03 Şubat 2016

,

Gri Bölge

On üçüncü yüzyılda İtalya’daki Lucera kenti, Hristiyanlık denizinin ortasında bulunan küçük bir Müslüman adasıydı. Burada Kutsal Roma İmparatorluğu’nun başındaki isim olan II. Frederick, İtalya’nın doğu sahiline yakın bu duvarlarla çevrili kente davet ettiği Araplar arasından seçilmiş âlimler ve danışmanlardan oluşan bir gölge kabine kurmuştu.
Bu, Hristiyan-Müslüman ilişkilerinde riskli bir döneme tanık olunduğu koşullarda oldukça cüretkâr ve geleneğe aykırı bir hamle idi. Beşinci Haçlı Ordusu, Kudüs’ü geri almayı başaramamıştı. Ancak İberya’da Hristiyanlar, yüzyılında ortasında Endülüs’ün neredeyse tamamını Müslümanlardan geri almışlardı. Sicilya’da ise Hristiyanlar, bir vakitler 1071’te paralı askerlik yapan Normanlar yok edilmezden önce kuvvetli bir emirlikten arta kalan Müslümanlara zulmediyorlardı.
Dolayısıyla Lucera, hem mülteci kampı hem de Müslümanlara tahsis edilmiş bir tür koruma alanıydı. Din üzerine çalışmalar kaleme alan Karen Armstrong, Holy War: the Crusades and Their Impact on Today’s World [Kutsal Savaş: Haçlı Seferleri ve Bugünün Dünyası Üzerindeki Etkileri] isimli kitabında şunları söylüyor:
“Frederick Lucera ve Arap dostlarından istifade etse de bu, aslında bir hoşgörü değil sömürü siyasetiydi. Lucera, İslam’ın hoşgörüldüğü ve korunduğu bir kentti: Frederick, papalık misyonerlerinin Müslümanlara tacizde bulunmasına izin vermiyordu. Ama Lucera, bir tür mülteci kampı ve doğal koruma alanıydı. Müslümanlar, orada yaşamaya mecburlardı ve kendilerinin tek koruyucusu olması sebebiyle Frederick’e sadık kalmaktan başka bir seçeneğe de sahip değillerdi.”
Başka bir ifadeyle Lucera, gri bölge kavramının tam karşılığı idi. Burası Avrupa’da yabancılarca kuşatılmış, dışa kapalı bir Müslüman yerleşim bölgesiydi. Müslümanların burada refah içerisinde olduğu söylenebilirdi. II. Frederick şahsında devlet yetkililerinden resmî destek alıyorlardı. Birçok Hristiyan’sa bu kenti düşmana ait bir kale olarak görüyordu.
IŞİD’e göre gri bölge, Müslümanların “onlara karşı biz” anlayışını reddettikleri, haçlı koalisyonunu yanlış, hilafeti ise doğru tarafa koymayı öngören kâfir-mümin ayrımına karşı çıktıkları yer. IŞİD’in bakış açısından Hristiyanların çoğunlukta bulunduğu yerlerde yaşayan Müslümanlar, bir tercih yapmak zorundadırlar: Onlar, her şeyi geride bırakıp, Rakka’ya gelebilir ve IŞİD adına silâhlanabilir ya da düşman kampta kalabilirler. IŞİD’in patlattığı bombaların amacı, Müslümanları ikinci seçeneği tercih etmelerini daha da güçleştirmektir. Zira bu sayede “haçlı ülkeleri” daha da yaşanmaz bir hâl alacaktır.
Bir yıl önce, Paris’teki koordineli saldırıların öncesinde, IŞİD’in İngilizce yayınlanan haber bülteninde “Gri Bölgenin İmhası” başlıklı bir yazı çıktı. Yazı, Avrupa’daki Müslümanların önüne iki seçenek sunuyordu:
“Haçlı ülkelerindeki Müslümanlar, Hristiyanlık ve demokrasiye icbar edilmezden önce İslam adına bir tür hoşgörülebilir mürtet tarikatı olmaya zorlanacağından ve haçlılar, onlara karşı zulümlerini artıracağından, hilafet içerisinde yaşamak için evlerini terk edeceklerdir.”
Başka bir ifadeyle IŞİD, kendisine has selefi yoruma denk düşmeyen tüm İslam biçimlerini mürtet kabul etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu biçimleri dinin nihayetinde terk edilmesine uzanan yolda bir tür istasyon olarak değerlendiriyor.
Almanya’da Pegida, Fransa’da Ulusal Cephe ve İngiltere’de Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nce temsil olunan, Avrupa’daki Müslümanlara yönelik milliyetçi saldırıyı gerçekleştirenlerde de İslam’a yönelik benzer bir şüpheci yaklaşım mevcut. Bu İslamofobik görüş, Avrupalı Müslümanların Hristiyanlaşmamasını ve demokratlaşmamasını eleştiriyor, aynı zamanda bunları IŞİD’in uyuyan hücrelerine giden yolun yolcuları olarak görüyor.
Hem IŞİD hem de İslamofobik yaklaşımları savunanlar için gri bölge, hoşgörülemez bir muğlaklık, meşguliyet ve politik tartışma hâlini temsil ediyor. Bu bölgede insanlar, serbestçe çoklu kimlikler benimseyebiliyorlar. Bu insanlar, aynı anda Müslüman, Fransız, Avrupalı, doktor, kadın, ebeveyn ve seçmen olabiliyorlar. Bu ise bir aşırıcı için lanetlenmesi gereken bir durum. Onlar, sadece tek kimliği önemsiyorlar: yalnızca hangi tarafta olunduğuna bakıyorlar.
On üçüncü yüzyılda da II. Frederick, herkes tarafından bir gri bölge insanı olarak görülüyordu. Oysa o, “haçlı koalisyonu”nun lideri idi. Ama Arapça konuşuyor, Luceralı âlimlere danışıyordu. Hatta ordusuna Müslümanları alıyordu. Belki de daha önemli bir husus ise, onun Kudüs’ü silâh gücü değil, birçok toprağı Hristiyan kontrolüne veren Sultan Kâmil ile barış içerisinde yaşamayı öngören başarılı bir müzakere yürüterek almasıydı. Kudüs ile ilgili bu anlaşma sayesinde Hristiyanların ve Müslümanların dinî mekânlara girmeleri güvence altına alınmıştı.
Diğer yıkıcı faaliyetleri yanında, Müslümanlarla birlikte çalışmaya dönük çabalarından ötürü II. Frederick, Papa IX. Gregory tarafından dört kez aforoz edildi. Dolayısıyla bugün de Müslümanlarla işbirliğine gitmek, hileli bir iştir. Lucera’da ise yaşanan şudur: Kral Anjou’lu Charles komutasındaki Fransız orduları 1301’de Müslüman yerleşimini ele geçirir, Müslümanları katleder, oradaki camiyi kiliseye çevirir. Hristiyan Avrupa, yüzlerce yıl bu tarz bir gri bölgeye bir daha tanıklık etmez.
Gazze
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun ve birçok ABD’li siyasetçinin açısından Gazze, bir gri bölge değil. Orası yeşil bölge, yani Hamas tarafından kontrol edilen bir alan, bu nedenle radikal İslam’ın bir yuvası.
Hamas, 2006 yılında seçimle iktidara gelip 2007’de rakibi Fetih’i defederek kontrolünü sağlamlaştırsa da örgüt, uluslararası toplumun himayesinde politik tecride ve İsrail (ve Mısır) eliyle ekonomik ablukaya maruz bırakıldı. Hamas’ın yeşil bayrakları, bu Filistinli partinin hiç olmamasını tercih edecek ülkelerin gözünde şiddetin, hoşgörüsüzlüğün ve uzlaşmazlığın bir sembolü hâline geldi.
O vakit IŞİD’in Hamas’ı oldukça farklı ele aldığına tanıklık etmek, birçoklarını şaşırtmış olabilir. IŞİD, Hamas’ı pasifist, hoşgörülü, uzlaşmaya açık bir yapı olarak görüp kötülüyor. Filistinlilere onu yıkması çağrısında bulunuyor, çünkü bu parti, seküler hedefleri (milli kurtuluşu) dinî hedeflerin (hilafet sahasının genişletilmesinin) önüne koyuyor. 30 Haziran 2015’te yayınlanan bir videoda Gazze’de yetkililere vaaz veren üç IŞİD savaşçısı, şunu söylüyor: “Cihad meselesi, ülkeyi kurtarma meselesi değil, Allah’ın şeriatını tatbik etmek ve o şeriat için savaşmaktır.”
Başka bir ifadeyle mesele, Hamas’ın IŞİD’in siyah bayrağı altında toplanmaması. Hamas’ın yeşil bayrağı, uzlaşmaz aşırıcılığın bir sembolü değil. Aksine Hamas, gri bölgenin tam göbeğinde duruyor.
Sarah Helm’in de tespitiyle Hamas, bu videoya hemen tepki geliştirdi, ona yönelik eylemler içerisine girdi, destekçilerini gözaltına aldı, sakallı insanları kontrol noktalarında topladı ve şüphelendiği sosyal medya sitelerini kapattı. IŞİD ise buna İsrail’e karşı saldırılar içerisine girerek ve Hamas’a bomba atarak cevap verdi.
Beklenmedik gelişme ise şuydu. Netanyahu ve sağcı dalkavukları sayesinde iki devletli çözüm ihtimali zayıfladıkça hilafet daha cazip hâle geldi. Bu mantık, Suriye’de savaştıktan sonra Gazze’ye dönen Filistinlilerde apaçık görülüyor. “Geri dönenlerin bir kısmı, IŞİD’in hilafetine açıktan biat etti. Gazze savaşı sonrası oluşan enkazı gören bu insanlar için hilafetin kurulması, Filistin devletinin kurulmasına nazaran daha gerçekçi bir ihtimal.”
İki devletli çözümü istemeyen İsrailliler için Hamas, geçmişte Tanrı’nın lütfuydu. Böylesine acımasız ve uzlaşmaz bir yapıyla çalışmak imkânsızdı. Anlaşmayı bozan, Hamas’tı. İsrailli aşırıcılar için bu anlaşma her daim kusurlu idi.
IŞİD’in Hamas’ı Gazze’den defetmesi ihtimalini gören bir gerçekçi insan, IŞİD’in iktidarı almasına mani olmak için Hamas ile derhal müzakerelere başlardı. Ama Netanyahu ve şürekâsı, kesinlikle gerçekçi insanlar değiller.
Eğer IŞİD Gazze’de iktidarı alırsa, Filistinlilerin arzuları bir kuşak daha ötelenecek, Netanyahu bu istekleri hoş bir nağme gibi dinleyip işine bakacak. Sonra Gazze’de IŞİD’e karşı askerî operasyon başlatacak, o kadirşinas uluslararası toplum da avuçları şişene dek onu alkışlayacak. Bu tarz Makyavellici hesaplar dâhilinde İsrail, onlarca yıl önce Arafat’ın ve seküler Fetih hareketinin gücünü dengelemek için Hamas’ı yaratan, Gazze’de İslamcıları gizlice destekleme gayretlerinin bir parçası.
Ortaçağ’da olduğu gibi bugün de her iki tarafın aşırıcıları gri bölgeyi imha etmek için işbirliğine gidiyorlar.
Şiddete Dayalı Aşırıcılıkla Mücadele
Artık terörizmle mücadele demode, şiddete dayalı aşırıcılıkla mücadele moda.
Şiddete dayalı aşırıcılıkla mücadele, Amerikan müesses nizamı dâhilinde stratejik bir tercih hâlini aldı. Beyaz Saray, geçen yılın Şubat ayında bu konu üzerine üç günlük zirve düzenledi. İç Güvenlik Bakanlığı, bu konuda yeni bir yaklaşımı benimsedi. Bunun için Kongre, yeni bir kanun çıkarttı. Eylül ayında şiddete dayalı aşırıcılıkla mücadele konusunda bir dünya gençlik zirvesi tertiplendi. Bu zirve, ne tesadüf ki Birleşmiş Milletler Genel Konseyi toplantısı ile aynı zamanda gerçekleştirildi.
Bu mücadelenin arkasındaki fikir, radikalleşme denilen yılanın başını küçükken ezerek, insanları terörist hâline gelmesine mani olmayı öngörüyor. Ama her kıtada IŞİD ile bağlantılı saldırılarla birlikte son yıl içerisinde şiddete dayalı aşırıcılıktaki somut patlama karşısında görülüyor ki bu mücadelenin terörizmle mücadeleye kıyasla daha etkili olduğu söylenemez. Belki de mesele, ilgili mücadele için geliştirilmiş tekniklerin geçerli olup olmaması değil.
Rami Huri’ye göre, yaklaşımdaki ölümcül hata şu:
“Bu çabalar, politik şiddeti sadece Arap-İslam toplumlarıyla yakından ilişkili aşırıcı değerlerin veya davranışların bir yansıması olarak gören ABD veya diğer Batılı politik kurumlara ait. Bu kesim, küresel şiddetin tüm gaddarlığıyla somutlaşan çevriminde Batı politikalarının etkisini görmeyi kesinlikle reddediyor. Esasında şiddete dayalı aşırıcılık, Batı ve Ortadoğu devletlerinin uyguladıkları politikaların bir sonucu. Dolayısıyla sorunun kökünden çözülebilmesi için bu devletlerin radikal bir değişime maruz kalmaları şart.”
Dolayısıyla gri bölgenin yok edilmesinden sadece her iki tarafın aşırıcıları sorumlu değil. IŞİD hedeflerini vurması yanısıra ABD şehirleri, politik kurumları ve sivilleri bombalıyor. Tüm bu yıkımın ortasında insana tek bir şey kalıyor: bizimle birlikte veya bize karşı ele silâh alıp savaşmak.
Şiddete dayalı aşırıcılıkla mücadele, tam da Obama’nın 2009’da Kahire’de yaptığı konuşmada dile getirdiği, İslam ile Batı arasındaki ilişkiler bağlamında yeniden başlatma düğmesine basılmasının ABD’nin Müslüman dünyadaki itibarını nihayetinde kurtaramaması sebebiyle başarısızlığa uğruyor. Ne yazık ki bombalar kelimelerden daha fazla gürültü çıkartıyorlar.
Ve bu bombalar, ister aşağıda patlatılsın, isterse yukarıdan atılsın, gri bölgenin düşmanı.
John Feffer
3 Şubat 2016

0 Yorum: