“Rüşvetçi Carter” [1979 İran]
Batı’nın
faşist hükümetlere, sağcı ordulara, dinci bağnazlara, feodal ailelere ve
iktidar yapılarına doğrudan sunduğu destek, görmek ve anlamak isteyen için,
bugün artık aşikâr ve kolayca tespit edilebilen bir gerçek.
Batı,
faaliyetlerini gizli yürütüyor, bir yandan da kendisine bağımlı tüm
devletlerdeki işbirlikçilerden oluşan muazzam ve karmaşık bir grup (siz buna “ordu”
deyin) yaratıp varlığını sürdürmek için çalışıyor, aynı zamanda söz konusu
grubu bu ülkelerde istikrarsızlık ve yıkım yönünde kullanıyor.
Bu
iş, öncelikle “sanatın ve kültürün desteklenmesi” üzerinden yapılıyor, boş pop
kültür pompalayan, biçimi özün üzerine çıkartan, ülkenin toplumsal ve politik
sorunlarını ele almayı ve bunları kitlelere taşımayı reddeden sanatçılar
besleniyor.
Burada
BM ve sayısız uluslararası STK, devreye giriyor. Kenya türünden birçok sadık ve
köleleştirilmiş ülkede yereldeki kadrolara maaş bağlanıyor, yardımlar
yapılıyor. Bu sayede yeni elitlerin üretilmesine ve yaşatılmasına katkı sunuluyor.
Cukkası sağlam, dolayısıyla sadık olmayı bilen bu elitler, kendi halkına hizmet
etmek yerine, kendileriyle fakirler, açlıktan ölen kitleler arasındaki derin
uçurumun keyfini çıkartıyorlar.
Batı,
işlerini Londra, New York, Paris veya Tokyo’ya yozlaşmış gazetecileri
masrafları karşılanmış “eğitimler” için göndermek suretiyle yürütüyor.
Bu
işler, “batılı demokratik değerler”i kabul etme arzusunda olan ve kendi
ülkelerindeki devrimci mücadeleyi tümüyle terk etmek isteyen özel seçilmiş genç
gruplarına verilen “eğitimler” ve burslar aracılığıyla ifa ediliyor. Bu
insanlar, “yurt”larına döndükten sonra “beşinci kol” faaliyetlerine
katılıyorlar. Hükümet görevlerine, akademyaya ve kitle iletişim araçlarına
sızıyorlar. Özel veya kamu sektöründe bu gençler, kendi milletleri yerine
yabancı efendilerine ve onların ceplerine hizmet ediyorlar.
Batı,
işlerini doğrudan rüşvetçilik üzerinden hallediyor, zira John Perkins’in Bir
Ekonomi Tetikçisinin İtirafları isimli kitabında tarif ettiği biçimiyle, rüşvet,
batı emperyalizminin istifade ettiği temel araçlardan biri. Bir insan ne denli
yozlaşıp rüşvetin kölesi hâline gelmişse ve ne kadar çok pohpohlanıyorsa, bir
bağımlı ülkede o kadar çok güvenilir hâle geliyor.
Batı
sömürgeciliğinin müesses nizamı, Ortadoğu, Afrika, Hindistan ve Güneydoğu
Asya’daki seçkinlerin kibrini nasıl okşayacağını, “yereldeki insanlarla nasıl
iş tutacağını” çok iyi biliyor. Onların kendilerini nasıl “istisnai”,
“aydınlanmış” ve “sofistike” hissettireceğini bildiğinden, bu isimlerin “zorba
ve cahil” çoğunluğun tepesine çöreklenmesi için gerekli hamleleri yapabiliyor.
Derin yarıklar açılıyor, bu sayede Batı, dış düşmanlara karşı milletlerin
birleşmesine mani oluyor.
Seçkinler
lattelerini yudumlayarak New York Times’ın en çok satanlar listesine
girmiş kitapları okuyorlar. İşret âlemlerinde kafayı çekiyorlar, CNN, BBC veya
El-Cezire izliyorlar, bir yandan da batıdan ithal edilmiş ticarî filmlerde
gördüklerini taklit edip “normal bir hayat” yaşamak için ellerinden geleni
yapıyorlar.
Tuhaf
olan, bu işbirlikçi elitlerin, tüm fukara dünya genelinde “topluca üretilmiş”,
ümitsiz biçimde silik, aynı seviyede insanlar olmaları. Aynı şeyi düşünüyorlar,
muhakemeleri aynı şekilde işliyor ve benzer yollardan boş bir varoluşu tecrübe
ediyorlar. Bunun nedeni, yaşadıkları kıtadan bağımsız olarak, imparatorluğun
kendilerine aynı öğretileri enjekte etmesi ve onların aynı şeyleri arzular hâle
getirmesi. Bu elitlerin düşleri de toplu üretime tabi, öyle ki bunların
aşkları, hatta ihanetleri bile aynı kalıptan çıkmış gibi. Onlar, aynı markaları
aynı AVM’lerden satın alıyorlar, aynı restoran zincirlerinde yemek yiyorlar,
aynı aptal filmleri izliyorlar ve aynı rezil müziği dinliyorlar. Bunlar, aynı
sosyal medyayı kullanıyorlar; aynı telefonlara sahip olup, aynı aşırı
bireyciliğin kulu kölesi oluyorlar. Çünkü içinde yaşadığımız çağ “ben çağı”,
“ben-ben-ben her şeyden önce gelir” çağı, öte yandan milyonlarca yurttaşı
sefalet koşullarında yaşıyor ve bu, onların hiç umurunda değil.
İşbirlikçilerin
önemli bir bölümü aynı politik fikirleri destekliyor. Neredeyse tamamı sağcı,
batı yanlısı ve neoliberal. Neredeyse hepsi milliyetçi, ama onlar için
milliyetçilik, batı tarzı politik doğruculuğun öğrettiği biçimiyle,
emperyalizmin ve neoliberalizmin korkunç biçimde başarısız bir duruma soktuğu
sömürülen ülkelerine dönük kibirli bir hayranlık anlamına geliyor. Onlar için
milliyetçilik, kesinlikle, dış güçlerin dayatmalarına karşı kavgayı, gerçek
özgürlük ve toplumsal adalet için verilecek kararlı bir mücadeleyi ifade
etmiyor!
İmparatorluğun
birçok bağımlı devletinde çalışıp yaşadıktan sonra ben, artık şunun net olarak
farkına vardım: taşradaki en “eğitimsiz” çiftçi bile bu işbirlikçi kentli
“elitler”den daha yaratıcıdır, onlardan daha fazla haysiyete ve dünya konusunda
daha derin bir anlayışa sahiptir. Basit insanlarda bireysel kimi görüşler
mevcuttur ve bunlar, en azından merhamet ve şefkat gibi temel kimi insanî
güdülere sahiptirler.
İmparatorluk,
boşluk ve nihilizm üretiyor. Bu, aşırı derece iç karartıcı bir imparatorluk.
Ona hizmet edenler ya da daha açık ifadeyle, kendisini ona satanlar, bugün daha
kederli, hatta acınılası bireylerdir, bu kişiler, karakterden, dürüstlükten ve
farklılıktan mahrumdurlar.
Aynı
zamanda bu insanlar, aşırı derece zorba ve bencildirler, onlar, kendi
ülkelerini yağmalamakta, kendi halkına zulmetmektedirler. Ama öte yandan,
eldeki güç imkânları bile onlara keyif vermemektedir.
Onlar,
korku içerisindedirler. Bunun nedenini bilmiyorlar, ama yaptıkları bir şeyin
yanlış olduğunu hissediyorlar. Daha çok korktukça daha fazla güce ve servete
ihtiyaç duyduklarını düşünüyorlar. Ülkede bir şeyler patlak verirse, “korunmak”
için, evlerinin etrafına tel örgüler çekip bekçiler tutuyorlar, nihayetinde de
yurtdışındaki malikânelerine ve apartman dairelerine gidip ortadan kaybolmayı
planlıyorlar.
* * *
Hindistan’da,
Endonezya’da, tüm Afrika’da sömürgeci imparatorluklar, ülkedeki kimi insanları
kitleleri kontrol ve terörize etmek için kullana geldi. Bu, daha etkili ve daha
pratik bir yol zira. Yereldeki isimler yerel halkı daha iyi tanıyorlar. Aynı
dili konuşuyorlar ve “nerenin acıyacağını” daha iyi biliyorlar.
Değişen
hiçbir şey yok. İmparatorluk, hâlâ hizmetkârlarına, bağımlı devletlerin
içindeki elitlere emirler yağdırıp duruyor. O, ancak ülke içerisindeki kadrolar
“güvenilmez” hâle geldiği noktada ve Irak, Libya veya Suriye’de yaşandığı
üzere, kendi halkına zulmetme becerisi gösteremediğinde müdahale ediyor.
IMF
ve Dünya Bankası gibi örgütler, Hindistan, Afrika ve Güneydoğu Asya’dan çok
sayıda elit kesime mensup insanı görevlendiriyor, zira bu görevlendirme, onlar
imparatorluk adına her şeyi kendi halkından söküp alma noktasında gereğinden
fazla etkili ve zorba olabildikleri için yapılıyor. Bu elitler, söz konusu
işleri efendilerini etkilemek ya da basit manada kendi halkının garezinden
korktuğundan yapıyorlar.
Bu
düzen ebediyete dek sürmeyecek. Güneydoğu Asya’dan Ortadoğu’ya, oradan
Afrika’ya uzanan kuşak, tüm dünya genelinde herkesçe kötü anılan bir itibara
kavuşuyor. Yürekli olan herkes, onun örnekliğini gönüllü olarak takip etmek
istiyor.
Daha
iyi bir dünya düzeni için dövüşen çok sayıda ülke var artık. Neredeyse tüm
Latin Amerika, Rusya, Çin, Güney Afrika, Eritre ve İran imparatorluğa kul köle
olmaya karşı çıkıyor. Bunlara başkaları da katılıyor.
Korku
senaryolarının o efendilerinin ne denli parlak isimler olduğunun bir önemi yok,
düdüklerini ne kadar iyi öttürdükleri de kıymetsiz, çizmelerini yalayan
milyonlarca hizmetkârları varmış, ne gâm! Ama bugün şurası kesin: onların
şiddet konusundaki hünerlerinin dünya sahnesine hâkim olmasına artık izin
verilmeyecek.
Andre Vltchek
10 Nisan 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder