılmış. Çünkü aslında
başbakanın ve cumhurbaşkanının imzaladığı vatandaşlıktan çıkartma ile ilgili
kararnamede ismi geçen kişinin adı “Nâzım Hikmet”, oysa tarihte ve nüfus kayıtlarında
böyle biri yok, zira Nâzım’ın gerçek adı “Mehmet Nâzım Ran”. Bu yüzden ismi,
resmî kayıtlardan çıkartılamamış.
Celal Bayar ve Menderes imzalı belgeye bakıldığında,
Nâzım’ın “Sovyet ajanı” suçlamasıyla çıkartıldığı görülüyor. Belgede “Bu konuda
gerekli tetkike bile gerek yok” deniliyor. Ama aslında Nâzım, vatandaşlıktan
resmiyette çıkartılmıyor, sadece vatandaşlığının “ıskat” edildiğinden
bahsediliyor, yani Nâzım, sadece oy kullanma, evlenme gibi haklardan mahrum
kalıyor. Ayrıca kütük belgesine göre
Peki sonra ne oluyor? Belgeyi nasılsa ele geçirmiş
olan Ali Ata, yardım almak için Can Dündar ve Tarık Akan gibi isimlerin kapısını
çalıyor, ama kimse, ona gerekli ilgiyi göstermiyor. Nâzım Hikmet Vakfı, konuyla
hiç ilgilenmiyor. Herkes, “bize ne bundan!” diyerek yaklaşıyor meseleye.
Ardından Ali Ata, bu nüfus belgesini güvendiği bir
arkadaşına veriyor. Eski Kurtuluşçu olduğu düşüncesiyle, belgeyi teslim ettiği
kişi, o günlerde ATV’de (bugün sanırım Fox TV’de sonrasında Halk TV'de)
müdürlük yapan Sedat Bozkurt. Birkaç gün sonra ise NTV’de bir belgesel haberin
duyurusu yayınlanıyor. Ata’nın iddiasına göre Bozkurt, elindeki belgeyi
NTV’ye satıyor. Bunun üzerine Ata, “bari solcu bir yayın organında çıksın haber”
diyerek, Evrensel gazetesine gidiyor, ama bu gazete de konuyla pek
ilgilenmiyor. Olayı küçük bir haberle geçiştiriyor. Devamında Ali Ata, Ahmet Telli
ve Şükrü Erbaş gibi şairlerle buluşuyor, bu işe destek vermelerini istiyor, ama
onlar da Ali Ata'yı “bize ne Nâzım’dan da, vatandaşlığından da!” diyerek başlarından savıyorlar.
Peşinden de küfrü eksik etmiyorlar!
Sonra Ali Ata isimli bu kişi, belki de kariyerist bir
tutumla, bu süreci kitaplaştırıyor, ama bu kitaba da kimse sahip çıkmıyor.
Birkaç ay sonra ağır hastalanan Ata, vefatına yakın, yıllar önce güya ayrıldığı
örgütüne gidip “komünist olarak ölmek istiyorum” diyor, parti üyesi oluyor ve
bir TKP’li olarak vefat ediyor. Bugün partinin bu kitaptan haberi var mı,
bilinmez.
Bahsedilen Nâzım hikâyesi, ne hikmetse, ölüm orucu
sürecinde, “goşist siyaset”in ölümü karşısında avuç ovuşturulduğu bir dönemde
gündeme geliyor. Nâzım’ın vatandaşlığı, MHP’li Mehmet Gül’ün şaire ilgi
gösterdiği bir dönemde tartışmaya açılıyor. NTV’de yukarıda anlattığımız haber
çıktığı gün, dönemin içişleri bakanı, basının karşısına geçip, “nüfus
kayıtlarında bir yanlışlık olmuş, düzelttik, Nâzım’ın kaydını sildik” diyor.
Oysa hukuken bunun imkânı bulunmuyor. Mahkeme sürecinin işlemesi gerekiyor. Bir
bulunmayan şey de buna itiraz edecek bir sol. Ne vakıf, ne “partisi” ne de
aydınlar, buna bir laf ediyorlar. Ama hepsi, Rus işadamları ile birlikte Nâzım’ın
mezarında poz vermeyi biliyor.[3] Herkes, el ele, bu sürecin 2009’da AKP eliyle
Nâzım’a vatandaşlık verilmesi suretiyle sona erdirilmesi için uğraşıyor. Çünkü,
bakmayın şimdiki goygoya, AKP’nin ilk dönemine solun önemli bir kısmı alenen
veya zımnen destek sundu.
* * *
Ülkenin sıfırdan kurulduğuna, kuruluşta pay
alabileceklerine ikna edilen solun geleneği, daha da kökleşerek, bugüne
uzanıyor. Herkes Kadro oluyor. Bugün herkes, “hain, dönek, reformist”
denilen Şefik Hüsnü çizgisine geliyor. Bazen paşaların, bazen sivil
bürokrasinin, bazen resmi STK’ların eline kızıl bayrağı verince sosyalizm
gelecek zannediliyor. Sosyalizm iradesi bile kuruculara teslim ediliyor. Sadece
daha ilerici, daha demokrat ve daha liberal olunması telkin ediliyor. Bununla
yetiniliyor.
Solun damarlarında geçmişte milli eğitim bakanlığından alınan
para dolaşıyor. Bu sürece yine Nâzım gibi cevap vermek mümkün:
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
der.
Emrah Arben
3 Haziran 2017
Dipnotlar:
[1] Türkiye’de Sağ Taban”, 30 Mayıs 2017, İleri.
[2] Suat Parlar, “Nazım Bizim Kaybımız Olmayacak”, 2
Ekim 1999, Halk Sahnesi.
[3] Eren Balkır, “Kızıl Elma”, 3 Haziran 2016, İştirakî.
0 Yorum:
Yorum Gönder