13 Nisan 2015

,

Eduardo Galeano Söyleşisi


Jonah Raskin

1 Ekim 2009

 

Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, 13 Nisan 2015 günü Montevideo’da vefat etti. Geçen Cuma akciğer kanseri olması sebebiyle hastaneye kaldırılmıştı. 1971’de yayınlanması ile Latin Amerika politik edebiyatının klasik eseri hâline gelen Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nın yazarı olan Galeano’nun eserleri yirmi dile çevrildi. Galeano, Latin Amerika solunun önde gelen aydınlarından biri olmazdan evvel, fabrika işçiliği, teknik ressamlık, boyacılık, arzuhalcilik gibi işlerle uğraştı.

Latin Amerika’nın Kesik Damarları isimli çalışmayı Galeano 31 yaşında kaleme aldı. Galeano, kitabın politik ekonomiyle ilgili olduğunu, ama kitabı bu konuda gerekli eğitime sahip olmadan yazdığını söylüyordu: “Gene de yazdığım için pişman değilim, kitap benim nezdimde atılması gereken bir adımdı, ben de bu adımı attım.” [El Pais]

* * *

Siz, Latin Amerika’yı gelip sizin kulağınıza fısıldayan bir kadın olarak tarif ediyorsunuz. Bu kadın sizin anneniz olabilir mi?

Hayır, duyduğum ses annemin sesi değil, daha çok bir sevgilinin gelip bana fısıldadığı sırlar bunlar.

Hayatınız boyunca neyi kaybettiniz?

Kendimin yaptığım hataların bir toplamı olduğumu ifade etmem gerek. Gençken futbol yıldızı olmak istiyordum ama bacaklarım tahtadandı. Sonra bir aziz olmak istedim ama günaha meyyal bir yanım vardı, olamadım. Sonra ressam olmayı denedim. Şimdi ise kelimelerle çiziyorum resimlerimi.

Romancı Sandra Cisneros’un sizin bir kadın gibi yazdığınızı söylediği mülâkatını okuduğunuzda ilk tepkiniz ne oldu?

Bu söze ne güldüm ne de sızlandım. Aksine, bir methiye olarak aldım onu.

Bir erkek ya da bir Latin Amerikalı gibi yazmak diye bir şey var mıdır?

Asıl önemli olan, dürüstçe yazmaktır. Biz, birbirimizi kullandığımız kelimelerle tanırız. Ben dile döktüğüm kelimelerim. Size kelimelerimi sunmuşsam, bilin ki size kendimi vermişimdir.

İçinde yaşadığımız bir zamanın ruhu mevcut mu?

Bugünkü dünya iki ateş arasında kalmış kör bir insan gibi.

Bence tarih, imparatorlukların doğuşu ve çöküşüne ait bir hikâye. Sizin önerebileceğiniz başka bir bakış açısı var mı?

Aynen böyle oluyor, tarihe ait kimi hikâyelerse hiç de mutlu sonla bitmiyorlar. Elbette tarihin kendisi asla bitmez. Her gün yeniden başlıyor ve ne vakit bize elveda dediğini zannetsek, o aslında sadece “sonra görüşürüz” diyordur.

1968 yılı, benim neslim için öncü bir nitelik arz ediyor. Sizin için de böylesi öncü nitelikte bir yıl var mı ya da birbirimize anlatacağımız güzel bir kurguya sahip yıllardan söz etmek mümkün mü?

Zaman, onu kendisine uydurmaya çalışanlarla dalga geçiyor. Ama aynı zamanda bana kalırsa, zaman, bizim anılarımızı sabitleme ihtiyacımızı anlıyor. Biz, böylesi bir sabitlemeyle o anıların rüzgârda kaybolan kum tepeleri gibi gözden yitip gitmemesini sağlıyoruz.

Ressamlar ve yazarlar bana “büyülü gerçekçiliğin” bir edebiyat okulu ya da tarzı olmadığını, onun dünyada tüm bir varoluş tarzı olduğunu söylüyorlar. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Güney’de, Kuzey’de, Doğu’da, Batı’da, gezegenin her yerinde tüm gerçeklik büyülüdür. Biz, ona karşı kör ve sağır olsak da, gerçeklik her daim sürprizler ve gizemler barındırır içinde. Belki de yazmak, gerçekliği kendi bütünlüğü içerisinde kavrama konusunda az da olsa katkı sunan bir eylemdir.

Edebiyat eleştirmeni ve Şarkiyatçılık ile Kültür ve Emperyalizm isimli çalışmaların yazarı Edward Said, bizim çağımızın tarihteki diğer çağlardan farklı olduğunu, bu çağın sürgünler, mülteciler ve yerinden-yurdundan edilmiş insanlarla tanımlandığını söylüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Dünyadaki hâkim kültür, bize Öteki’nin bir tehdit olduğunu, diğer dost insanların tehlike arz ettiğini öğretiyor. Hepimiz dünyanın bir yarış parkuru ya da savaş alanı olduğunu söyleyen paradigmayı benimsediğimiz sürece, şu veya bu biçimiyle birer sürgün olarak yaşamaya devam edeceğimiz. Kanaatime göre bizim topraklarımızdan uzakta, başka yerlerde ve başka zamanlarda doğmuş olsalar bile, birçok farklı türde insanın hemşerisi olabilmeliyiz.

Dünyanın bir merkezi var mı? Dünyanın bir çevresinden söz edilebilir mi?

Birçok kitap yazdım. Bilhassa son kitabım Aynalar’ı hiçbir yerin başka bir yerden, hiç kimsenin başka bir insandan daha önemli olmadığını göstermek için yazdım. Kolektif hafızamız, dünyayı kontrolünde tutanlarca tahrip edildi. Bu insanlar aynı zamanda günbegün mevcut gerçekliğimizi de tahrip ediyorlar. Hâkim ülkeler “liderlik” kelimesinin yerine “dostluk” kelimesini nasıl koyacaklarını öğrenmek zorundalar.

Zamanın bu noktasından, onca Che tişörtü, filmi, devasa biyografiler ve aynı zamanda Latin Amerika’da insanların ona karşı saygısı ve korkusu üzerinden dönüp Che’ye baktığınızda bugün onu nasıl görüyorsunuz?

Che, Che olmaya devam ediyor. O, bizim inatçı bir dostumuz, yeniden doğmaya ve yaşamaya devam ediyor, ölmeyi kesinlikle reddediyor. Bunun nedeni, Che’nin istisnaî bir insan olması. O, “yapacağım” dediği her şeyi yaptı ve ağzından da sadece düşündükleri çıktı, alışılmadık bir şeydi bu. Bizim dünyamızda kelimeler ve eylemler nadiren yan yana gelirler; yan yana geldiklerinde ise birbirlerine nadiren selam verirler veya birbirlerini tanırlar.

Bir roman yazarı olarak Marksizm hangi yönlerden size katkı sundu ya da sizi köstekledi?

Çocukken Katolik’tim, gençken Marksist. Kapital ile İncil’i harmanlamayı bilen nadir birkaç insandan biriydim. Bu ikisi de beni bir antropoloji müzesinde sergilenecek bir şey olmaya zorladı. Elbette ikisinin bendeki etkisi hâlâ canlı, ama kesinlikle bana sahip değiller.

Birçok günümüz yazarı romanda kurgusal olmayan düzyazıya nazaran hakikati anlatmanın daha kolay olduğunu söylüyor. Siz buna katılır mısınız?

Ben pek emin değilim. Sadece şunu söyleyebilirim: bence gerçeklik tüm şairlerde baskın ve onları korku, güzellik ve delilikle yan yana getiriyor.

Hiç “burası epey gelişmiş bir kültür” dediğiniz bir yerde bulundunuz mu? Çok gelişmiş ya da az gelişmiş kültürler diye bir şey var mı?

Tüm kültürler bilinmeyi hak ederler. İşitilmek, bütün seslerin hakkıdır. Kurtuluş Teolojisi içerisindeki sevgili dostlarımın ünlü “Biz, sesi olmayanların sesi olmak istiyoruz” deyişini ben pek paylaşmıyorum. Bu söze “hayır, hayır ille de hayır” diyorum. Övülmeyi ya da en azından özrü hak eden başkalarına söyleyecek bir şeylerimiz var bizim. İnsanlığın büyük çoğunluğu susturulmuş, konuşması yasaklanmış.

Son teknoloji hakkında ne demek istersiniz?

Makinelerin suçu yok. Ürettiğimiz makinelerin kölesi olan biziz. Yeni iletişim araçları bizim hizmetimizde olursa, tersten biz, onun hizmetkârı olmazsak, şüphesiz epey faydalı olabilir. Bugün otomobiller kullanıyor bizi. Bizi programlayan, bilgisayarlar. Bizi satın alanlar, süpermarketler.

Ömrünüzün önemli bir kısmında gazetecilik yaptınız. Bir kurum olarak gazeteciliğin, bugün ifade edildiği biçimiyle, yaşadığı çöküşü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gazeteciliğin benim üzerimdeki izi epey derindir. Ben, gazeteciliğin yetiştirdiği bir insanım. Ama bugün vaktimi makaleden çok kitap yazmaya ayırıyorum. Şunu da itiraf etmem lazım: ben ta Gutenberg çağına mensup bir kişiyim. Bugün bir kitabı ya da makaleyi ekrandan okumak benim için neredeyse imkânsız. Dokunduğum, bana dokunan bir kâğıdın üzerindekileri okumayı tercih ediyorum.

Yaş aldıkça, genç bir insana göre biyolojinin insan hayatında daha fazla role sahip olduğunu düşünüyor musunuz?

Einstein bir seferinde şunu söylemişti: “Nasıl genç olunacağını öğrenmek yıllarımı aldı.” Benim de bugün yaptığım bu.

Kaynak

0 Yorum: