03 Haziran 2017

,

Vatandaş Nâzım

Ankara İletişim’de solcu öğrencilere sağcılar saldırıyorlar. Medya düzleminde bu olay, mutat bir şekilde, gene “oruç ve Ramazan” üzerinden takdim ediliyor ve solculara oruç tutmadıkları için saldırıldığı haberleri yapılıyor.

Bina içine, helikopterin düşmesi sonucu ölen askerlerin isimlerinin yazıldığı bir pankart ve Türk bayrağı asılıyor. Sağcılar, aslında solcuların bunları indirdiği iddiası üzerine saldırıyorlar.

Olayla ilgili sosyal medyada paylaşılan bir videoda, oruç tutmayanlara saldıranların “şehitler ölmez vatan bölünmez” diye bağırdıkları, solcu gençlerinse, üç gün önce Yüksel direnişçilerinin üzerine plastik mermi yağdıran polislerden yardım istedikleri görülüyor. Bir yandan da bazı sol yapılar, helikopterin düşmesi sonucu ölen komutanlardan birinin Deniz Gezmiş ile ilişkisine dair yazılar paylaşıyor. Fiiliyatta düzlem din ve gericilik olunca, devlet içerisinden birilerinden yardım talep etmek de mümkün hâle geliyor. Oysa bu tür gerçekdışı propaganda yöntemleriyle bir yere varılamıyor.

Bu ortamda Metin Çulhaoğlu, solun sağa laf anlatmasının anlamsızlığına vurgu yapıyor.[1] Bu noktada aklında tabii ki parlamentarizm ve seçim var, ölçüyü buradan çekiyor, aklı sadece buna yetiyor. Çulhaoğlu yazısında, sağ tabana hitap etmenin sağın “demek ki bugüne kadar hep doğru yerde durmuşuz” demesine neden olacağı uyarısında bulunuyor. Doğruda durmanın filozofu, kendi mandırasında hep “doğru”ya ve “durma”ya vurgu yapıyor.

“Duran filozof”, duran adam gibi, geri çekilmeyi vaaz ediyor. Kendi yoldaşlarının gözyaşları içinde Mülkiye Marşı okumalarına ses etmiyor, “Beklesin Türk Oğlunun azminden, kuvvet bulmayan/Sel durur, yangın söner, elbette bir gün ey vatan” demelerini o “vatanseverlere hitap” olarak değerlendiriyor ve onların doğru yerde durduklarını örtük olarak söylemiş oluyor. Buradan da Türk Oğlu’nun bugün okula yönelik saldırısına laf etme imkânını doğalında yitiriyor. Yoldaşları “Mahir Çayan’ı Ahmet Taner Kışlalı’ya ve Uğur Mumcu’ya bağlıyor”. Demek ki bu solcular, Kışlalı ve Mumcu’yu da solcu kabul ediyorlar ve aslında onlara “siz doğru yerde duruyorsunuz” demiş oluyorlar.

Bu, Suat Parlar’ın yazısında bahsini ettiği, siyaset içi gerilimlerde solun hiçbir zaman farklı bir konumu dikkate almamasının bir sonucu.[2] Tepede filler tepişirken, sol onlara öykünüyor, üzerine binebileceği günün hayalini kuruyor, ama sonuçta o filler, sola çimen olduğunu her fırsatta hatırlatıyorlar. Sol ise fil olmak yerine, onları telef eden birer ebabil kuşu olmayı hiç akletmiyor, başka bir güce, başka bir zemine hiç bakmıyor.

* * *

Binyılın başında Çulhaoğlu’nun eski bir yoldaşının eline bir belge geçiyor. Ali Ata isimli bu kişiyle o günlerde tanışıklığı olan arkadaşın anlatımıyla bu belge, Nâzım Hikmet ile alakalı. Güya işten atılmış bir nüfus müdürlüğü çalışanı, “bir tür intikam” niyetine, bu gizli belgeyi sızdırıyor. Kaynağı böylesi bir yalana dayandırılan bu belge, Nâzım Hikmet’in hâlâ daha vatandaş olduğunu kanıtlayan, nüfus sicil kaydı. Muhtemelen belgenin sızdırılması, Suat Parlar'ın “Nâzım'ı sosyalistlerin elinden gasp etmeye niyetliler” dediği CHP ile ilgili. Bu işin taşeronluğunu bir SİP’liye yaptırıyorlar. Çünkü aynı dönem, Nâzım’ın kitaplarının bir bankaya satıldığı dönem.

O günlerde Mernis Projesi ile herkese bir vatandaşlık numarası verilmiş ve bu belgede görüldüğü kadarıyla, Nâzım da bir numara almış, üstelik o, kütükte hâlâ yaşıyor görünüyor. Anlaşıldığı kadarıyla Nâzım, vatandaşlıktan alelacele ve hukuka aykırı olarak çıkartılmış. Çünkü aslında başbakanın ve cumhurbaşkanının imzaladığı vatandaşlıktan çıkartma ile ilgili kararnamede ismi geçen kişinin adı “Nâzım Hikmet”, oysa tarihte ve nüfus kayıtlarında böyle biri yok, zira Nâzım’ın gerçek adı “Mehmet Nâzım Ran”. Bu yüzden ismi, resmî kayıtlardan çıkartılamamış.

Celal Bayar ve Menderes imzalı belgeye bakıldığında, Nâzım’ın “Sovyet ajanı” suçlamasıyla çıkartıldığı görülüyor. Belgede “Bu konuda gerekli tetkike bile gerek yok” deniliyor. Ama aslında Nâzım, vatandaşlıktan resmiyette çıkartılmıyor, sadece vatandaşlığının “ıskat” edildiğinden bahsediliyor, yani Nâzım, sadece oy kullanma, evlenme gibi haklardan mahrum kalıyor. Ayrıca kütük belgesine göre Nâzım'ın doğum tarihi 15 Ocak değil, 2 Ocak. Ölüm kaydı da düşülmemiş.

Peki sonra ne oluyor? Belgeyi nasılsa ele geçirmiş olan Ali Ata, yardım almak için Can Dündar ve Tarık Akan gibi isimlerin kapısını çalıyor, ama kimse, ona gerekli ilgiyi göstermiyor. Nâzım Hikmet Vakfı, konuyla hiç ilgilenmiyor. Herkes, “bize ne bundan!” diyerek yaklaşıyor meseleye.

Ardından Ali Ata, bu nüfus belgesini güvendiği bir arkadaşına veriyor. Eski Kurtuluşçu olduğu düşüncesiyle, belgeyi teslim ettiği kişi, o günlerde ATV’de (bugün sanırım Fox TV’de sonrasında Halk TV'de) müdürlük yapan Sedat Bozkurt. Birkaç gün sonra ise NTV’de bir belgesel haberin duyurusu yayınlanıyor. Ata’nın iddiasına göre Bozkurt, elindeki belgeyi NTV’ye satıyor. Bunun üzerine Ata, “bari solcu bir yayın organında çıksın haber” diyerek, Evrensel gazetesine gidiyor, ama bu gazete de konuyla pek ilgilenmiyor. Olayı küçük bir haberle geçiştiriyor. Devamında Ali Ata, Ahmet Telli ve Şükrü Erbaş gibi şairlerle buluşuyor, bu işe destek vermelerini istiyor, ama onlar da Ali Ata'yı “bize ne Nâzım’dan da, vatandaşlığından da!” diyerek başlarından savıyorlar. Peşinden de küfrü eksik etmiyorlar!

Sonra Ali Ata isimli bu kişi, belki de kariyerist bir tutumla, bu süreci kitaplaştırıyor, ama bu kitaba da kimse sahip çıkmıyor. Birkaç ay sonra ağır hastalanan Ata, vefatına yakın, yıllar önce güya ayrıldığı örgütüne gidip “komünist olarak ölmek istiyorum” diyor, parti üyesi oluyor ve bir TKP’li olarak vefat ediyor. Bugün partinin bu kitaptan haberi var mı, bilinmez.

Bahsedilen Nâzım hikâyesi, ne hikmetse, ölüm orucu sürecinde, “goşist siyaset”in ölümü karşısında avuç ovuşturulduğu bir dönemde gündeme geliyor. Nâzım’ın vatandaşlığı, MHP’li Mehmet Gül’ün şaire ilgi gösterdiği bir dönemde tartışmaya açılıyor. NTV’de yukarıda anlattığımız haber çıktığı gün, dönemin içişleri bakanı, basının karşısına geçip, “nüfus kayıtlarında bir yanlışlık olmuş, düzelttik, Nâzım’ın kaydını sildik” diyor. Oysa hukuken bunun imkânı bulunmuyor. Mahkeme sürecinin işlemesi gerekiyor. Bir bulunmayan şey de buna itiraz edecek bir sol. Ne vakıf, ne “partisi” ne de aydınlar, buna bir laf ediyorlar. Ama hepsi, Rus işadamları ile birlikte Nâzım’ın mezarında poz vermeyi biliyor.[3] Herkes, el ele, bu sürecin 2009’da AKP eliyle Nâzım’a vatandaşlık verilmesi suretiyle sona erdirilmesi için uğraşıyor. Çünkü, bakmayın şimdiki goygoya, AKP’nin ilk dönemine solun önemli bir kısmı alenen veya zımnen destek sundu.

* * *

Ülkenin sıfırdan kurulduğuna, kuruluşta pay alabileceklerine ikna edilen solun geleneği, daha da kökleşerek, bugüne uzanıyor. Herkes Kadro oluyor. Bugün herkes, “hain, dönek, reformist” denilen Şefik Hüsnü çizgisine geliyor. Bazen paşaların, bazen sivil bürokrasinin, bazen resmi STK’ların eline kızıl bayrağı verince sosyalizm gelecek zannediliyor. Sosyalizm iradesi bile kuruculara teslim ediliyor. Sadece daha ilerici, daha demokrat ve daha liberal olunması telkin ediliyor. Bununla yetiniliyor.

Solun damarlarında geçmişte milli eğitim bakanlığından alınan para dolaşıyor. Bu sürece yine Nâzım gibi cevap vermek mümkün:

Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
der.

Emrah Arben
3 Haziran 2017

Dipnotlar:
[1] Türkiye’de Sağ Taban”, 30 Mayıs 2017, İleri.

[2] Suat Parlar, “Nazım Bizim Kaybımız Olmayacak”, 2 Ekim 1999, Halk Sahnesi.

[3] Eren Balkır, “Kızıl Elma”, 3 Haziran 2016, İştirakî.

0 Yorum: