Batı’nın faşist hükümetlere, sağcı ordulara, dinci
bağnazlara, feodal ailelere ve iktidar yapılarına doğrudan sunduğu destek,
görmek ve anlamak isteyen için, bugün artık aşikâr ve kolayca tespit edilebilen
bir gerçek.
Batı, faaliyetlerini gizli yürütüyor, bir yandan da
kendisine bağımlı tüm devletlerdeki işbirlikçilerden oluşan muazzam ve karmaşık
bir grup (siz buna “ordu” deyin) yaratıp varlığını sürdürmek için çalışıyor,
aynı zamanda söz konusu grubu bu ülkelerde istikrarsızlık ve yıkım yönünde
kullanıyor.
Bu iş, öncelikle “sanatın ve kültürün desteklenmesi”
üzerinden yapılıyor, boş pop kültür pompalayan, biçimi özün üzerine çıkartan,
ülkenin toplumsal ve politik sorunlarını ele almayı ve bunları kitlelere
taşımayı reddeden sanatçılar besleniyor.
Burada BM ve sayısız uluslararası STK, devreye
giriyor. Kenya türünden birçok sadık ve köleleştirilmiş ülkede yereldeki
kadrolara maaş bağlanıyor, yardımlar yapılıyor. Bu sayede yeni elitlerin
üretilmesine ve yaşatılmasına katkı sunuluyor. Cukkası sağlam, dolayısıyla
sadık olmayı bilen bu elitler, kendi halkına hizmet etmek yerine, kendileriyle
fakirler, açlıktan ölen kitleler arasındaki derin uçurumun keyfini
çıkartıyorlar.
Batı, işlerini Londra, New York, Paris veya Tokyo’ya
yozlaşmış gazetecileri masrafları karşılanmış “eğitimler” için göndermek
suretiyle yürütüyor.
Bu işler, “batılı demokratik değerler”i kabul etme
arzusunda olan ve kendi ülkelerindeki devrimci mücadeleyi tümüyle terk etmek
isteyen özel seçilmiş genç gruplarına verilen “eğitimler” ve burslar
aracılığıyla ifa ediliyor. Bu insanlar, “yurt”larına döndükten sonra “beşinci
kol” faaliyetlerine katılıyorlar. Hükümet görevlerine, akademyaya ve kitle
iletişim araçlarına sızıyorlar. Özel veya kamu sektöründe bu gençler, kendi
milletleri yerine yabancı efendilerine ve onların ceplerine hizmet ediyorlar.
Batı, işlerini doğrudan rüşvetçilik üzerinden
hallediyor, zira John Perkins’in Bir Ekonomi Tetikçisinin İtirafları isimli
kitabında tarif ettiği biçimiyle, rüşvet, batı emperyalizminin istifade ettiği
temel araçlardan biri. Bir insan ne denli yozlaşıp rüşvetin kölesi hâline
gelmişse ve ne kadar çok pohpohlanıyorsa, bir bağımlı ülkede o kadar çok
güvenilir hâle geliyor.
Batı sömürgeciliğinin müesses nizamı, Ortadoğu,
Afrika, Hindistan ve Güneydoğu Asya’daki seçkinlerin kibrini nasıl
okşayacağını, “yereldeki insanlarla nasıl iş tutacağını” çok iyi biliyor.
Onların kendilerini nasıl “istisnai”, “aydınlanmış” ve “sofistike”
hissettireceğini bildiğinden, bu isimlerin “zorba ve cahil” çoğunluğun tepesine
çöreklenmesi için gerekli hamleleri yapabiliyor. Derin yarıklar açılıyor, bu
sayede Batı, dış düşmanlara karşı milletlerin birleşmesine mani oluyor.
Seçkinler lattelerini yudumlayarak New York Times’ın
en çok satanlar listesine girmiş kitapları okuyorlar. İşret âlemlerinde kafayı
çekiyorlar, CNN, BBC veya El-Cezire izliyorlar, bir yandan da batıdan ithal
edilmiş ticarî filmlerde gördüklerini taklit edip “normal bir hayat” yaşamak
için ellerinden geleni yapıyorlar.
Tuhaf olan, bu işbirlikçi elitlerin, tüm fukara dünya
genelinde “topluca üretilmiş”, ümitsiz biçimde silik, aynı seviyede insanlar
olmaları. Aynı şeyi düşünüyorlar, muhakemeleri aynı şekilde işliyor ve benzer
yollardan boş bir varoluşu tecrübe ediyorlar. Bunun nedeni, yaşadıkları kıtadan
bağımsız olarak, imparatorluğun kendilerine aynı öğretileri enjekte etmesi ve
onların aynı şeyleri arzular hâle getirmesi. Bu elitlerin düşleri de toplu
üretime tabi, öyle ki bunların aşkları, hatta ihanetleri bile aynı kalıptan
çıkmış gibi. Onlar, aynı markaları aynı AVM’lerden satın alıyorlar, aynı
restoran zincirlerinde yemek yiyorlar, aynı aptal filmleri izliyorlar ve aynı
rezil müziği dinliyorlar. Bunlar, aynı sosyal medyayı kullanıyorlar; aynı
telefonlara sahip olup, aynı aşırı bireyciliğin kulu kölesi oluyorlar. Çünkü
içinde yaşadığımız çağ “ben çağı”, “ben-ben-ben her şeyden önce gelir” çağı,
öte yandan milyonlarca yurttaşı sefalet koşullarında yaşıyor ve bu, onların hiç
umurunda değil.
İşbirlikçilerin önemli bir bölümü aynı politik
fikirleri destekliyor. Neredeyse tamamı sağcı, batı yanlısı ve neoliberal.
Neredeyse hepsi milliyetçi, ama onlar için milliyetçilik, batı tarzı politik
doğruculuğun öğrettiği biçimiyle, emperyalizmin ve neoliberalizmin korkunç
biçimde başarısız bir duruma soktuğu sömürülen ülkelerine dönük kibirli bir
hayranlık anlamına geliyor. Onlar için milliyetçilik, kesinlikle, dış güçlerin
dayatmalarına karşı kavgayı, gerçek özgürlük ve toplumsal adalet için verilecek
kararlı bir mücadeleyi ifade etmiyor!
İmparatorluğun birçok bağımlı devletinde çalışıp
yaşadıktan sonra ben, artık şunun net olarak farkına vardım: taşradaki en
“eğitimsiz” çiftçi bile bu işbirlikçi kentli “elitler”den daha yaratıcıdır,
onlardan daha fazla haysiyete ve dünya konusunda daha derin bir anlayışa
sahiptir. Basit insanlarda bireysel kimi görüşler mevcuttur ve bunlar, en
azından merhamet ve şefkat gibi temel kimi insanî güdülere sahiptirler.
İmparatorluk, boşluk ve nihilizm üretiyor. Bu, aşırı
derece iç karartıcı bir imparatorluk. Ona hizmet edenler ya da daha açık
ifadeyle, kendisini ona satanlar, bugün daha kederli, hatta acınılası
bireylerdir, bu kişiler, karakterden, dürüstlükten ve farklılıktan
mahrumdurlar.
Aynı zamanda bu insanlar, aşırı derece zorba ve
bencildirler, onlar, kendi ülkelerini yağmalamakta, kendi halkına
zulmetmektedirler. Ama öte yandan, eldeki güç imkânları bile onlara keyif
vermemektedir.
Onlar, korku içerisindedirler. Bunun nedenini
bilmiyorlar, ama yaptıkları bir şeyin yanlış olduğunu hissediyorlar. Daha çok
korktukça daha fazla güce ve servete ihtiyaç duyduklarını düşünüyorlar. Ülkede
bir şeyler patlak verirse, “korunmak” için, evlerinin etrafına tel örgüler
çekip bekçiler tutuyorlar, nihayetinde de yurtdışındaki malikânelerine ve
apartman dairelerine gidip ortadan kaybolmayı planlıyorlar.
* * *
Hindistan’da, Endonezya’da, tüm Afrika’da sömürgeci
imparatorluklar, ülkedeki kimi insanları kitleleri kontrol ve terörize etmek
için kullana geldi. Bu, daha etkili ve daha pratik bir yol zira. Yereldeki
isimler yerel halkı daha iyi tanıyorlar. Aynı dili konuşuyorlar ve “nerenin
acıyacağını” daha iyi biliyorlar.
Değişen hiçbir şey yok. İmparatorluk, hâlâ
hizmetkârlarına, bağımlı devletlerin içindeki elitlere emirler yağdırıp
duruyor. O, ancak ülke içerisindeki kadrolar “güvenilmez” hâle geldiği noktada
ve Irak, Libya veya Suriye’de yaşandığı üzere, kendi halkına zulmetme becerisi
gösteremediğinde müdahale ediyor.
IMF ve Dünya Bankası gibi örgütler, Hindistan, Afrika
ve Güneydoğu Asya’dan çok sayıda elit kesime mensup insanı görevlendiriyor,
zira bu görevlendirme, onlar imparatorluk adına her şeyi kendi halkından söküp
alma noktasında gereğinden fazla etkili ve zorba olabildikleri için yapılıyor.
Bu elitler, söz konusu işleri efendilerini etkilemek ya da basit manada kendi
halkının garezinden korktuğundan yapıyorlar.
Bu düzen ebediyete dek sürmeyecek. Güneydoğu Asya’dan
Ortadoğu’ya, oradan Afrika’ya uzanan kuşak, tüm dünya genelinde herkesçe kötü
anılan bir itibara kavuşuyor. Yürekli olan herkes, onun örnekliğini gönüllü
olarak takip etmek istiyor.
Daha iyi bir dünya düzeni için dövüşen çok sayıda ülke
var artık. Neredeyse tüm Latin Amerika, Rusya, Çin, Güney Afrika, Eritre ve
İran imparatorluğa kul köle olmaya karşı çıkıyor. Bunlara başkaları da
katılıyor.
Korku senaryolarının o efendilerinin ne denli parlak
isimler olduğunun bir önemi yok, düdüklerini ne kadar iyi öttürdükleri de
kıymetsiz, çizmelerini yalayan milyonlarca hizmetkârları varmış, ne gâm! Ama
bugün şurası kesin: onların şiddet konusundaki hünerlerinin dünya sahnesine
hâkim olmasına artık izin verilmeyecek.
Andre Vltchek
10 Nisan 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder